Modern felsefesinin kurucusu olarak kabul edilen ve kendinden sonra gelen tüm felsefî akımları büyük ölçüde etkileyen, dahası, 17. Yüzyıl aydınlanma felsefesinin ana karakteristiğini belirleyen kişi olarak bilinen Rene Descartes hakkında kısa da olsa bir bilgi verelim. 

Fransa’nın Touraine bölgesinin La Haye kasabasında doğan Rene Descartes (31 Mart 1596), doğumundan bir yıl sonra annesini kaybeder. Babası Joachim ise Bretagne parlamentosunda çalışan bir müşavirdir. Özel bakıcı ve öğretmenler eşliğinde yetiştirilen Descartes’ın çok sık hastalandığı, bundan dolayı da içe kapalı bir kişilik olarak yetiştiği rivayet edilir. 

1604 yılında bir Cizvit okuluna, La Fléche Kraliyet Yüksek Okuluna gönderilir. Burada Descartes, yaklaşık on yıl kalır ve elbette Latince öğrenir, skolastik felsefe, Yunan ve Roma klasiklerine dair yoğun bir eğitim görür. Bunun yanında tiyatro, eskrim gibi dersler de alır. Okul hayatında felsefe ve matematiğe özel ilgi duyar. Matematiğe duyduğu ilginin gerisinde matematiğin yöntemsel açıdan sağlamlığı etkilidir. Daha sonra Poitiers Üniversitesi’ne giden Descartes, 1616 yılında babasının beklentisini gerçekleştirir ve bu üniversiteden hukuk diploması alır. Ancak Descartes avukatlık yapmak yerine felsefeye yönelir. 

Askerlik görevinin derin düşünme ortamı sağlayacağına inandığı için orduya katılır. Cephe gerisinde kalarak, alaka duyduğu felsefî meseleleri derinlemesine mütalaa etme imkânı bulur. Bir süre Otuz Yıl Savaşlarında(1)görev alır. Görevi süresince Avrupa’nın çeşitli yerlerini görür. 1619’da Almanya’daki kışlasında metod üzerine temel düşüncelerini geliştirir. 1621-1628 yılları arasında gezilerini sürdürür. 1629 yılında fikrî hayatını özgürce sürdürebileceğini düşündüğü için Hollanda’ya yerleşir.

Hollanda’da kaldığı yirmi yıl boyunca matematik ve felsefe alanında önemli eserler verir. Bu çalışmalarla bir filozof olarak Avrupa’da ismini duyurur. 1649 yılında İsveç kraliçesinin davetiyle, kendisine özel öğretmenlik yapmak üzere Stockholm’e gider. Ne var ki Descartes’ın narin bünyesi İsveç’in sert iklim koşullarına dayanamaz ve 11 Şubat 1650 yılında soğuk algınlığından Stockholm’de ölür.(2)

Descartes, tüm eserlerini Fransızca ve Latince olarak yazmıştır. “Compendium Musicae” (1618 / Isaac Beeckman’a ithaf ettiği, müzik teorisinin kuralları ve müzik estetiği ile çalışması)nın ardından, 1629-1630 yılları arasında başladığı ama yarım kalan eseri, “Aklın İdaresi İçin Kurallar”da (Regulae ad directionem ingenii) metod üzerine ilk düşüncelerini geliştirir. Bu eser ilk olarak 1684’de yayımlanmıştır. Bu kitaptaki düşüncelerini 1637 yılında yayınladığı “Aklını İyi Kullanmak ve Bilimlerde Doğruyu Bulmak için Metod Üzerine Konuşma” (Discours de la méthode) adlı eserinde daha da geliştirir. Bu kitabın ana teması optik, meteor ve geometriyle ilgilidir. Descartes’ın metafizik anlayışı ilk kez bu eserde ortaya konulur. “Le Monde” (The World/1633:

Descartes’ın doğa felsefesiyle ilgili ilk sistematik çalışmasıdır)’un ardından, La Géoméetrie (Geometri/1637) Descartes’ın matematiksel çözümlemeler üzerine kaleme aldığı başlıca eseridir. 1641 ve 1642 yıllarında Latince ve metafizik görüşünü derinleştirdiği “İlk Felsefe Üzerine Metafizik Düşünceler” (Meditationes de prima Philosophia) isimli eserini yayımladıktan kısa bir zaman sonra, 1644 yılında Latince olarak yazdığı “Felsefenin İlkeleri” (Principia Philosophiae) adlı eserini yayın dünyasına kazandırır. Bu eserde doğa olaylarını mekanik ilkelere dayalı bir sistem içinde açıklamaya çalışır. 1647’de yazdığı “İnsan Bedeninin Tasviri” (Ladescriptiondu corps humain) isimli eser ise ölümünden sonra yayımlanmıştır. Son eseri 1649’da yazdığı etik üzerine olan “Ruhun Tutkuları” (Les passions de l’âme) isimli eserdir. Bu son eserini Bohemya Prensesi Elizabeth’e ithaf etmiştir.(3)

“Aydınlanma çağı” aynı zamanda “Akıl çağı” olarak da bilinir. “Akıl çağı” denilince de, ilk akla gelen isim Rene Descartes’tır. Kendisi “Aydınlanma dönemi” filozofu olmamasına rağmen modern dünyanın, daha doğrusu modern felsefenin babası olarak kabul edilir. Diğer bir ifadeyle de modern felsefenin baba horozu! Çalışmamızın muhtevasına uygun olarak söylersek, “Gal horozu”!

“Düşünce tarihine daha genel bir perspektiften bakıldığında, Ortaçağ felsefesi, değer temelli ve teleolojik(4)bir dünya görüşüne bağlanması, maddeyi ve dolayısıyla bilimi tümden unutup, tinsel olanı ve teolojiyi tahta çıkarması dolayısıyla bir uca yerleştirilebilir. Bu yapıldığında, Hobbes’u da değer yüklü bakış açısını, dünyanın geleneksel dini ve teolojik yorumunu bilimsel dünya görüşü veya yeni mekanik felsefe lehine bütünüyle reddettiği için diğer uca yerleştirmek gerekir. İşte Hobbes’un çağdaşı olan Rene Descartes (1596-1650) bu iki karşıt uç arasında bir orta yol bulma, bilimle dini bir şekilde uzlaştırma, modern dünyada bilim ile dini bir şekilde barıştırma çabası içine girmiştir. Bununla birlikte, onun bu çerçeve içinde bulduğu çözüm fazlasıyla diplomatik bir çözüm olmuştur. Çünkü Descartes gerçekliği ikiye bölerken, bilim ile teoloji ya da dinden her ikisini de bir şekilde korumuş, ama dinin yerini oldukça sallantılı hale getirirken, aklı ve bilimi her şeyin nihai yargıcı yapıp, bütünüyle tartışılmaz ve sağlam bir zemine oturtmuştur.”(5)

Yukarıdaki ifade Rene Descartes hakkındaki tüm değerlendirmelerimiz için çok önemli bir karine niteliğindedir. Aslında Descartes, tıpkı “terazi ipleri kendinde toplanan halka” misâlinde olduğu gibi, ve yine tıpkı, bir adlî tıbb mevzuu olarak, meselâ terazi kefelerine istinad noktası teşkil eden “horoz” misalinde olduğu gibi, ve yine tıpkı, ruh ve beden arasındaki muvazenenin temel unsuru küllî ruh misâlinde olduğu gibi, ruh ve beden arasında, diğer bir ifadeyle de ilim ve din arasında bir denge kurma ihtiyacını en derinden hissetmiş bir mizaç keyfiyetiyle karşımıza çıkar. Lâkin onun bu çabası akim kalmıştır. Akim kalan bu çaba, bugün selefleri tarafından dahi gayesine erdirilebilmiş değildir. Aslında bu mevzu, Sokrates’ten talebesi Eflâtun’a miras bırakılan, amma velâkin o gün bugündür bir türlü layıkı veçhile gereği yerine getirilemeyen horoz borcunun da ta kendisidir. Bu durum, Descartes hakkında niçin Gal horozu yakıştırması yaptığımızı da büyük ölçüde açık etmektedir. Descartes’tan yaklaşık bir buçuk asır sonra, yine aynı hassasiyetle F. Hegel (1770-1831)(6), “mutlak fikrin gerekliliği”ni en derinden hisseden ve bunun gereğini yerine getirmek için de, altından asla kalkamayacağı çok büyük bir işe, yani “mutlak fikrin kuruculuğu”na tevessül eden kişi olarak karşımıza çıkar. Hâlbuki “mutlaklık”, “Mutlak Varlık” olan Allah’ın hasrındadır. “Mutlak fikir” ise Allah’ın kelamı ile örtüşen bir mânâdadır. “Mutlak fikrin gerekliliği”ni “Mutlak Fikir” üzerinden kotaramayanların içine düştükleri / düşecekleri en büyük handikap, (veya büyük hata!), meselâ halifeliği görünsün diye, “hatası sebebiyle dünyaya sürgün edilen insanoğlunun” murada uygun pozisyon alamaması ve haddi zatında tersinden gerçekleştirici bir konumda olmalarıdır. Diğer bir ifadeyle de, “belhümadal-aşağıların aşağısı” bir noktaya doğru bir seyir izlemek zorunda kalmalarıdır. 

Not: Akıl, dinden ve hayâdan bağımsız bir varlık değildir. Dinden ve hayâdan bağımsız olmadığı gibi, bilakis, din ve hayâ ile birlikte hareket etmesi emrolunmuştur. Daha evvel bu mevzuda malumat verilmişti. Dinden ve hayâdan bağımsız bir şekilde akıl üzerinde derinleşmek, aklın putlaştırılmasından başka bir netice doğurmaz. Kısacası, aklın kendi üzerine kıvrılarak kendisi hakkında sağlam bilgi vermesi muhaldir. Bir yanda ruhî bir keyfiyet çerçevesinde ölümsüzlüğe açılan bir kapı olarak akıl, diğer bir yanda ise “mahiyeti yokluk olan” ölümlü akıl! Sırf akıl üzerinden aklı anlama çabası, tabiri caizse, aklın kendi yonttuğuna tapmasını da beraberinde getireceği muhakkak. Nitekim bütün bir Batı felsefesi tarihi, aklın yonttuğu ve ardından da tapınılan mumyalanmış putçuklar mezarlığıdır. Üstad Necip Fazıl, “Batı Tefekkürü ve İslâm Tasavvufu” isimli eserinde, “Felsefe, birbirinin yanlışını ortaya çıkarma mektebidir” derken, müsbeti teklifte değil de, bir tek menfiyi/olumsuzu belirlemede doğru mevki aldıklarına işaret etmektedir. Doğru oldukları tek nokta, diğerlerinin yanlış olduğunu tesbitleri… Yine Üstad Necip Fazıl, “Doğru Yolun Sapık Kolları” isimli eserinde, aklın mahiyetini açık edici olması bakımından, kuru akılcı İbn-i Teymiyye üzerinden kurduğu hüküm cümlesi, ki; bu hüküm cümlesi, horoz borcu mevzuu açısından da çok mühimdir: “Eğer insan“ben Kur’an-ı aklımla tefsir ederim”dese de tefsiri Beyzavî Tefsirinin aynı olsa yine küfürdedir.” 

Evet; “akıl, ruhî bir keyfiyet” olmakla birlikte, sınırlı, daha doğrusu had ve hududu belli olan bir varlıktır. İslâm büyükleri tarafından aklın “karışık bir dava” olarak nitelendirilmesini iyi anlamak gerekiyor. Allah Azze ve Celle, yegâne had ve hudud tayin edicidir. Akla düşen kendi had ve hududunu anlamaktır. En azından anlamaya çalışmaktır. Üstad Necip Fazıl: “Anlamak yok çocuğum, anlar gibi olmak var;/Akıl için son tavır, saçlarını yolmak var…”

“Aklın mahiyeti yokluktur” der İBDA Mimarı. “Mahiyeti yokluk olan” akıl, “mahiyeti varlık olan” Allah kelamını kâmil mânâda anlamaktan acizdir. Bu kat’idir. İman da bunun için var zaten. Nitekim “iman, aklın kabule muhtaç olmadığı noktada başlar” denilmiştir. Bütün varlık Allah’ın kelimeleridir. “Mutlak Ölçü” ile sabit olduğu üzere, “Kün fe yekûn- Ol der ve olur!” Hal böyle olunca, akıl, varlıklar âlemini, daha doğrusu her an değişen ve gelişen eşya ve hadiseler cümlesini kâmil mânâda anlamaktan acizdir. Allah kelamı olan Kur’ân’ın kalb sahiblerine indirildiğini haber veren de yine bizzat Kur’ân’ın kendisi!

Din ve hayâdan azade bir şekilde sırf beşer aklı üzerinden aklın bizzat kendini kritik etmesi insanı selamete çıkarmaz. Hem sonra, aklı anlama çabası ile akılla anlama çabası birbirinden çok farklı şeylerdir. Din ve hayâ üzerinden aklı anlama çabası gayet tabii ki de bir tür akılla anlama çabasıdır. Bu tür bir anlama çabası, selim aklın ortaya çıkmasına da vesiledir. Descartes ve seleflerinin bence en büyük hatası, kuvvetle muhtemel, aklı akılla kritik ettikten sonra, tabiri caizse, süzme akılla, veyahut da sürçme akılla iş görmeleridir. Diğer bir ifadeyle de, “Ben aklın işleyişini anlarsam bütün varlığın işleyişini de anlarım!” şeklindeki düşüncelerinin sığlığıdır. Bilmek gerekir ki, aklı anlama çabası ile akılla anlama çabası birbirinin aynı değildir.  

Not: Felsefenin anavatanı eski Yunan olmasına ve nihayetinde modern felsefenin kendisini şekillendirmesinde de istinad noktanın yine eski Yunan olmasına rağmen, nasıl oluyor da Descartes, modern dünyada felsefenin babası olarak kabul edilebilmiştir. Descartes, “hakikat arayıcılığı” olarak takdim edilen felsefeye ne katmıştır ki modern felsefenin babası olarak kabul görmüştür? Kanaatimce şudur bu sorunun cevabı: Descartes’ın bütün çabası, aklın nasıl kullanılması gerektiğinin temel prensiplerini ortaya koymaktan ibarettir. Aklı akılla anlama çabası da denilebilir buna. Aklın ne olduğu veya ne olması gerektiğine dair bir düşünce, onun temel meselesi olmaktan çok uzaktır. Onun en temel meselesi, aklı kullanma yöntemini veya metodunu yine akıl perspektifinden vuzuha kavuşturmaktır. Descartes’ın aklı kullanma yöntemi veya metodu, analitik düşünme yöntemiyle akıl yürütme şeklinde tavsif edilmiştir.

Descartes, elde etmek istediğini elde edebilmiş midir? Yani horoz borcu mevzuunda murada uygun bir duygu ve düşünce sistematiği ortaya koyabilmiş midir? Bu çalışmamızın iddiası üzerinden söylemek gerekirse, Sokrates’in miras bıraktığı horoz borcu henüz ödenebilmiş değildir. 

Şunu da hatırlatmadan bitirmek istemiyorum: Her kim ne söylerse söylesin, velev ki söyledikleri bizzat aklın kendisine dair olsun, fark etmez, en nihayet söylenenler akıl üzerinden söylenecektir ki bu durum, üzerinde durulması gereken en önemli noktalardan biridir. Tam da bu noktada sormak isteriz: Kritik edilen şey aklın yöneldiği şey midir, yoksa aklın bizatihi kendisi midir? Mevzu aklın kendisi ise; irdelenmesi gereken şey aklın mahiyeti mi, sınırları mı, yoksa akla yüklenen mânâ mı? Hangisi? Doğru cevap, bence, hepsi şeklindedir. Çünkü herhangi bir şeyin kritik edilebilmesi, ona dışardan bakabilmeyi de gerekli kılar. Öyleyse; evet, kritik edilen şey aklın bizatihi kendisi olduğuna göre, neye göre ve neye nisbetle sorusunun cevabı, meselenin netleşmesi açısından da belirleyici olacaktır. Akla din ve hayâ ile birlik olmak emredildiğine göre, aklın neye göre ve neye nisbetle kritik edilmesi gerektiğinin açık adresi de böylece ortaya çıkmış oluyor! 
 
Dipnotlar:
1*“1618 senesinde, Avrupa’nın ortasında, Bohemya’da savaş… Protestan Çekler’in, Habsburglar’ın müdahalesine, Katolik papazlarını pencereden atmak suretiyle verdikleri cevap, 30 sene muharebelerini doğurmuştu. Daha sonra, bütün Avrupa’ya sirayet eden ve nihayet 1648 Westefalya muahedesiyle sona eren din harbi, birçok maceraperestleri Bohemya’ya çekmişti. Her memleketten, her dinden ve her çeşitten muharibler, şehirleri yakıyor, köyleri yağma ediyor, “tarihin eşini görmediği” akla gelmeyen zulüm ve işkenceler işliyordu.” (Salih Mirzabeyoğlu, Büyük Muzdaribler -“Düşünce Tarihine Bakış”-, İBDA Yayınları, c. 2, İstanbul, 2003, sh. 231)  

2*https://auzefalmsstorage.blob.core.windows.net/auzefcontent/18_19/felsefe_tarihi_sorunlari
_1/10/index.html#konu-2


3*http://www.felsefe.gen.tr/filozoflar/rene_descartes_hayati_ve_eserleri.asp

4*Teleoloji, yaşamı ve evreni ereklerle temellendiren ve açıklayan düşünce biçimidir. Nedensellikten farklı ve ona karşıt olarak teleoloji, her şeyin temelinde bir ereksellik / amaçlılık bulunduğunu, bir erekle belirlenmiş ya da bir ereğe yönelmiş olduğu fikrinden hareket eder… Kuralın amacından yola çıkarak getirilen açıklama, yapılan yorum…Mesela, Yaradılışçılarca başvurulan, “etrafımıza baktığımızda gördüğümüz her şeyin tasarlanmışçasına mükemmel uyum ve düzen içinde oluşundan, varlığın bir amacı olduğunun anlaşılabileceği ve tanrının varlığına bu çıkarımla ulaşılacağı” argümanı teleolojiktir. Sonuçtan sebebe doğru bir argümandır…Teleolojik, yani “telos”a ilişkin bir projeksiyon, bir entitenin gelip dayanacağı noktayla ilişkilidir. Mesela Hegelyan felsefenin bir telosu vardır (=mutlak tin). Ve Hegel’in tarih felsefesi, bunun günün birinde gerçekleşeceğine dair teleolojik bir projeksiyon sunar bize. Hegel’in tarih felsefesinin teleolojik bir karakteri vardır çünkü ona göre tarihin ilerlemesi zeitgeistin kendisini gerçekleştirmesidir, yani bir hedefe yöneliktir. (Bkz. Weber, 1991:32; Gökberk, 1990:37; Thomson, 1988:371; Sahakian, 1990:16).

5*Ahmet Cevizci, Felsefe Tarihi, say. Yayınları, 5. Basım, İstanbul, 2015, sh.437.

6*Büyük bir sistem kurarak, Kant’ın imkânsız olduğunu söylediği şeyi gerçekleştirmiş, yani rasyonel bir metafizik kurmuş olan ünlü Alman filozofudur. Hegel’in kurduğu sisteme diyalektik mantıkdenilir. Buna göre bir fikir (yani tez), karşısındaki başka bir tezle (anti-tezle) karışır, bundan yeni bir anlayış doğar ki buna sentez denilir. Hegel, Kant’ın felsefesine inanmakla beraber onun fikirlerini yetersiz buluyordu. Kant’ın aksine insanların her şeyi öğrenebileceklerine inanmıştı. Hegel’e göre dünya demek mantık demekti. İnsanlar mantığın sınırlarını çözdükleri anda beşerin sınırlarını da çözmüş olacaklardı. Hegel’e göre, biricik, canlı felsefe, çelişmelerin -daha doğrusu zıdların felsefesidir; çiçek, meyvenin ortaya çıkmasına yol açar, ama meyvenin ortaya çıkması için de, çiçeğin ortadan kalkması gereklidir. Demek ki üremenin gerçeği hem çiçek hem meyve olmaktır. Ölüm hem ortadan kaldırmadır, hem yeniden doğuşu sağlayan koşuldur.(http://www.felsefe.gen.tr/georg_wilhelm_friedrich_hegel_kimdir.asp)


Baran Dergisi 626. Sayı