İslâm âleminin ortak hafızasını, dolayısıyla da ortak kültürünü oluşturan ana yapı, Allah’ın iradesinin en bedîî ve en bedîhî ifadesi olan mukaddes kitabımız Kur’an-ı Kerim’dir. Kur’an ümmü’l kitaptır; kitapların anasıdır. Hem her daim aynı, hem işitilmemiştir. Onu almaya hazır kalplere, değişmeyen lafzının içinde en baştan beri mevcut olan yeni mânâlar iletmektedir. Âyetler vahiy yoluyla nazil olmuş ve vahyin emini olan Peygamberimiz (S.A.V.)’in kalbine yalnız mânâsı değil, elfazı da inzal olunmuştur. Nüzul menzile tâbidir ve Peygamberimiz (S.A.V.) ümmidir; “annesinin onu doğurduğu hâl üzere bulunan”dır. Muhatap olduğu vahiy aklın ve duyguların dahlinin olmadığı, zihnin fonksiyonlarının askıya alındığı uyku ile uyanıklık arasındaki yakaza halinde ve rüyada kalbine indirilmiş, O da kendisine vahyedileni emrolunduğu gibi aynı sûret ve lafız içinde nakletmiştir. İlâhî sırların idraki hususunda akıl sermayesiyle tasarrufta bulunan ve bunun yetersizliğini göremeyenlerin yadırgadığı, eksiklik ve zayıflık olarak gördüğü tüm bu hususlar, aslında, vahiy yoluyla bildirimin olmazsa olmaz şartlarıdır, onu zayıflatan değil güçlendiren hususlardır. Lakin, insan, Hakk’ın zatına yerleştirdiği ruh, iman ve akıldan sadece akla yapıştığı, her şeyde onun rehberliğine başvurduğu zaman Allahtan kopar ve uzaklaşır, gaflet, yanılma ve unutma ruhunu sardığı için ilmi işlerin içyüzünü görmekte âciz kalır. Mânâ ve sırların ortaya çıkması için, nazar ve fikrin terkinin gerekliliğini kavrayamaz. Akıl ve ilmin tesbit ve tayin ettiği gerçeklerin, vahiy ve ilhamın yarattığı iman ve yakîn heyecanını getirmeye muktedir olmadığını göremez.

Çünkü, İlâhî sırların idraki hususunda akıl sermayesiyle tasarrufta bulunmanın hiçbir yararı yoktur. Nitekim, her bilenin üstünde “Her Şeyi Bilen” in var olduğunu bilen ârifler nezdinde de durum böyledir: Peygamberimiz (S.A.V.) vahyin nüzulü sırasında Allah’ın muradını kullandığı lafız üzere kavrayacak, Allah’ın sûret kazandırdığı mânâları müşahede edecek ve müşahede ettirileni aynen tebliğ edecek bir hâl ve nur üzeredir. Dolayısıyla, Peygamberimiz (S.A.V)’in hayatı sadece yaşanmış bir hayat değildir. Risaletinin âlemşümullüğü İlâhî rahmetin âlemşümullüğüne tekabül etmektedir. Bu sebepledir ki, “Âlemlere rahmet” tavsif edilmiştir. Her söz ve davranışı Allah’ın emrettikleridir ve vahye müsteniddir. “Âhlâkı Kur’an’dır.” Ve yaratılmışların ulaşmaya çalışması gereken hedef bu sözle özetlenmiştir. Dolayısıyla, yaratılış gayesine uygun bir hayat sürmek ve başına gelebilecek tüm felaketlerden uzak durmak isteyen her insan, vahyin aslî muhatabı olan Peygamberimiz (S.A.V.)’in yapmış olduğu gibi, kendini bütünüyle Allah’ın güzel isimlerinin sırlarına ve nurlarına açık hale getirmelidir… İnsanın gerçek haline kavuşabilmesi ve oluşunu tamamlayabilmesi, sanatkârların estetik bilgisi ve sanatındaki mahareti, ortaya koyduğu sanat eserindeki ibarenin ifadeye yetmesi; kendisinden çok uzakta, ötede ve ötenin de ötesinde bulunan müşahedeyi işaret etmesi buna bağlıdır.

Müşahade mârifete tâbidir. Ve “parça bütünün habercisidir.” Göz tekâmül etmiş bir ruhun penceresi olduğu zaman, lafzın mânâya ilişmesi gibi, ruhun cisme taalluku ile bütünün diğer kısımlarının temsili de derhal parçayı takip edecek, mânâların kaynağı olan suretler âlemi gözümüzün önünde açılmakla, canlı cansız tüm parçalar görünür hâle gelecektir. Dışımızda olduğu sürece göremediğimiz suretler içimize nüfuz etmekle mânâlar tecelliye gelecek, bizde bir heyecan ve temâşa zevki yaratacaktır. Dolayısıyla, güzelliği ve müşahade zevkini formun büyüklüğünde aramak yanlıştır… Bu, muhteşem bir mimarî yapı olabileceği gibi, canlı-zarif, ufacık bir nesne de olabilir. Zira, görünür güzelliğin ihsas ettiği duyguları ruhumuzda uyandıran şey, suretlerde tecelli eden mânâdır… Ruhumuzda böyle bir mânâ zuhur etmiyorsa, bulduğumuz şeyin ne olduğunu bilmemiz ve onu tasdik etmemiz mümkün değildir.

Hakk’ı bilmek de böyledir. Eğer içinde Hakk’a dâir bir mânâ zuhur etmiyorsa, O’nu aramak, O’na ulaşmak gibi bir çaba içinde de olmazsın. Olduracak, bulduracak ve erdirecek olan aşk ateşidir, yakıtı da hakikat ve marifettir. Aşka dâir en ufak bir belirişte her şeyden münezzeh ve ebedî olan “Mutlak Bir”e dâir bir ihsas vardır. Ancak insanın bu aşka yönelebilmesi için Kur’ân’ın nüzulünü kabul edecek bir kalbe sahip olması, kalbinde hissedilir bir form yaratması ve bunun şuurlu bir etkinlik olması gerekir. Bunun şuuruna varabildiği nisbette gerçekten aradığının ne olduğunu bilecek, en güzel ve en yüce olan “Mutlak Bir”in bizzat kendisini arzulayacaktır. İlâhî güzelliğe muhatap olduğu nisbette ruh ve beden olarak güzel bir insan olacak, kendini bilecek, kendini bildiği nisbette de Rabb’ini bilecek ve sevecektir. İlâhî güzelliğin bu sevgisini tanımayan insan ruh ve canlılıktan yoksun ve kaba ruhludur. İlham, idrak ve keşif yolları kapalı, ölü bir varlıktır, ölü bir dilin içinden konuşur.

Bu kültür-zihniyet ve insan prototipinin en iyi örneği, dünyayı sadece kendisinin düzenleyebileceği tapulu malı, üzerindeki insanları da daha doğar doğmaz emrine tahsis edilmiş şahsî kölesi olarak gören emperyalist dünyanın, acıyı da günahı da benimsemekten uzak ruhsuz insanıdır. Dünya ile barışık değil kavgalıdır. Kendisinde hiçbir zenginlik hissetmediği için kendisinden hiçbir şey veremez. Amacına ulaştıracak her tür aracı meşru görür. Bağlandığı şeyin hakikatle bir bağının olup olmamasını önemsemez. İlgilendiği tek şey kendisine sağladığı faydadır. Tanrı’yı kendi yarattığı âlemden tahliye edip kâinatı yeniden yaratmaya soyunacak kadar gurur ve kibirle dolu, varlığı kendinden bilecek kadar kendini bilmeyen talihsiz bir yaratıktır. Yaratılış gayesine aykırı biçimde sürdüğü hayat kalbin nurunu söndürmüş, fıtratın gücünü tüketmiştir, minnet ve şükran duygusu içinde ellerini açıp, gözlerini gökyüzüne çevirip saygıyla bakamaz. Tersine, yeryüzünü ve tüm üzerindekileri yutmaya hazır bir canavar hissizliği içinde canavarca, düşman ve kıskanç gözlerle yeryüzüne ve üzerindekilere bakar… Lânetlenmiş ve günahkâr olarak doğduğuna inanır. Ne yaparsa yapsın, ne kadar dua ederse etsin, ne kadar sevap işlerse işlesin suçunu affettirmek, aradaki ruhban sınıfını aşıp Tanrı’nın rızasını kazanma şansı yoktur. Gitgide Tanrı’dan uzaklaşmak, gözlem ve deneye dayalı şeylerin dünyasına daha çok gömülmek, sekülerleşmek, nihâyetinde mânen iflas etmiş içi boş bir görüntü olarak “yokluğun buz denizine açılmak” onun kaderidir.

Kendi kendini sömürgeleştirmenin modernleşme olarak dayatıldığı, modernleştirilerek sömürgeleştirildiğimiz dönemlere kadar, İslâm âleminin ve Doğu’nun diğer milletlerinin olmamak ve benzememek için direndiği ruh, bu ruhtu. Dolayısıyla, ahlâkî-fikrî tesirin Müslümanlarda, siyasî hâkimiyetin tamamen İslâmî iktidarlarda olduğu bir dönemde, Müslümanların insanlığı, düşünceyi, medeniyeti yönetimleri altındaki Batılılardan öğrendiği tezi, ancak Batılılara has bir yüzsüzlüktür. Aynı biçimde gelmiş geçmiş tüm medeniyetler içinde sadece Batı medeniyetinin, ırk ve coğrafyanın ideal bir biçimde birleşimiyle oluşmuş evrensel bir medeniyet olduğu, bunun dışındaki tüm kültürlerin ancak düşük ve güdük; statik ve yaratıcılıktan mahrum medeniyetler sınıfına girebileceği tezi de, dayandığı prensipler itibariyle yanlış bir kanaat ve boş bir inançtır.

Lâkin, bu ifadelerin yanlış olduğunu bilmek, doğruyu bildiğiniz anlamına gelmez… Bir dizi doğrulayıcı bilgi mutlak anlamda delil oluşturmaz, teyid hatasına düşersiniz. Bizler de hem ülke, hem İslâm âlemi olarak kendi medeniyetimizden vazgeçip başka bir medeniyete geçerken, bunun sonuçlarını tüm uzantılarıyla kuşatamadığımız gibi, sadece hadiseleri görüp kuralları göremediğimiz için emperyalistlerin fiilen işgal edemedikleri ülkeleri modernleştirerek sömürgeleştirdiklerini de göremedik. Görenlerden, uyaranlardan “yargılı” yahut “yargısız” infazlarla hemen “kurtulduk”, düşüncelerini daha doğmadan kaynağında boğduk. Emperyalist propagandanın hükümsüz kıldığı değerlerden boşalan alanı, evrensel değerler olarak dayatılan ve hiçbir insanî haslete yer vermeyen normlar doldurdu. Bizler de umudun ve temenninin yol açtığı bir körlük içinde, çareyi bu normlarda aradık. Lâkin aradığımızın ne olduğunu bilmediğimiz için bulduğumuzun da ne olduğunu bilemedik. Zihnimizi hep bu normal dolayımındaki sorular meşgul etti, bakış açımızı bu normlar belirledi. Nihayetinde birkaç klişeyle kendisine yeten, kendisine ait bir bilimi, edebiyatı ve sanatı olmayan, kendi hazinesinin dilencisi olarak yaşayan bir topluma dönüştük; dönüşmeye de devam ediyoruz.

Çünkü zihninize yerleştirdiğiniz bakış açısı, edindiğiniz düşünce kalıpları kolay kolay değişmiyor. Siz zihninize yerleştirdiğiniz bakış açısıyla sadece haklı olduğunuzu ortaya koyacak örnekleri düşünür, onları arayıp bulur ve buldukça da doğrulandığınız hissine kapılırken, onlar da bir yolunu bulup sonraki nesillere geçiyor, genç dimağlarda yuvalanıyor, bu da onların bakış açısı, objektifi oluyor. İçinde en ufak bir şüphe kalmamacasına dönmüş saplantılı biri olarak, “yeni”liği ve temel özelliği; başka dönemlerden, başka medeniyetlerden edindiği kültürel katkıyı, tüketim saiki ile ürettiği ve sonsuz kere teksir ettiği “kötü”nün içine “yeni” diye yerleştirmekten ibaret bir kültüre tapınmaya devam ediyor.

Oysa “gerçek yeni” İlâhî’dir. En güzel de en yüce olandır. Bilmek ve tanımak için, her an yeni bir tecelli ile var olan âleme yeni bir bakışla bakmak gerekir. Bakışı yenileyecek, başkalaşmasını sağlayacak olan ibadettir, mâbudu bilme nispetinde gerçekleşir, bilmeyen ve tanımayan ibadet edemez. Dolayısıyla, ibadette devamlılık esastır. “Yeryüzü size mescid kılındı”, ölçüsünden telmihen söylersek; Müslüman için yeryüzü bir ibadethanedir ve “ibadet sanattır”. Müslüman da, bütün bir hayatı sanat faaliyetine dönüştürmekle ve her ameliyle bir eser vücuda getirmekle yükümlü olandır. Ve bu hâl imanın ileri bir derecesidir, zamanı biçimlendiren “Büyük Sanatkarlar”a ve Peygamberlere has bir makamdır. Ulaşmak, sağlam bir yaratılışa dayanan ve güzelle apaçık bir ilişki içerisinde olan, ancak ahlâk ve estetik boyutuyla tezahür etmekle güzelleşen bir imanı gerektirir.

Ancak güzeli bulmak, ona ulaşmak, güzelden anlamak, kısacası güzelin fethi kolay bir iş değildir… Bir eğitim, şuur ve kültür meselesidir. Bir kültürün yükselebileceği en üst mertebe dindir ve din güzellik sevgisidir. “Mutlak Sanatkâr”ın en muhteşem iki eserinden birisi din, diğeri de insandır. Dinden murad İslâm, insandan murad da Sevgili Peygamberimiz (S.A.V.)’dir. “Zevken idrak iman” imanın kuşandığı elbise İslâm’dır. Dolayısıyla, İslâmi ölçülerin üzerimize oturması, onları taşıyabilmemiz, zarafet ve asaletin muhteşem birlikteliğini yansıtan bir vizyona sahip olabilmemiz için, “zevken idrak”imizin tam ve tamam olması gerekir. Çünkü fiillerde esas, sağlam bir yaratılışa dayanan imandır. Müslüman da, hayatı ve sanatıyla suretlere sığmayan mânânın taşıyıcısı olmak ve bütün bir hayatı sanat faaliyetine dönüştürmekle yükümlü olandır.

Ne var ki, Müslüman bir insanın bu yükümlülüğü yerine getirebilmesi için bu ödülü kabul edecek bir bünyeye sahip olması, yoksa da öncelikle bunun hazırlanması gerekir. Hazırlayacak olan da, “Mutlak Fikir”in yol göstericiliği ve denetleyiciliğindeki “vasıta sistem”dir, bunun yayılması ve ahlâka dönüşmesidir. Zirâ, “BÜTÜN FİKİR” olmadan bütüncül anlamda gelecek tasavvuru ve tayini mümkün değildir… Hayatın normalleşmesi; yaşanmaya değer bir hayat sürebilmek buna bağlıdır. Bu yolda, “BÜTÜN FİKRİN GEREKLİLİĞİ”nin sistem bazında ortaya konulmuş olması hem bir umut hem büyük bir imkândır. Muhafazakârı ve laikiyle, kendini kendine ait olmayan bir hayatın büyüsüne iyiden iyiye kaptırmış insanımızın dünyayla ilgili taleplerine ölçü kazandıracak bir büyük nimettir. Gelecek dünya düzeni ve bu düzen içinde İslâm âleminin konumunu belirleyecek olan da, “bu fikir”in İslâm âlemi tarafından benimsenmesine ve hayata tatbikine bağlıdır.

İnsanlık tarihinin bugün geldiği nokta, içinde bulunduğu çürümüşlük ve kokuşmuşluk, kültürel sindirimsizlik, insanı ve insanlığı yeniden diriltecek genlere kodlanması gereken böyle bir “KURTARICI FİKİR”i gerekli kılmaktadır. Bu sadece bir ilişkiler bütününden başka bir ilişkiler bütününe geçerek, büyüyerek ve genişleyerek devam eden krizleri önlemek için değil, hiç kimsenin hiçbir yerde kendini güvende hissetmediği netameli sürecin önüne geçmek, insanlığın yeni, yaratıcı ve istikrarlı bir çağa girmesinin yolunu açmak içinde gereklidir. Aksi halde, üzerinde hiçbir İslâmî iz taşımadan iyi bir Müslüman olmaya çalışan, kendi iptidai anlayışını İslâm ahlâkıyla özdeşleştiren, İslâm’ın evrensel mesajını Batılı normlar içinde yeniden üreten ve bunun İslâmî olduğunu vehmeden behbaht nesiller yetiştirerek Müslümanca yaşamamız; Müslüman olarak kalabilmemiz hayli zor…

Görüş: Mevlüt Koç

Aylık Baran Dergisi 4. Sayı

Haziran 2022