İki kutuplu dünyada, Suudî Arabistan ile yapılan bir anlaşma sayesinde petrol fiyatlarını tabana çekip Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’ni yıkan Amerika Birleşik Devletleri, hâlâ tek kutuplu olduğunu sandığı dünyada aynı planı ısıtıp masaya sürmeye ve böylelikle de geçmişte olduğu gibi Rusya’yı ekonomik planda boğarak batırmaya yelteniyor. Oysa ki bugünün dünyası, A.B.D.’de bu planı yapanların zannettiği gibi bir dünya değil... Bugünün dünyasını başlıklar hâlinde bir inceleyelim...

Genel Konjonktür

Müslümanlar A.B.D ajanlarının kazdığı tuzağa bazen düşseler de, Usame Bin Laden büyük bir iş başardı ve A.B.D.’nin kurduğu algılarla oynama merkezli hegemonyayı yıktı. İkiz Kulelerin ve Pentagon’un vurulmasındaki mânâ ve ardından A.B.D ve hempasının İslâm memleketlerine karşı gerçekleştirdikleri başarısız ve yüksek maliyetli operasyonlar neticesinde A.B.D., hem ekonomik bir kriz içinde, hem de kendi kamuoyu tarafından askerî harekâtlara karşı tutsak edilmiş durumda. O kadar çok sorunları var ki, kendi kamuoyları artık kendi meseleleriyle alâkadar olunmasını ve başkalarının meselelerine karışılmamasını istiyor. Hâl böyle olunca da, A.B.D.’nin eskiden olduğu gibi dilediği yerde, dilediği şekilde saldırı gerçekleştirmesinin önü kesilmiş bulunuyor. Bundan dolayı da A.B.D.’nin çekildiği alanlar millî unsurlar tarafından dolduruluyor. Bir diğer taraftan El Kaide’nin bu operasyonu ile birlikte dünya siyaset sahnesinde devlet dışı aktörler arasına uluslararası şirketlerden farklı devlet dışı aktörler de giriş yapmış bulunuyor.

Üzerinde güneş batmayan imparatorluk diye anılan Britanya, İskoçya’yı bile elinde tutmakta zorlanıyor...

Gelelim Batıyı meydana getiren bir diğer unsur olan Avrupa’ya. Batı bloğu soğuk savaş döneminde olduğu gibi tereddütsüz bir şekilde A.B.D. ile hareket etmiyor. Rusya’ya konan ambargonun Avrupa ülkeleri tarafından farklı ülkelerde bulunan ayakları vasıtasıyla nasıl delik deşik edildiğini izliyoruz...

Son dönemde ekonomik kalkınma alanında gösterdiği başarıyla anılan Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin, Güney Afrika, Türkiye gibi ülkeler de A.B.D’nin sorgulanamaz hâkimiyetini tartışmaya başladılar. 

Vladimir Putin, NATO’yu direkt olarak Rusya’nın düşmanı olarak tanımlıyor ve Doğu Avrupa’daki NATO hareketliliğini tehdit olarak algılayarak, Rus ordusunu bu yeni tehdit algısına göre konumlandırıyor. Bunun yanı sıra askerî teknolojisinde de yenilik hâmlesi başlatarak NATO’ya gözdağı veriyor.

Batılıların Rusya’ya karşı takındıkları tavır karşısında Çin, Rusya ile son derece büyük rakamlı enerji anlaşmaları imzalarken, Devlet Başkanı Cinping  Çin Halk Ordu’sunun savaş düzenine geçmesini emrediyor. 

Lozan Barış Anlaşması’ndan beri Batılılar için çantada keklik olan Türkiye’de de iklim Batılılar için eskiden olduğu kadar ılıman değil. Cumhurbaşkanı Receb Tayyib Erdoğan Birleşmiş Milletler’e karşı “Dünya Beşten Büyüktür” kampanyasını başlatıyor, Mısır’da darbe yapan Batılılarla bir safta bulunmuyor, Rusya’ya karşı kurulan ambargo koalisyonu içine girmiyor, Batılıların bölgedeki gözbebeği olan İsrail’in gözüne çomak sokmaktan çekinmiyor, NATO’nun şartnamesinin dışına çıkarak Çin’e füze ısmarlıyor, Rusya ile ortaklaşa nükleer santral inşa ediyor.

Hindistan ve Brezilya gelirlerini hiç olmadığı kadar arttırıyor ve işler hiç de Batılıların istediği gibi gitmiyor; dünyanın farklı noktalarında farklı güç merkezleri temerküz ediyor. 

İçinde bulunduğumuz seneler ileride A.B.D’nin ortaya koyduğu “Yeni Dünya Düzeni”nin sorgulandığı bir dönem olarak mı, yoksa iflâs ettiği bir dönem olarak mı anılacak henüz bilmiyoruz.  Hususî başlıklar hâlinde ele alarak devam edelim...

Rusya

Vladimir Putin, Rusya’da iş başına geldiği günden beri ülke içinde Batılı unsurlara karşı bir temizlik gerçekleştiriliyor. Medyadan özel sektöre kadar Batılılar adına iş gören kim varsa hepsini temizleyen, temizledikleri vasıtasıyla da temizlemediklerine gereken gözdağını veren Putin, ülke içindeki millîleşme hareketini tamamlamış vaziyette. Rusya Federasyonu, toprakları içindeki yeraltı kaynaklarını da Batılıların kontrolündeki oligarkların elinden kurtararak millileştirdi. Hâliyle de ülke ekonomisine büyük bir ferahlık ve özgüven geldi. Bu özgüvenle birlikte Putin, Batılıların Rusya’nın hinterlandında kendilerine yakın kişileri iktidara taşımak için gerçekleştirdikleri renkli devrimlerin sonuçlarını ortadan kaldırmak maksadıyla çeşitli operasyonlar gerçekleştirdi. Bunlardan sonuncusu olan ve bugün kopan patırtının da kaynağında yer alan Ukrayna hadisesini hatırlayalım. Batılıların renkli devrimlerle kendilerine yakın kuyrukçu iktidarlarını kurdukları Ukrayna’ya karşı Rusya’nın gerçekleştirdiği fütursuz operasyon ve Karadeniz’in stratejik limanı olan Kırım’ı topraklarına katması, Batı ile Rusya arasındaki ipleri kopararak “Tek Kutuplu Dünya Düzeni”nin bitişini âdeta ilân etti. 

Amerika ve Avrupa’nın ortak bir şekilde ambargo vasıtasıyla Rusya’yı terbiye etme gayretleri pek de netice vermeyecekmiş gibi duruyor. Yakın tarihte “aç köpek dam devirir” cinsinden bir Rusya tehdidine karşı Rusya’nın kalkınmasına seyirci kalan ve hattâ destekleyen Batı’nın, bugün yeniden Rusya’yı iflâs ettirmeye çalışması ne denli sağlıklı bir politika, tartışılır? 

A.B.D

S.S.C.B’nin yıkılmasından sonra dünyanın tek kutuplu hâle gelmesi A.B.D’ye yaramadı. “Tek hâkim” pozisyonu A.B.D. için güç zehirlenmesine neden oldu. Elinde olmayan sahalarda hâkimiyetini perçinlemek adına izlediği saldırgan strateji başarısız olduğu gibi, hâkimiyetinin sorgulanmasının da vesilesi oldu. 

Aksiyon ve karşılığında tabiî olarak reaksiyon... Askerî ve ekonomik gücüyle sembol hâline gelmiş olan A.B.D.’nin, askerî ve ekonomik sembolleri olan Dünya Ticaret Merkezi ve Pentagon binası mükemmel saldırı stratejisi ile mücahidler tarafından yerle bir edildi. Yıkılan yalnız bu iki bina değil, A.B.D’nin askerî imajı ve ekonomisiydi de aynı zamanda. Amerika’nın “El Kaide’yi Amerika kurdu”, “beni benden başkası vuramaz” propagandası bugün pek çoklarının zihnine hâkim olsa da, geldiğimiz noktadan bakıldığında net bir şekilde işin aslının böyle olmadığı ortada...

Pentagon ile beraber yıkılan askerî imaj, A.B.D.’nin, intikam ve petrol sahalarını mutlak kontrol altına almak için girdiği Ortadoğu’da kalmasına izin vermedi. A.B.D. Irak’tan çekilmek zorunda kaldı ve çekilmesinden boşalan alan bugün hızlı bir şekilde millî unsurlar tarafından geri kazanılıyor. A.B.D. için Irak'ta işgâl öncesinden daha menfî bir manzaranın ortaya çıktığı, bugün Batılı analistler  tarafından da açıkça dillendirilen hakikatlerden...

Dünya Ticaret Merkezi ile beraber A.B.D.’nin ekonomisi de büyük darbe aldı. Yaşanan ekonomik kriz hâlen atlatılabilmiş değil. Birçok devlet ekonomisinden büyük hacmi olan Amerikan şirketlerinin iflâsına neden olan kriz hâlen sürmekte... 2014 senesinin Ekim ayında yapılan bir açıklamaya göre Çin’in satın alma gücü paritesinin A.B.D.’yi geçmiş olması da, A.B.D.’nin ekonomik hâkimiyetini kaybetmiş olduğunun vesikası oldu.

Bir diğer taraftan kayıtsız şartsız A.B.D. politikalarına iştirak eden Avrupa, artık kendi meseleleriyle alâkadar olmaya ve A.B.D.’nin politikalarını sorgulamaya başladı. 

Belki de bunların hepsinden önemlisi, A.B.D.’nin Çin’e trilyonlarca doları bulan borcu... 

Çin

Çin’in başlattığı kalkınma hâmlesi bir süre sonra tabiî olarak sınırlarını aştı ve Çin’i global bir oyuncu hâline getirdi. Her ne kadar görünüşte Çin’in dünya hâkimiyeti gibi bir dâvâsı olmasa da, kemmî büyüklüğü hasebiyle bu pozisyondan geri durması düşünülemez elbet... Hâliyle ekonomik büyümenin neticesi olarak Çin, hammadde ve tarım gibi alanlarda Batılılarla nüfuz mücadelesine girmek zorunda kaldı. 

A.B.D. ve Avrupa’nın Rusya’ya karşı ambargo planları yaptıkları bir demde Çin’in Rusya ile 400 milyar dolardan büyük bir enerji anlaşması imzalaması, Afrika’nın verimli topraklarında üretim için Çin ile Batılıların girdiği rekabet, Çin’in dünya çapında üretim merkezi hâline gelmiş olması ve teknolojik terakki gibi hususlar dolayısıyla Çin, global bir oyuncu olmak zorunda kaldı. Askerî gücü, askerî üretim kapasitesi gibi hususları göz önüne aldığımızda, A.B.D'nin rakibi olabilecek bir kapasiteye sahip Çin...

Avrupa

Çin ve Hindistan gibi kemmî bakımdan son derece büyük ülkelerin ekonomik büyümesi gıda ve hammadde fiyatlarının artmasına yol açarken, Avrupa ve Amerika’nın ekonomik dengesini bozarak global bir krizin doğmasına sebeb oldu. 2008 krizi olarak anılan ekonomik kriz, Avrupa’yı derinden sarstı. A.B.D.’ye karşı bir güç unsuru olmak için bir araya gelen Avrupa Birliği unsurlarından bazıları iflâsın eşiğine geldi. Birçokları bu kriz neticesinde Avrupa Birliği’nin büyüme grafiğini sürdüremeyeceğini hattâ dağılacağını düşünse de, iflâsın eşiğindeki ülkeler birliğe iyiden iyiye bağımlı kılınarak, birlik daha da sağlamlaştırıldı. Fransa ve Almanya’nın büyümesi devam ederken, dış politikada tek kutuplu değil, çok kutuplu siyaset izlemeye başladılar. Krizden sonra doğan bu yeni anlayış Avrupa’yı yeni arayışlara ve yeni ortaklar aramaya itti. Afrika ve Asya’da Amerika’dan bağımsız bir siyaset izlenmeye başlandı... 

Batı bloğunun ittifakı menfaat merkezli olduğu için, menfaatler değiştikçe ittifaklarda da tabiî olarak değişiklik arz ediyor...

Türkiye

Başrolünde A.B.D.’nin olduğu tek kutuplu “Yeni Dünya Düzeni”nin bozulması ve dünyanın çok kutuplu bir hâle gelmesi neticesinde en kârlı çıkan ülke belki de Türkiye oldu.    

Ak Parti hükümetinin izlediği politika gereği “Cemaat” gibi Batı tetikçilerinin bir kısmının el çektirildiği Türkiye’de, hükümet millî politikalar izlemenin ve bu denge değişiminden istifade etmenin fırsatını yakaladı. NATO üyeliği, Avrupa Birliği adaylığı, AB’ye alternatif olarak görülen Avrasya Birliği’nden gelen dâvet, İsrail’in A.B.D.’den başka bir atı da olsun diye kurulan Akdeniz Birliği içinde Türkiye’nin rolü derken, zamanın ruhunun Türkiye'den yana olduğunu söylersek herhalde çok ileri gitmiş olmayız..

Bir diğer taraftan Türkiye’nin kim olursa olsun mazlumun yanında olmayı şiar edinmiş dış siyaseti diğer devletler tarafından hoş görülmese de, milletler nezdinde Türkiye’yi bir oyuncu konumuna getiriyor. Ayrıca Türkiye’nin dış politikada izlediği omurgalı siyaset, dünyadaki tüm kutuplar tarafından takdir edilirken, Türkiye’nin denge politikası izlemesinin de önünü açıyor. 

İslâm Âlemi’ne karşı Türkiye’nin tarihî sorumluluğu da, artık iyiden iyiye Türkiye’yi göreve dâvet ediyor. 

Konjonktüre göre Türkiye; A.B.D., İngiltere, Avrupa, Rusya, Çin, Brezilya, Hindistan ve Japonya gibi ülkelerle rahatlıkla ortak işler yapabiliyor ve Türkiye’yi kaybetmenin maliyeti büyük olduğundan diğer blokların hiçbirisi ikna çabalarından öte bir yaptırıma kalkışamıyor. Rusya’nın Avrupa’ya tedarik ettiği gazın nakil hattını Türkiye’ye taşıması ve peşinden ard arda Türkiye’ye koşan Batılı liderleri hatırlayın...

Neticede

Dünya siyasetinde söz sahibi olan kadim devletler ve devlet dışı aktörlerden millî unsurlar güçlenirken, diğer devlet dışı aktör olan çok milletli şirketlerin elleri zayıflıyor. Etkilerini müşahhas planda henüz net bir şekilde görülmese de, globalizm, yani küresel emperyalizm çağının sonuna gelmiş bulunuyoruz. Dünya, A.B.D.’lerinin tahakkümünü kırıyor ve yeni bir dünya düzenine doğru kendisini dönüştürüyor. 

Gerçekleşen değişim ve dönüşüme Türkiye özelinden bakacak olursak, önümüzde son derece rahat hareket etmemizi sağlayacak bir konjonktür var. Kutuplar arası kırılmanın şiddetleneceği yakın zamanda, cebhesini geniş tutmak isteyen taraflara karşı Türkiye’nin kendi mefaatini gözetmesi ve topyekûn kendisini bir cihete hamletmemesi gerekiyor. Bunun için de Abdülhamîd Hân’ın izlediği son derece nazik denge politikasının yeniden gözden geçirilip konjonktürün şartlarına göre yeniden yorumlanması şart. Abdülhamîd Hân demişken, zamanımızın İttihatçılarına da devlet teşkilâtının hiçbir kademesinde hayat hakkı tanınmaması gerektiğini hatırlatmakta fayda var. 

İşin bir diğer veçhesiyse, Türkiye’nin yeni şartlara göre kendisini hazırlamasıdır. Bunun için en başta yapılması gereken, devlet müessesesinin varlık nedeni olan ferd ile toplum arasında muvazene kuracak, aksiyon planındaki hâmlelerin birbirini çelici değil tekâmül ettirici olmasını sağlayacak, bürokrasiyi birbiriyle ahenkli bir şekilde çalışır hâle getirecek, hepsinden önemlisi de “Mutlak Galib” olanın safına geçilmesinin vesilesi olacak “Mutlak Fikir”e muhatab vasıta sistemin, devletin dünya görüşü olarak kabul edilmesidir. İfâdemiz her ne kadar didaktik dursa da, bunu biz değil zamanın ruhunun ihtar ettiğini söylememizde sakınca yoktur herhâlde.

Teknolojinin bu kadar terakki ettiği ve kim elini atarsa aynı derecede ondan istifâde ettiği zamanımızda artık kemmî olanın hükmü kalmamıştır. Doğu âlemi Batı’ya karşı çemberi daraltırken, Dünya yeni bir anlayışa muhtaç bir şekilde kıvranıyor ve dünyanın muhtaç olduğu anlayışı ortaya koyabilecek olan tek merkez Anadolu’dur. 

Zamanın ruhu Anadolu’nun rolünü biçimlendirirken, siyasîlerin de artık bu rolden kaçma şansı kalmamıştır. Gereken belli, yapılması gereken belli... 

Şartlar Türkiye’yi, Büyük Fransız İhtilâlinden sonra ikinci kez dünya çapında kabul görecek zihniyet değişiminin vesilesi olmaya zorluyor.

Baran Dergisi 416. Sayısı