Kronik hastalıklar, diğer rahatsızlıklara göre epey farklıdır. Kronik rahatsızlık çeken birisinin hayat şartları, “normal” insanlarınkine nisbetle daha kötü, berbattır. Mesela kronik bronşit birinden bahsedeyim: Bağışıklık sistemi herhangi sıhhatli bir insanınkinden daha güçsüzdür, öyle olmasa bile kronik bronşitli şahıs ufak-tefek soğuk algınlığında bile yatağa düşebilir günlerce sürecek halsizliğin pençesinde kıvranabilir. Kuvvetsizlik zaman içerisinde psikolojik yönden insanı etkiler ve sosyal bozuklukları peşinden getirir. Gripten kaynaklı kuru öksürükler “kötüye gidiyorum” hissi uyandırır. Kronik solunum yolu hastalıklarına yakalanmış birinin savunması daha da düşüktür, bunun bazı belirtileri göğüs sıkışması, öksürük, hırıltılı solunum, temiz havaya açlık hissi ve saire... Dünyada her dört ölümden biri KOAH (akciğer solunum rahatsızlığı) vesilesiyle vuku buluyor. İhtisas alanı bunun üzerine olan kişiler, misalleri ve belirtileri çoğaltabilir. Kronik kelimesinin mânâsı, “süreğen” yâni, ne zaman sona ereceği belli olmayanmış. Bu vakıaların bir diğer yönü de bir önceki cümlede gizli aslında. Ne zaman ve nasıl nüksettiği kestirilemez olması, onu daha belâlı bir hâle getiriyor.

Platon’a göre insan ile devlet arasında büyük bir benzerlik vardır. İnsanlarda bulunan bazı nitelikler, devletin temelini oluşturan unsurlardandır. İçtimai sınıflar, insanın organlarına benzermiş, çalışması lâzımmış. Muteber devletin, düşünürleri, sanatçıları ve liderlerinin güzîde olması, yaptığı işin hakkını vermesi gerekir. Bazen bir fikir, kınından çıkmış kılıçtan daha keskindir. Bir şaheser bize azmin ve anlayışın nişanesini gösterebileceği gibi, herhangi bir hâdisedeki hayvanî davranışta ahlâksızlığın daniskasıyla karşılaşabiliriz.

George Floyd’un Minneapolis’te polisler tarafından “nefes alamıyorum!” dediği hâlde öldürülmesi ve ardından yaşanan hâdiseler mâlumunuz; ilk değildi, muhakkak son da olmayacak. Buna benzer şeyler, “meşru” bir sebeple yahut keyfî bir davranışla ABD’de yaşanmaya devam edecektir. Amerika’yı bir insan farz edecek olursak, kronik hasta olduğunu tesbit için doktor olmamıza lüzum yok.

Afro-amerikanların davası Muhammed Ali, Malcolm X, Martin Luther, Rosa Parks gibi şahsiyetlerle sembolleşse de, ırkçılığın bugün geldiği boyut elli yıl öncekinden küçük değil. Siyahîlerin protestolarına katılan ihtiyar beyaz bir kadının pankartı yaşananların hülâsasıdır: “Buna inanamıyorum, altmış altı yaşındayım ve hala bu iğrenç şeyi protesto ediyorum!”

ABD korku filmlerinde bile ilk önce siyahîler ölür. Bir yerde suç işlendiyse, yahut ihbar verildiyse ve orada bir siyahî varsa potansiyel suçlu siyahîlerdir. Siyahîlerin hayatları ehemmiyetlidir (Black Lives Matter) ve bana kalırsa siyahın da beyaz gibi güzel olduğu anlaşılmadığı sürece, ak da kara kadar değersizdir.

Stendhal’ın Kırmızı ve Siyah’ı

Stendhal’ın (Henri Beyle) Kırmızı ve Siyah isimli klasik romanının, ABD’deki hâdiselerle tek alâka kurulacak yanı, ismindeki “siyah” kelimesi gibi gözükse de aslında öyle değildir. Fransız romanlarıyla haşır neşir olanların sevdiği kitaplardan birisidir bu. Romanın kahramanı Julien Sorel Fransa’nın ufak bir kasabasında, sıradan bir kerestecinin oğludur, çalışkan çocuktur, dinî yönden eğitimlidir ve Latince’yi sular-seller gibi akıcı bilir, en mühim özelliği ise bir okuduğunu asla unutmayışıdır! Sorel, ailesi tarafından horgörülür, ezilir Amerika’daki siyahîler gibi. Çocuk kasaba hayatından kurtulup Paris’teki kibarlar âlemindeki tahtlardan birine gözünü diker... O devirde yükselmenin iki yolu vardır, ya siyahı (kilise) seçerek büyük bir adam olacaktır ya kırmızıyı (askerî kariyer) tercih edecek, ileride kont, dük yahut baron olmaya gayret edecektir. Bir acayip hikâye doğrusu. Dinî eğitimi dolayısıyla karşısına çıkacak engebeli yollarda vicdanı onu rahat bırakmayacaktır. Napolyon Bonaparte’a duyduğu gizli bir hayranlık başını belaya sokacaktır. Acaba hangi yol onun için daha hayırlı? Hesapta iki farklı kadına aşık olmak yoktur tabiî. Ve Paris en çok düşlerde güzeldir. Paris’te zarif kimseler bulunur, taşrada ise karakteri olan kimseler olabilir. (Sieyes)

Sorel’in akıbetini söylemenin yakışık bir yanı kalmaz. Amerika’da siyahîlerin akıbeti çoğunlukla ya mahpus yahut mezar olur. Gerçi Fransa da bir zamanlar giyotiniyle ün salmıştı. Kral ve kraliçesini giyotine götürenler, bize neler yapmaz...

Kalief Browder’in Hikâyesi

Browder (1993-2015), birinin sırt çantasını çaldığı iddiasıyla tutuklandığında on altı yaşındaydı. Ailesi kefaletini ödeyemedi diye New York’taki Rivers Adası Cezaevi’nde bin günden fazla işlemediği bir suç için tutuklu kaldı. Bu günlerin 700’den fazlası hücredeydi. Otuzdan fazla mahkeme günü oldu. Aç kaldı, işkence gördü. ABD’deki tüm televizyon programları onun hikâyesini anlattı, dönemin başkanı Barack Obama, çocukların hücre hapsinde tutulmasını yasakladı. Cumhuriyetçi senatör Rand Paul, Kalief’in içleracısı durumundan bahsetti. Bu müspet gelişmeler, çocuk için sevindiriciydi.

Bir gecede, birkaç farklı ifade veren Browder, “o saatte evde olmalıyım”, “evde olmam gerekir” diye iki farklı cümle kullandığı için kuşku uyandırdı, bu kuşku, ceza almasına yetti ve arttı. Bir çocuğun hayatının mahvolması, işte buydu olan. Bölge savcıları da duruşmaya hazır değildi, çünkü tanık ve çalındığı iddia edilen çanta ortada yoktu. Mahkemeler ertelendi, davaya bakan savcı “tatilde”ydi. Tanığın ifadelerinde “hırsızlık yapan oydu (Kalief) belki de değildi!” ibareleri geçmesine rağmen başına gelmedik kalmamıştı çocuğun. Nihayet cezaevinden üç sene sonra çıktı. Dilediğince hareket ettiğini zannetmek, özgürlük bu değildi; serbest kalıp doğduğu sokaklarda yürürken bunu tecrübe etti. Cezaevinde çarşaftan şeritler yırtıp intihar etmeye çalıştı, eğitim hayatı bitmişti, Bronx’taki Community Kolej’inde aldığı dersleri bırakmıştı, serbest kaldıktan bir gün sonra St. Barnabas’ta hastaneye kaldırıldı, psikolojisi berbattı, orada da hapsedildi. Hastane masraflarını da ailesi ödeyemedi, yaşadıklarını bilen bir “anonim” bu çocuğa acımış, tedavi ücretini ödemişti herhalde. The New Yorker dergisinde yazan Jennifer Gonnerman’in anlattığına göre, Kalief Rivers Cezaevi’ndeki görevliler ve mahkumlar tarafından da istismar edilmiş. Kısacası, bir çocuğun şahsında bir ailenin hayatı böylece katledildi, bu ismi unutmayın Kalief Browder 6 Haziran 2015’te Bronx’taki evin ikinci katında intihar etti, annesi sadece bir kat aşağıdaydı. Bir gece önce hayatta en güvendiği insana, annesine şöyle demişti: “Artık dayanamıyorum!”

George Floyd ve Kalief Browder’i öldüren şeyin kaynağı aynıdır; Batı’nın kendilerinden olmayanlara bakışı...

Baran Dergisi 700.Sayı