Batı toplumunun eşya ve hâdiseye yanaşan şuuru, iki ana kaynaktan beslenerek gelişir. Bu kaynaklardan ilki, Ortaçağ’dan Rönesans’a kadar olan dönemin beslendiği kaynaktır. Bu idrak zemininde eşya mutlaktır, değişimi-dönüşümü, ferdin geçirdiği istihâleler paralelinde gerçekleşir.

Rönesans’la birlikte her şey değişir. Çünkü bundan sonra Batı, beynini artık düşünmeye değil, hesaplamaya verecektir. Eşya aklın bir uzantısı hâlinde matematiğe bağlanır. Hatta aklın düzeni, eşya ve hâdiseler zemininin bir devamı ve neticesi olarak kurulur. Bu idrak zemininde obje çözümlenebilir, dokunulabilir ve sorgulanabilirdir. Özne-nesne özdeşliği aranmaz. Fert kendisini eşya ve hâdiseler düzeninin bir devamı ve neticesi olarak görür. Bu hâl son tecritte, çelişkiler yumağı içinde kalan Batılı insanın kendisine yabancılaşması demektir.

Bundan sonra ölçüp biçme çılgınlığına tutulan Batı aklı, her türlü entellektüel sahtekârlığı matematik kılığına sokup yutturacaktır. Esrarına ve teshirine memur olduğumuz kâinatı bilmede, akılcı ve duyumcul tanıma biçimini, tanımaların yegâne biçimi olarak dayatacaktır. Ne var ki bu süreç, suretin cevheri kendi hakikatine taşıdığı bir süreçtir. Ve bu süreçte tanıyan özne ile tanınan nesne mütekabiliyeti aranmaz. Bu sebeble bu tarz bir tanıma biçimi tam bir tanıma sağlamaz. Oysa bunun dışında akıl ötesi- duyum ötesi- estetik- mistik- sezgisel; gerçekliği farklı yönleriyle ve dolaysız tanıma biçimleri de vardır. Bütün bu dolaylı ve dolaysız tanıma biçimleriyle beraber, toplumsal-kültürel fenomenlerin tam olarak bilinmesi, ancak “Mutlak Fikir” den hareketle temellendirilmiş bütüncül bir bakışla mümkün. “Keşfi olmayanın bilgisi de yoktur” hikmeti bağlamında, çağımız “yönlendirici ilke”si “keşf sahibi” “iki büyüğün” örgüleştirdiği BD-İBDA dünya görüşüdür. İnsanlığın bunun bilincinde olup olmaması bu gerçekliği değiştirmez.

Yaratıcılığını tüketen Batı kültürü yozlaşıp ruhsuz bir biçimciliğe, kemikleşmeye dönüştükçe, katı kuralların baskısı altında bunalan insanlık da havasızlıktan boğulmaya başladı. Prometheus’çu model (ilâhî düzene kafa tutan) sona yaklaşırken, insanlığın kurtuluşunu müjdeleyen yeni bir ruh Doğu’dan yükselmeye başladı. Bu ruhun sahibi hiçbir mekân hasisliği içinde olmadan, aynı zamanda Batı’nın bütün ölümsüz değerlerinin de varisidir. Henüz yetişme çağında olsa da geleceğin aydınlık ve ibdaî hayat ümidi bu fikri içselleştiren insan modelinde aranmalıdır. Zira, gelecek bu kültür ve zihniyete mensup insan liderliğinde şekillenecektir.

Bu kültürün insanı; kendisini, hayâlini kurduğu üstün nizâmı yeryüzünde gerçekleştirmekle görevli bilen, kendi içinde hissettiği iç âlem düzenini ve âhengi çevresinde de yeniden kurmak isteyendir. Esrarına ve teshirine memur olduğumuz kâinatı değiştirip-dönüştürürken, bunu başıboş bir arayış ve kendini tatmin hissi ile değil, Allah tarafından kendisine verilen bir görevi yerine getirmek şuuruyla yapar. İnsanları düşman olarak değil kardeş olarak görür. Bu insan için dünya yağmalanacak bir ganimet değil, tam aksine güzelleştirilmesi, asilleştirilmesi, mâbede dönüştürülmesi gereken ebedî hayata geçişin eşiğidir. Ayrılmış olanı birleştirmek, biçimsiz olana biçim vermek, yeryüzünde kendi idealini gerçekleştirmek ve Allah’ın nizamını hâkim kılmak iştiyâkı tüm ruhunu sarmıştır.

Duyumcul Batı kültürünün sona yaklaşması ve hâkim yeni kültür modelinin ortaya çıkmasıyla birlikte, sona eren kültürün coğrafî merkezinden de yerine gelmekte olan kültürün merkezine doğru kaymalar olması kaçınılmazdır. Avrupa sönmekte olan kültürün merkezi olduğuna göre, yeni kültür başka yerde ortaya çıkacaktır. Bu yer Doğu’dur ve Doğu’ya aslî rengini veren de İslâm’dır. Birliğini kuramamış bir Avrupa’nın bu oluşumun içinde yeri yok. Bunu bildiği içindir ki Avrupa Birliği projesinde ısrar ediyor. Ne kadar ısrar etse de artık beş yüzyıldır devam ettirdiği eski gücünü ve önemini koruması mümkün değil. Birliğini sağlayamayan Avrupa, evrensel ölçekte hiçbir önemli gelişmeye yataklık yapamaz. İçinde hiçbir şeyin yetişmediği, dört tarafı duvarla çevrili bir arazi parçası olarak kalır. Ama Rönesans’tan beri devam ettirdiği eski gücü ve önemini koruma şansı da yoktur. Güç dengeleri değişirken birleşmemiş bir Avrupa, evrensel çapta hiçbir önemli oyunun sergilenmediği taşra tiyatrolarından biri olarak kalmaya mahkûmdur.

Maddîyât bataklığında boğulmuş, iktidar tutkusuyla bozulmuş ve felâketin eşiğindeki insanlığa ancak İslâm yeni bir ruh kazandırabilir.

Aylık Dergisi Şubat 2013