Bu hafta da hastalığım devam ediyor ama, hiç olmazsa konuşabiliyorum. Geçen hafta anjin dolayısıyla konuşma güçlüğü çekiyordum, çok hastaydım, sesim kısıldığı için söylediklerimi size duyurabilmekte çok zorlanıyordum, biliyorsunuz. O yüzden uzun konuşamadık.
Unutmadan, Kırgızistan’dan Albay Suyunaliyev’e, kendisini benim avukatlarımdan biri olarak tâyin etmek üzere, bir aydan fazla süre önce bir vekâletname göndermiştim. Doğrudan onun adına ve taahhüdlü olarak hem de, ancak hâlâ varmadı sanıyorum, çünkü yerine ulaştığına dair resmî makbuz henüz ulaşmadı bana. İlgilenir ve bir gelişme olduğunda bana bildirirseniz sevinirim. Aman sormayı ve neticeyi bana bildirmeyi ihmal etmeyin.
 (Av. Güven Yılmaz, Kumandan Carlos’un Venezüella Devlet Başkanı Hugo Chavez’e hitâben yazdığı mektubu Venezüella’nın Türkiye Büyükelçisi’ne teslim ettiklerini haber veriyor.)
Güzel, güzel. Olan biten inanılmaz şeylerin Chavez tarafından da bilinmesi lâzım.
(Av. Yılmaz, Kumandan Mirzabeyoğlu ve diğer gönüldaşların Carlos’a devrimci selâmlarını gönderdiğini ifade ediyor.)
Çok teşekkür ediyorum, Allah hepsinden razı olsun. İnşallah Türkiye Hükümeti, siyasî tutuklu ve mahkûmların serbest bırakılması için âcilen bir çalışma başlatır ve bir genel af ilân eder. Bir de tabiî şu ân cezaevinde bir sürü general ve önemli şahsiyet var. Bunları da çıkartacak bir af düşünülecektir muhakkak. Bu çerçevede, diğer “sahici” siyasî tutuklu ve mahkûmlar da çıkarsa elbette çok güzel olur.
Bir süredir geniş geniş Suriye hakkında konuşmak istiyorum, biliyorsunuz. Bugün konuşmaya çalışacağım.
Suriye, oldukça iyi tanıdığım bir ülke. İlk kez 1970 Temmuz’unda gittim Suriye’ye. Şam’dan geçerek Beyrut’tan Amman’a gitmiştim arabayla. Daha sonra, bazen başka yerlere gidip gelsem de, 1979’dan 1991’e kadar yaklaşık 12 yıllık bir ikametim oldu Suriye’de, özellikle Şam’da. Benim, ailemin ve yoldaşlarımın kaldığı ev ve daireler vardı. Hattâ küçük kızım da Şam’da doğdu. Ezcümle, Suriye’yi, rejimini, muhtelif devlet kademelerini oldukça iyi bilirim. Devlet mevkîlerindekilerin bazıları gerçekten namuslu ve iyi insanlardı, Arab sosyalistiydiler. Tabiî bunlar arasında da, bir yanda iyiler, bir yanda daha az iyiler vardı kuşkusuz.
Herneyse, Suriye’de çok karmaşık bir hâdise hüküm sürüyor şu ân. Beşşar el-Esad, iyi niyetli bir insan. Birtakım sosyal değişimlere imza atmak istiyor ama, tabiî, orada kökleşmiş bir Baas rejimi mevcut. Toplumun eğitim seviyesi nisbeten yüksek, özellikle şehirlerdeki yaygın eğitim imkânlarından hemen herkes yararlanabiliyor, müesseseler oturmuş. Ne var ki, hayat standardı oldukça düşük. Okuma yazması olmayan çiftçiler ve bedevîler, özellikle böyle.
Tamam, şehirlerde üniversiteler, liseler, çeşitli imkânlar var ama, hayat standardı bakımından nelerden mahrum olduklarının da farkında bu insanlar. Herkes devlette, hükümette bir iş kapmaya çalışıyor ancak, buradaki ücretler de yeterli değil. Mal ve hizmet fiyatları da düşük sayılmaz, aksine, gittikçe artıyor. Hayat pahalılığı sözkonusu. Benim orada kaldığım zamanlar yasak olan veya o dem henüz mevcud olmayan uydu kanalları, çeşitli televizyon kanalları, internet falan gibi haberleşme imkânları da artık herkese ulaşıyor. Böyle olunca, internette gördükleri gibi, gerçek olmayan ama kendine göre sunî bir gerçeklik oluşturan görüntülere muhatab kaldıklarında ziyâdesiyle etkileniyorlar. Neticede, bu şâhid oldukları şeyler, onlarda daha iyi, daha müreffeh bir hayat arzusu doğuruyor ve mevcut rejimi protesto etmeye başlıyorlar. Bunları da normal ve meşru protestolar olarak kabul etmek lâzım.
Yalnız şurasını da gözden uzak tutmamak gerekir ki, Suriye, bölgesindeki diğer ülkelere benzeyen bir ülke değildir. Dörtte üçü Sünnîlerden, kalan dörtte biri ise Dürzîlerden, Alevîlerden ve Hıristiyanlardan oluşan bir toplum yapısına sahibtir. Bu yapı içerisinde, Atatürk geleneğini takib eden laikler olduğu gibi, çoğunluğu oluşturan, iyi Müslüman olan, işte kadınları başlarını örten dindarlar da mevcuttur. Bu sonuncular, cumhuriyetçi falan olmayan, gerçekten dinlerine bağlı insanlardır. Lâkin, başka bazı yerlerde rastlanılan türde, hani fanatik dedikleri tipte, öyle karşılarına çıkan herkesi öldürmek isteyen kimseler de değillerdir. Meselâ, ülkelerindeki Hıristiyanlarla gayet iyi geçinirler, diğer bazı ülkelerde görülen nefret buradaki Müslümanlar ve Hıristiyanlar arasında yoktur, birlikte yaşamaya alışmışlardır. Kaldı ki, Osmanlı devrinde bu topraklarda yaşayan Hıristiyanların sayısı, şimdikine nisbetle çok daha fazlaydı.
Suriye’de halk çoğunluğunun nefret ettiği tek bir azınlık vardır: Alevîler! Nüfusun yüzde 10 ilâ 15’ini teşkil ettikleri söyleniyor ama, kimse tam olarak sayısını tesbit edemiyor. Bir buçukla iki milyon arası bir Alevî nüfusun varlığından söz edebiliriz. Yönetimdeki bu Suriye Alevîleri, kendi bölgelerinde geçmişten bugüne daima zor bir durumda, bir sıkışmışlık içinde kalmıştır aslında. Şöyle ki, komşusu olan Sünnî ülkeler nazarında Müslüman olmayan bir kitle, yâni kâfir addedilmişler, kendi toplumları içinde de dinî anlamda sapık görülmüşlerdir.
Suriye’nin dağlık kesimlerinde yaşayan Alevîlere gelince, buralarda geçmişte tam bir feodal sistem yürürlükte olmuştu. Büyük toprak sahibleri bir yanda, fakir ve eğitimsiz köylüler diğer yanda. Bu fakir insanların herşeyi, efendileri içindi. Bu efendiler de, daha Osmanlı zamanlardan kalma aristokratik ünvanları olan varlıklı kişilerdi. Ülkenin başka bir yerinden Sünnî bir erkek gelip, buradaki fakir ama güzel Alevî kızlarından birini ikinci eş olarak alıp evlenebiliyordu. Hem de hiç masraflı olmuyordu. Bu da Alevîlerle nüfusun kalanını oluşturan Sünnî çoğunluk arasında bir nevî sosyal münasebet biçimiydi. Ancak tüm bunlar, 1930’lu yıllarda daha farklı bir nitelik kazandı.
Ne zamanki Fransız işgali altındaki Suriye’de bağımsızlık fikirleri güçlenmeye ve bağımsızlık yanlısı hareketler çıkmaya başladı, Sünnîlerle Alevîler arasındaki münasebet de artık yeni bir istikamete girdi.
Fransız işgaline karşı Dürzî ayaklanması çıkınca, Fransız ordusu Dürzî Dağları olarak da bilinen bölgede Dürzîlerle gayet şiddetli bir savaşa tutuştu. Fransızlar görünüşte savaşı kazandı ama çok büyük de bir bedel ödedi. Dürzîler, bu savaşla, hem kendilerinin hem de Suriye’deki tüm Arabların şerefini kurtarmış oldular. Fransızlarsa, savaşı kazanmalarına rağmen, artık Suriye’nin bağımsızlığı fikrini kabullenmek zorunda kaldılar.
Fakat tam bu ânda, Fransızlar çok kirli bir oyun oynamaya çalıştı. İran’daki Urumiye Gölü’nden başlayıp, şimdiki Suriye topraklarını da kapsayacak şekilde, Alevîlerin yaşadıkları dağlara kadar Hıristiyan bir Suriye Cumhuriyeti kurmaya çalıştılar. Hâliyle, Fransa’nın müttefiki bir Hıristiyan cumhuriyeti olacaktı bu. Başına da bir Fransız kadınla evli, Tunus Üniversitesi’nde doktora yapmış karizmatik biri gelecekti.
İngilizler tabiî ki bundan rahatsız oldu ve çok kurnazca davranıp, bu muhtemel Hıristiyan devletinin içinde kalacak Iraklı Sünnî Müslüman aşiretleri silâhlandırdılar. Çünkü, Bağdad’ın kuzeybatısındaki sözkonusu Müslüman aşiretlerin Hıristiyanlara saldırmasını sağlamak ve bu devlet teşebbüsünü boğmak istiyorlardı. Iraklı Sünnî aşiretler, böylece Hıristiyan “kâfirler”le savaşıp, topraklarını kurtaracaktı. Gerçekten de savaştılar, kazandılar ve yaklaşık 50 bin Hıristiyanı öldürdüler. Fransızlar, kafalarındaki planın işlemeyeceğini anladı tabiî. Bu yüzden, Suriye’nin bağımsızlığını tanımaya hazır olduklarını ilân ettiler, Musul’u İngilizlere terkettiler ve nüfusunun çoğunluğu Alevî Arablardan oluşan İskenderun’u da Türkiye’ye verdiler.
Fransızların Suriye’nin bağımsızlığını tanıyacağı bu demde çok enteresan bir hâdise yaşandı ve o zamanın tüm Alevî aşiret liderleri, Fransız Hükümeti’ne bir mektub, istisnâsız hepsinin imzaladığı son derece gizli bir mektub göndererek, “Fransız kardeşlerinin, ağabeylerinin, kendilerini korumasını, yalnız bırakmamalarını” taleb ettiler. Hemen peşinden, “Suriye’nin bağımsızlığına karşı olduklarını” beyân ettiler. “Fransız himâyesi altında yaşamaya devam etmek istediklerini” deklare ettiler. Şayet ille de “bağımsız bir Suriye olacaksa, kendilerinin bunun bir parçası olmak istemediklerini, kendi Alevî cumhuriyetlerini kurmak istediklerini” Fransızlara bildirdiler. Fransız Dışişleri Bakanlığı arşivleri belli bir süre sonra umuma açıldığı için, bu gizli mektub da açığa çıktı. Hattâ bir kopyası da bizde vardı Bağdad’ta.
Evet, Suriye toplumuna karşı apaçık bir “ihanet” belgesi olan bu mektubu kimler imzalamıştı? Hafız Esad’ın babası da dahil, tüm önemli Alevî liderleri. Askerî bir darbeyle 1963’teki Baas Devrimi’ni gerçekleştiren tüm Alevî subayların babaları, amcaları ve dedeleri, işte bu mektubu imzalamıştı. Tabiî, bu sözlerimle, bu mektubu imzalayan Alevî liderlerin niyetçe hain olduklarını, Fransız sömürgeciliğine bayıldıklarını söylemek istemiyorum. Yalnızca, millî vasfı itibariyle bir ihanet belgesi olan bu mektubu imzalamaya götüren sebebleri anlatmaya çalışıyorum. Peki neydi başlıca sebeb?
Fransızların çekip gittiği bir Suriye’de, Osmanlı devrindeki gibi yeniden “ikinci sınıf” olmaktan, yâni çevrelerindeki Sünnî çoğunluk tarafından hor görülen bir zümre olmaktan, tekrar köle muamelesi görmekten ve İslâm dışı sapıklar olarak addedilmekten çekiniyordu Alevîler. Fransızların gelişiyle, pratikte çok daha fazla hakka sahib olduklarını düşünmekteydiler.
Şu oldu, bu oldu ve Baas Devrimi’yle iktidara gelen bu Alevîler, şimdi devlet, hükümet, emniyet, istihbarat ve ordudaki tüm kilit mevkîleri tutuyorlar. Hernekadar istisnâsız her Suriyeli askerlik yapsa da, ordudaki tüm seçme birlikler ve subay sınıfı, çoğunlukla onlardan oluşuyor.
Şu ân laik, millyetçi, antiemperyalist, antisiyonist bir rejim var Suriye’de. İsrail’e karşı ve –biz de dahil- dünyadaki tüm devrimci hareketlerle dayanışma içinde bir rejim. Fakat aynı zamanda, halkın çoğunluğunu temsil etmeyen, böylesine zorlama niteliği olan bir rejim.
Bu rejim bugün öyle bir noktaya gelmiştir ki, artık bu şekilde daha fazla gidemez. 40 yıldan fazladır süregelen bu rejim, birtakım tâlî değişimlere rağmen, temelde hep aynı kalmıştır. Bazen birazcık sağa, bazen birazcık sola kayan; bazen daha sosyalist, bazen daha az sosyalist olan bu rejim, artık sıkışmıştır.
Ne var ki, bu rejimi, öyle Tunus ve Mısır’da yapıldığı gibi kolayca sarsmak veya değiştirmek mümkün değildir. Her iki tarafta da çok yırtıcı insanlar vardır. Karışıklığın biraz daha artması, daha kanlı reaksiyonlara sebebiyet verecektir. Daha önce de dediğim gibi, hepsi iyi eğitimli savaşçı olan Alevîler kendilerini kanlı biçimde koruyacaklar, yine herbiri sert birer savaşçı olan meselâ Suriyeli Müslüman Kardeşler bağlıları da çok kanlı saldırılar düzenleyecektir. Zaten Suriye’deki Müslüman Kardeşler mensubları öyle başka yerlerdeki benzerlerine hiç benzemezler. Müthiş yırtıcı savaşçılardır. Üsame bin Ladin’in çevresinde de vardır onlardan çokça.
Olayların başladığı yerin Deraa olması da mânidar. Burası, Müslüman hassasiyetleri yüksek bir yer olduğu gibi, zamanında Deraa’ya bağlı olan bir alt bölge olan şimdiki Ürdün topraklarına da sınır olan bir yer. Deraa’daki aşiretlerin büyük bir kısmı da zaten Ürdün’de yaşar.
Şimdi görüyoruz, protestoculardan ölenler olduğu gibi, asker ve polislerden de ölenler ve pusuya düşürülenler oluyor. Bence bu, olaylardaki yabancı istihbarat servislerinin rolünü gösteriyor. Deraa’daki parmak ise, öncelikle Suudî Arabistan istihbarat servisidir bence. Şöyle ki, Amerika Birleşik Devletleri’nin bölgedeki birinci müttefiki olarak, bir yandan Amerikan ve İsrail karşıtı Suriye rejimini zayıflatıyor, diğer yandan da Haşimîleri Hicaz’dan Ürdün’e kovduğu için düşmanı olduğu Ürdün rejimini.
Suriye’nin zayıflatılması, Suudî Arabistan’ın hiç hazzetmediği Şiî Hizbullah’ın ve Suriye’nin Lübnan’daki rolünün de zayıflatılması demek olacaktır ki, Lübnan’da zaten etrafı düşmanlarla çevrili Hizbullah bu durumda lojistik desteksiz kalacak, İsrail de derin bir nefes alacaktır. İsrail’in istediği de zaten hep böyle bir şeydir, hem dibindeki düşman Suriye zayıflayacak, hem de İran’a ulaşmada önü açılacaktır. Suudî Arabistan ve İsrail de, ABD emperyalizminin bölgedeki baş temsilcileri olarak, güvenliklerini ve mevkîlerini pekiştirecektir.
ABD için Suudî Arabistan rejiminin daima ayakta ve güçlü kalmasının ne kadar önemli olduğu âşikâr. Çünkü, Suudî rejimi, halk temelinden mahrumdur ve halkı tamamen Müslüman hassasiyetine sahib bu rejimin her ân yıkılması ihtimâli mevcuttur. Bölgede yıkılması muhtemel böylesi her işbirlikçi rejim gibi, devrileceklerin yerine gelecek olanlar da Müslüman hassasiyeti yüksek nitelikte, Filistin yanlısı, İsrail ve Amerika karşıtı olacaktır. Bunlar da ABD ve İsrail için en korkulan neticedir.
Üstelik ABD, bölgedeki hiçbir Sünnî rejimine tam olarak güvenmez. Neticede yıkılmaları ihtimâli büyüktür. Buna karşı aldıkları bir tedbir de, Şiî İran’ın kollanmasıdır. Humeynî rejimi olarak değil ama, belki daha farklı bir İslâm cumhuriyetinin tesis edildiği bir İran’ı kollamak. Tuhaf görünüyor ancak, Şiîlerin İslâm dünyası içinde daima azınlık olmalarından ve kimi Şiî mollaların vampir karakterlerinden dolayı, onlarla anlaşmanın ve onları Sünnî dünyaya karşı kullanmanın, Körfez boyunca kurulabilecek böylesi tehditkâr Sünnî rejimleri İran’a vurdurtmanın yolunu bulacağından ümitlidir Amerika. Şimdiki hâliyle bile olsa, böyle bir İran’ı hep yardımcı güç olarak görür kendine.
Kısacası, ABD, bölgedeki ülkelerin birbirlerine karşı güç dengelerini ayarlayarak, birbirine düşman olanları dahi kendi çıkarına kullanmanın hesabı içindedir. Bölge, sayısız zıtlığın içiçe geçtiği ve jeopolitik dengelerin hassas bir çizgide seyrettiği bir durumdadır. Demek istediğim, Suriye rejimi gözden çıkarılmıştır ve buna karşı Suriye idarecilerinin âcilen ve akıllıca değişimlere imza atmaları gerekmektedir.
Alevîlerin kolayca çekip gitmeyeceğini de söylemiştim ki, buna yönelik hamleler, korkunç bir iç savaş demektir. 1980’li yıllarda olanları biliyorsunuz, bizzat ben de şâhid oldum. Yeniden bir benzerini görmek istemiyoruz. Alevî rejimi yanlıştır, fakat bunun ötesine geçme hamlesi de şu ânki şartlarda bir felâkettir.
Şimdiki Suriye rejimini, Beşşar el-Esad bile kökten değiştiremez. Çevresindeki tüm bakanlar, komutanlar, yetkililer Baas menşeli Alevîdir ve Beşşar gitse bile hemen diğeri gelir. Çok karmaşık bir durum sözkonusudur özetle orada.
Bu yaşanan karmaşaya dışarıdan istihbarat servislerinin müdahale edeceği açık, zaten ediyorlar da. Ölen asker ve polislerin bana hatırlattığı budur. Suriye idarecileri, bu durumun daha fazla devam etmesini engellemelidir.
Suriye’deki rejime dikkatle ve ihtimamla yaklaşılmalıdır ve bunda Türkiye Hükümeti’nin de yapabilecekleri olabilir. Gerçi, Libya örneğine bakarak, Türkiye neyi ne kadar yapabilir bilemiyorum. NATO üyesi olduğu müddetçe, istemediklerini yapmak, istediklerini yapamamak gibi bir tavra mahkûm kalacaklardır.
Sonuç olarak, şimdiki Suriye idarecilerinin halkın haklı taleblerine kulak vermesini, halkın her kesiminin âdil temsilini gözeten bir sistem geliştirmesini, Suriye’yi Suudî Arabistan’a bağımlı bir rejime dönüştürecek yanlış tavırlarda devam etmemesini diliyor, buna inanıyorum. Çok güzel hatıralarım olan bu ülkenin tahrib olmasına mâni olacak gelişmelerin gerçekleşmesini dört güzle bekliyor, Beşşar el-Esad’ın buna muktedir olmasını arzu ediyor, Filistinli ve Libyalı kardeşleriyle birlikte, bugün yaşadıkları tüm bu sıkıntıları aşmaları için dua ediyorum.
Allahü Ekber.
16 Nisan 2011
İngilizceden Tercüme:
Hayreddin Soykan