İnsan yaşını başını aldıkça, çocukluğuna dair pek az şey hatırlıyor. Hele ki doğduğu şehir, mahalle, evden uzaklaştıkça ve çocukluğunda yanında bulunan kimseler başka diyarlara gittikçe hatıraları da birer birer zihnindeki dehlizlere gizleniyor... Kimi hatıralar çoktan silindi bile. “İnsan hayatı yaşayanlarla yaşar” sözünün bir hikmeti de burada gizli olsa gerek. Bunu da unuturuz tabiî. Aslında unutmak da bir lütuf. Şikâyetçiyiz duyduklarımızdan ya da gördüklerimizden. Türlü sebeplerden ötürü çocukluğumuza dönmek isteriz bazen. “Bu semti sevmemin tek sebebi, köşeyi dönünce çocukluğuma dönebilme ihtimâli.” Arabesk bir parçanın sözlerine benziyor, edebî kaygıyla yazılmış bir kitabın son cümlesi de olabilirmiş...

Filvaki “çocukluk” denilen evre nedir ki? Bize o zamanları özleten şeylerden biri de şimdiki “çocukların” hâlleri, şartları mı? Saat başlarındaki Kadıköy vapurları mı, Eyüpsultan ziyaretleri mi? Misket, taso, bilyeli, kuka, beş adım ve sair oyunlar mı? Otuza merdiven dayamış “çocuğun” hâlâ aynı yokuştan, aynı binalar arasından sağ salim yokuş çıkması mı? Wolfgang von Goethe, “İnsan çocukluğunun ilk dönemindeki hayatını hatırlamak istediği zaman kendi başından geçenleri başkalarından duyup işittikleriyle karıştırır çok kez.” dediğinde altmışındaydı. İlk çocukluk dönemine dair acayip bir hikâyesi var. Almanya-Frankfurt'ta cenap bir âilenin evladı olarak dünyaya gelen dehanın hafızasında yer eden o hikâye:

“Karşımızda oturan Ochsenstein ailesindeki üç kardeş, ölen muhtarın geride bıraktığı bu üç oğul beni pek sever, benimle ilgilenir, çeşitli yollardan bana takılırlardı. Genellikle ağırbaşlı ve yalnız yaşayan bu kardeşlerin kışkırtıp bana yaptırdığı çeşitli muziplikleri, bizim evdekiler seve seve anlatıyordu. Bir ara çanak çömlek, tabak, bardak gibi öteberilerin satıldığı pazar kurulmuş, evimizin mutfağı sözkonusu eşyalarla donatıldığı gibi, biz çocuklara da oynamamız için bunların minyatürleri alınmıştı. Güzel bir ikindi vaktiydi, evin koyu bir sessizliğe gömüldüğü bir sıra ben avluda minyatür tabak ve fincanlarımla oynuyordum. Oynamaktan canım sıkılınca, tabaklardan birini kaldırıp sokağa attım. Tabak yolda öylesine neşeli sesler çıkararak tuzla buz oldu ki, sevindim. Tabağın parçalanması beni ne kadar keyiflendirdiğini, hattâ sevincimden ellerimi çırptığımı görünce, Ochsenstein kardeşler seslendi: 'Bir daha, haydi bir daha!'... Ben de hiç duraksamadan bir tencereyi kaptığım gibi sokağa fırlattım.”

Goethe, komşu çocuklarının takdirini kazandığını görünce mutfakla oda arasında mekik dokumuş, ele ne gelirse aşağıya... Atılacak bir şey kalmamış, Ochsenstein kardeşler hâlâ “bir daha, bir daha” diye seslenmiş. Böylece üç kardeş ve Goethe arasında özel bir hikâye oluşmuş, bu muziplik ne zaman hatıra gelse neşelenmişler. Ne el Hacc Malik el Şahbaz (Malcolm X), ne de F. Dostoyevski'nin çocukluğu gibi kötü geçmemiştir Goethe'ninki. Biri bir hitabıyla dünyayı yerinden sallayabilen mücahit, diğeri bir kitapla zihnimizde ve yüreğimizde güzellikler inşa eden meşhur romancı.

Malcolm, sırf diğer kardeşlerinden biraz daha açık ten rengine sahip olduğu için şanslı sayılabilirdi ama ten renginin azıcık daha açık olması pek fark etmedi. Esirgeme kurumu tarafından bir o aileye, bir bu aileye yamandı. Malcolm'un babası Ku Klux Klan faşistleri tarafından vahşice öldürülüp, tren raylarının üzerine bırakıldı. Dünya ve içindeki her şey kapkaraydı, Malcolm ise zerre kirletilmemiş “beyaz” çocuktu aslında! Kendisi haricinde temiz tek bir seçenek vardı, o da bunu gördü: Müslüman oldu!

Dostoyevski'nin babası ise zorba bir doktordu, anası da hastaydı. Gerçi Malcolm'ün anası da ömrünün son demlerini hastanede geçirmişti, hiçbir şey hatırlamıyordu kadıncağız. Üçünün bir ortak noktası da şuydu aslında: İstediğini yapma hususunda sonuna kadar gittiler... Goethe'nin dediği gibi, bir şeyleri söyleme hususunda kararlı olunca insan, kelimelerin peşinden koşmasına lüzum yok. “İnsanlığa gösteriş yapmaya çalışan süslü konuşmalar, sonbaharda kuru yaprakları hışırdatan rüzgar gibi sevimsiz ve tatsızdır!” gerçekten Goethe kadar talihli olmasa da Malcolm da, Dostoyevski de, “bir şeyleri söyleme hususunda” ustaydı. Farklı ritimlerde aynı şarkıyı söylüyor olabilirler miydi? Bilemem ama Malcolm şehittir!

Biz de boyumuzdan büyük işler yapmaya bayılırdık hani çocukken. Nenelerimizin, dedelerimizin gazabıyla az yüzleşmedik. “Çıktığın gibi in”, “düştüğün gibi kalk!”, olmadı mı sunturlu bir şamar... Büyük bir nane yediysek hıçkırarak ağlamamızı sağlayan o eski usûl küfürler... Muzipliğin tadına vardığımızda fıldır fıldırdık. Konu komşunun bağına bahçesine dadanırdık. Yakalanırsak fena, başarırsak Bonaparte gibiyiz! Büyüdüğümüzde, dünyanın sandığımızdan daha kirli bir yer olduğunu söylemişlerdir muhakkak. Ne fayda... Çocuktuk, hiç dinler miydik? Şimdi zemheri karanlıkta kaybolmamaya çalışıyoruz, yüreğinin ışığı kanatlarına vuran insanların yanında... Sanki her yer Waterloo.

Yüce Şahsiyet
Çocukluk üzerine bir şeyler söyleyip de, Hazret-i Ali’den bahsetmemek olmazdı. Âlemlere rahmet olan, Resûller Resûlü’ne peygamberlik geldiği zamanlar, dokuz-on yaşlarında İslâmiyete ermek gibi güzîde bir nasibe sahip Hazret-i Ali “bir numaralı çocuk”tur. Nebilik kırk yaşında Hz. M......’e geldiğinde, ona inanan ilk Hazret-i Hatice... Âlemlerin Rahmeti, zevcesiyle namaz kılarken Arslan Yavrusu içeriye giriyor, olan biteni kavrayamıyor, namaz bitince “neydi bu yaptığınız?” suâlini yönlendiriyor. Rabb’in Sevgilisi, tatlı dil, güleryüzle “Allah’ın indinde makbul olan ibadet şekli budur!” diyerek hâdiseyi izah ediyor. Sonunda ise “Müslüman ol Ali!” deyince, edep ve haya timsali çocuk, “Şimdiye kadar böyle bir şey ne gördüm, ne duydum. Babama danışmadan bir şey söyleyemem...” diyor. Tabiî o süreçte Peygamberlik memuriyetinin açığa vurulmaması lâzım... Efendimiz, Ali’ye, “Sen bilirsin yâ Ali, İslâm’a gelmesen bile gördüklerini kimseye söyleme! Bu büyük bir sırdır; kimse bir şey duymasın!” diyor.

O gece Ali uyuyamamış, ertesi gün Peygamberler Peygamberi’nin şahsında davetlerin en büyüğü İslâmiyeti kelime-i şehadetle kabul etmiş! İki lâkabı var; Murtezâ: Seçilmiş, beğenilmiş, makbul, rağbet gören. Haydar: Arslan, yiğit, cesur, kahraman. “Allahın Arslanı” yücegönüllülük, komutanlık, halifelik, fazilet ve ilim; hepsinde efendi...

Resûller Resûlü buyuruyor:
“Ben Âlemlerin Efendisiyim, O da Arab’ın Efendisi!”
Bir rivayete göre ise:
“Ben insanoğlunun Efendisiyim: O da Arabın Efendisi!”
Yine buyuruyorlar:
“Ben ilim beldesiyim; Ali de onun kapısı...”
“Sen benim dünyada ve âhirette kardeşimsin!”
O’na bakmak denize bakmak gibi, “Ali’ye nazar etmek ibadettir!”

Mübalağaya lüzum olmadan söyleyelim, herkes Necip Fazıl’ın “Hazret-i Ali” isimli eserini okumalıdır. Herkes!


Baran Dergisi 690.Sayı