Bir önceki yazımızda Descartes tarafından örgüleştirilen Kartezyen Felsefenin (Düalizm)(1) en önemli argümanı “metodik şüphe” üzerinde durmuştuk. Birazdan bu mevzuya yine devam edeceğiz. Ama önce bir tesbitte bulunalım. Descartes’ın örgüleştirdiği duygu ve düşünce sistemi veya dünya görüşü, -horoz keyfiyeti gereği!-, sadece kendisinden sonraki felsefî sistemleri etkilemedi, A. Comte üzerinden sosyal bilimlerin anası kabul edilen başta sosyoloji ilmi olmak üzere pek çok ilmi de çok derinden etkilemiştir. Demek ki, “metodik şübhe” mefhumu, sosyoloji ilminde de karşılığı olan bir kavramdır. Meselâ “mantığın tatbikatı” olarak da kabul edilen metodun konusunu, teorisi ve uygulamalarını ele alan sosyoloji ilmi, Descartes’ın “metodik şübhe” argümanı çerçevesinde, “zihnin, gerçek olaylar üzerinde objektif hakikatlere varmak, teorilere ulaşmak amacıyla sarf ettiği düşünme safhalarının araştırılması”nı ön görmektedir. Bu arada, Eflatun’da “Doktrin” manasında kullanılan metod kelimesinin Aristo’da “Araştırma Usulü” mânâsına geldiğini de söyleyelim.(2)

Yine bir önceki yazımızda, “metodik şübhe” üzerinden hareket eden Descartes’ın örgüleştirdiği Kartezyen felsefenin temelinde “kesinlik ilkesi”nin olduğunu söyledik. Descartes, pek çok filozofun azim çabasına karşın kendinden önceki tüm felsefî ekollerde, kuşkulu olmayan hemen hiçbir şey bulamaz. Onun gözünde hemen her şey “başlangıç” itibariyle kuşkuludur. Yani ilkin “iman” veya “peşin kabul” diye bir derdi yoktur. Gerçi, kuşku duymak için de “iman” gerekir ya, o da ayrı mesele! Ona göre felsefe, çok uzun zamandır yapılan bir etkinlik olmasına rağmen halihazırda “kesinlik ilkesi”nden mahrumdur. Bundan dolayıdır ki kendisi, felsefede “kesinlik” peşindedir. Bunun üzerine şu şekil bir karar verir: “Başkalarının eserleri üzerinde çalışmakla pek mükemmel şeyler yapılamayacağı açıktır.” Mükemmeliyetçi bir mizaca sahib olan Descartes, ahir ömrünü bu sözün gereğini yerine getirmekle geçirmiştir.

Descartes’ın “kesinlik ilkesi” anlayışı veya arayışı, çok daha sonraları, meselâ “tez, antitez ve sentez” döngüsü üzerinden Hegel tarafından “baş tacı” edilmiş ve onun “mutlak fikrin kuruculuğu”na tevessül etmesine zemin hazırlamıştır. Ondan önce de, “Cesur ol ve aklını kullan” (Sapere Aude) mottosu üzerinden Emmanuel Kant’ta ma’kes bulmuştu. Bu arada hemen şunu da söylemek gerekir ki, “Mutlak fikrin kurulamazlığı” üzerinden “mutlak fikrin gerekliliği”ne yelken açan Büyük Doğu-İBDA ruh ve fikir sistemi, “mutlak fikir”e göre örgüleştirilmiş bir ruh ve fikir sistemidir. Hal böyle olunca, “peşin kabul” veya “peşin fikir hikmeti” çerçevesinde “kesinlik ilkesi”ni de ta başından halletmiş olarak, düşünce faaliyetini “Mutlak Ölçüler”e göre yapmayı tercih etmiştir. Bu tercih, Müslüman olmanın, diğer bir ifadeyle de hürriyet ve zorunluluk çerçevesinde şekillenen bir tercihtir. Kısaca söylemek gerekirse, insanoğlunun temel faaliyetlerini, (duygu, düşünce ve irade), faaliyetleri mümkün kılan temel araçlar (mantık vs.) üzerinden temel değer ölçülerine (iyi, doğru ve güzel) bağlar ve İslâm’a olan bağlılığını bağlılıkta kendini ortaya koymak mânâsına, Allah ve Resûlü’nün bildirdiği, öğrettiği ve gösterdiği tüm eşya ve hadiseler hakkında iyi, doğru ve güzel hükmüne varır.    

Descartes felsefede aradığı “kesinlik ilkesi”ne ulaşmak için, daha önce tanışık olduğu tüm görüşleri, yerlerine daha iyilerini koymak ya da doğruluklarını kanıtladıktan sonra gene onları kullanmak şartıyla geçici bir süreliğine yanlış sayar. Nitekim Tanrı’dan, çevresinden, kendisinden ve dahi diğer insanlardan şübhe etmesini de bu çerçevede değerlendirmek gerekiyor. Gerçi niçin böyle bir tavır aldığını bir örnekle şu şekil açıklar: Meyve dolu bir sepetten çürük meyveleri ayıklamak için sepeti olduğu gibi boşalttıktan sonra sırayla meyveleri teker teker gözden geçirerek, çürükleri bırakıp çürümediğini gördüklerini yeniden sepete koymak… Tedaisi, Nasreddin Hoca’nın şuna değdi, buna değmedi esprisi üzerinden neredeyse hiçbir şeyi dışarda bırakmaması hikayesi!.. Demek ki bütün mesele, “bana göre” üzerine kurulu imiş! Tamam da sen kimsin? İBDA Mimarı’nın “Ben Kimim?” terkibi üzerinden “Ölüm nedir?” terkibine yol bulmasını bu çerçevede düşünmek gerekiyor. “Bana göre!” diyebilmenin zirve noktası, “Ben Kimim?” terkibinin de bağlı olduğu Peygamberlik tavrıdır. Peygamberlik tavrı, kuşku duymak üzerine kurulu değildir; alınan İlâhî emri tebliğ etmek ve gereğini yerine getirmek üzerine bina edilmiştir. Rönesans- Yeniden Doğuş Hareketi ve sonrasında ortaya çıkan Aydınlanmacı tavır, insanı merkeze aldıktan hemen sonra insan aklını (beşerî akıl!) kendisine baş tacı yapar. Hâlbuki beşerî akıl, yaratılmış bir varlıktır ve esas mesele, aklı, Peygamberlik tavrı üzerinden Yaratıcı ile buluşturmaktır. Selim akıl denilen durum!

Descartes’ın aradığı “kesin bilgi” için kendisine yardımcı olarak seçtiği araçlar mantık, geometri ve cebir ilimleridir. Mantığın yeni bir şey söylemediğine karar veren Descartes, eski cebir ve geometriyi de yetersiz bulur. Mantık, cebir ve geometrinin kendince işe yarayan taraflarını aldıktan sonra, kendisine başka bir metod arar. Bu metodun bir parçası olarak da cebir ile geometrinin birleştirildiği “Analitik Geometri veya Tahlilî Hendese” denilen kendi sistemini kurar.(3) Böylece çok daha sonraları ortaya çıkan Analitik Felsefenin(4) de temelini atmış olur.

Demişlerdir ki, Descartes, “Metafizik Düşünceler” isimli eserinde, “eğer aldanmıyorsam, şüphesiz ben varım; istediğim müddetçe de aldanmayacağım, bir şey olmayı düşündükçe de var olacağım” der ve felsefedeki “Dekartçı ihtilâli” başlatır. Descartes, âlemin varlığını kabulden evvel, diğer bir ifadeyle de kadim felsefenin temel sorusu olan “varlık (arkhe) nedir?” sorusunu dahi sorma ihtiyacı duymadan evvel, müşahhas ve belli bir düşüncenin varlığını (yani insanın kendisi üzerine düşüncesini) kabul etmekle işe başladı ve bunun formülünü, daha evvel de söylendiği üzere, “Cogito, ergo sum”, yani “Düşünüyorum, o halde varım” şeklinde mottolaştırdı ve bunu da, felsefenin hakikat arayıcılığı serüveninde şüphe götürmez biricik hakikat olarak kabul etti ve bütün bir epistemolojik çabasını söz konusu terkibî hüküm cümlesine bağladı. Descartes açısından bu durum, derin düşüncenin şekli olmakla birlikte, mutlak derûnî tecrübenin de ta kendisidir. Descartes’ı bu denli cesur hükümler vermeye sevk eden “derin” düşüncenin arka planında ne vardı sorusunun tek bir cevabı var ve o da, Tanrı’ya olan inançtır. Nitekim “metodik şübhe” üzerinden her ne kadar şüphe etmeye Tanrı’dan başladıysa da, bunu aklı kullanmanın metodunu örgüleştirmek adına yapmıştır. Yani kendince Tanrı’yı Tanrı için yok saymıştır. Bunu yaparken de aklından, daha doğrusu kalbinden çıkaramadığı tek şey, aldanmayan ve de mükemmel bir Tanrı’nın varlığına olan inançtır. Çünkü Descartes’a göre yegâne aldanmayan ve aldatmayan Tanrı’dır. Ferdî cevher olarak ruhun gerçekliğini, hâli hazır düşüncenin varlığından çıkaran bu delil, daha evvel kilise babalarından Augustinus tarafından ifade edilmiştir. Bu filozof “Tanrı Sitesi” veya “Tanrı Devleti” isimli eserinde “Aldanıyorsam ben varım. Zira gerçekten aldanmayan kimse mevcut değildir; ve ben aldandığım için varım” diyordu. Bu tür bir düşüncenin temelinde, “eksik varlık” çerçevesinde, Hazret-i Adem Aleyhisselâm’ın hatası yüzünden “Halifeliği görünsün” diye dünyaya sürgün edilmiş olması vardır denilebilir mi? Veyahut da, “Ben yokum, Allah var!” mutlak hakikati! Bu tarz bir cogito’nun İbni Sinâ’da da olduğu söylenir. Descartes’ın Cogito’yu ondan aldığına dair bir iddia dahi vardır. 

Descartes’ın ünlü terkibi hükmünden mülhem François Fenelon, (François de Salignac de la Mothe-Fénelon)(5), (d.1651- ö.1715), “yokluk şüphe edemez, şüphe etmek ve aldanmak, işte düşüncenin ta kendisi” diyecektir. 

L. Lavelle (d.1883- ö.1951) ve G. Marcel (d.1889- ö.1973) gibi filozoflar ise Dekartçı cogitoyu realist açıdan yorumlamışlardır. L. Lavelle göre “Düşünüyorum, o halde varım” formülü, “düşüncede varlığı değil, varlıkta düşünceyi ifade eder.”(6)

Eşya ve hadiseler, ister ontolojik isterse epistemolojik olarak varlık alanına çıksınlar, fark etmez, varlık kokusunu üzerinde taşıyan hemen her şeyde olduğu gibi, meselâ Descartes’ın peşine düştüğü ve bütün felsefî sistemini üzerine bina ettiği epistemolojik hakikat hâlinde “Düşünüyorum, o halde varım” hakikati, bütün hakikatiyle yerini, değerini ve izahını, “hakikatin hakikatini temsil eden İslâm”da bulur. “İstikbâl İslâmındır” mânâsının tecelligâhı olan ve “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA”nın Mimarı Mütefekkir Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun “Ölüm Odası”ndan:  

“Süryanice, HAREY-Herşeyden önce: 220: HAREY-Süryanice, “Ben burdayım”; düşünüyorum öyleyse varım, varım onun için düşünüyorum! (Varlık ve bilgi bahsinin birliği, İslâm’da!)”(7) 
 

Dipnotlar
1*“Temelinde, birbirine irca edilemeyen iki prensibin veya iki cevherin mevcudiyetine inanç bulunan her sisteme düalizm denir. Bu iki prensibin varlığı tabiattaki eşya nizamında veya bütün kainatta mümkündür. Düalizm, monizm (Bircilik) zıddıdır. Descartes, metafiziğinde madde ve ruh yahut uzanıp-yayılan yani yer kaplayan ve düşüneni iki cevher kabul etmiştir. Bunlar yekdiğerine irca olunamayan prensiplerdir. Spinoza bu iki esası tek bir cevherde birleştirerek monist bir sistem ortaya koymuştur. Eflâtun’un madde ve misal alemi, Aristo’nun kuvve ve fiil’i, Kant’ın nomen ve fenomen alemi düalist bir anlayışın mahsulüdür. Keza, Hürmüz ve Ehrimen gibi ayrı prensiple alemi izah eden Manişeizm de ilahiyatçı bir düalizmdir. Asrımızda Bergson (madde ve Hafıza) adlı eserinde zihnin ve maddenin gerçekliğini açıkça kabul ettiği için düalist bir anlayışı taşımaktadır.” (Süleyman Hayri Bolay, a.g.e., sh. 61.)
2*http://metodik-suphe.nedir.org/
3*https://auzefalmsstorage.blob.core.windows.net/auzefcontent/18_19/felsefe_tarihi_sorunlari_1/10/index.html#konu-3
4*Analitik felsefe pozitivizmin 20. yüzyılda çağdaş bir görünüm almış şeklidir. Neo-pozitivizm ya da mantıkçı pozitivizm olarak da bilinen bu anlayışa göre felsefenin asıl uğraş alanı dildir. Bu yaklaşıma göre felsefe; varlık, değer ve tanrı üstüne doğruluğu test edilemeyen öğretiler öne sürmemelidir. Felsefenin görevi dildeki kavramları çözümlemektir. Bu felsefe anlayışına göre bilime dayanan bilgi doğru bilgidir. Bir bilginin doğru olup olmadığını anlamak için de bilginin analizi gerekir. Bu amaçla bilimin kullandığı önermelerin kuruluşu ve yapısı incelenir. Bu da dil analizidir. (http://felsefe38.blogcu.com/analitik-felsefe-nedir/1806751)
5*François Fénelon, Fransız Roma Katolik başpiskoposu, ilahiyatçı, şair ve yazar. Bugün çoğunlukla, 1699'da yayınlanan Les Adventures de Telemaque adlı kitabının yazarı olarak anılmaktadır.
6*Süleyman Hayri Bolay, Felsefî Doktrinler Sözlüğü, Akçağ, 5. Basım, Ankara, 1990, sh.131-132.
7*http://www.barandergisi.net/olum-odasi-b-yedi/olum-odasi-b-yedi-konferans-sicak-takib-390-h3690.html



Baran Dergisi 628. Sayı