Geçtiğimiz günlerde gazetelere düşen bir haber: “İnsan ırkı giderek aptallaşıyor.” Uzmanlara göre, insanlık tümüyle zihnî bir çöküş içinde: Gün be gün aptallaşıyor ve dengesizleşiyoruz. Yaşadığımız bunca ilmî- bilmî ve teknolojik gelişmeye rağmen, dünyanın farklı üniversitelerinden yüzlerce uzmanın verdiği mesaj: “İnsanoğlu giderek aptallaşıyor”. Biyologlara göre, idrak yeteneğini yitiren insanlar hissî açıdan da dengesiz bir varlığa dönüştü. Stanford Üniversitesi’nden genetik bilimci Dr. Gerald Crabtree, tüm insan ırkının zihnî bir çöküş içinde olduğunu söylüyor ve bunun başlıca sebebi olarak da genetik mutasyonları gösteriyor. Crabtree’ye göre, idrak kapasitemiz ve hissî melekelerimiz, binlerce gen tarafından belirleniyor, bu genlerden her hangi birinde meydana gelen âni bir değişme zekâ ve duygusal denge halimizi de olumsuz yönde etkiliyor.
 
Crabtree, Trends İn Genetics isimli bilim dergisinde yayınlanan makalesinde şunları söylüyor; “Bahse girerim ki, milattan önce 1000 yılında Atina’da yaşayan sıradan bir vatandaş, şimdi bir anda ortaya çıksa, bu vatandaşın en az aramızda yaşayan akademisyenler ve aydınlar kadar entelektüel biri olduğunu göreceğiz. Kuvvetli bir hafıza, geniş bir fikir yelpazesi ve önemli mevzulara dair net, berrak bir bakış açısı… Dahası bu insan, hissi açıdan en dengeli kişilerden biri olacaktır.” Zira Crabtree’ye göre, “günümüzde negatif genetik mutasyona sahip insanlar, hiçbir zaman olmadığı kadar “hayatta kalma” şansına sahip ve bunlar artık en güçlü canlılar”
 
Batı medeniyeti kapitalizmle başlayıp Rönesans’la devam eden, akıl almaz maddî bir başarı yakaladı. Fakat hâdiseye, “kazanmak kaybetmekledir” hikmeti bağlamından bakarsak, bu maddî başarının fert ve toplum nezdinde tam aksi bir manzara arz ettiğini; insanların iç dünyasının, huzur ve mutluluğunun aynı oranda artmadığını görürüz. Yapılan keşiflerin- buluşların sonuçları önemli olabilir, ne var ki birkaç yüz yıl gibi toplum tarihi açısından kısa olan bir zaman diliminde, bu keşiflerin tüm sonuçlarını bütün uzantılarıyla görmek mümkün değildir. Hiçbir insan aklı, bu gelişmelerin nasıl bir netice doğuracağını, insanlığa hangi fayda ya da felaketleri getireceğini kestiremez. Nitekim öyle de oldu. Batı güç tutkusuyla her türlü adaletsizliği kendinde hak görüp, maddî imkânların bataklığında boğulurken, yozlaşıp yaratıcılığını da yitirdi.Yoğurup istediği kalıba dökeceği etnografik malzeme gözüyle baktığı diğer toplumlarda şahsiyetini yitirip hızlı bir yok oluşa sürüklendi.
 
“İnsan şuurunda olsa da olmasa da netice itibariyle aradığı Allah”tır. Mukaddes arayışı, kutsala sığınma ihtiyacı insan tabiatında vardır! Var oluşunun da gayesidir! Ne yazık ki, dünya yaratılışımız hilâfına, genetik yapımızın yetişemeyeceği bir hızla değişti, kendimize yabancılaştık. Oysa insanın gelişimi çoğunlukla davranışlarımız vasıtasıyla gerçekleşir. Çevremize uyum sağlamak için davranışlarımız yenileriz ancak hız ve kitleselleşme artıkça bu yenilenme imkânsız hâle gelir. Kitleselleşme farklılıkları bastırır, her şeyi tek tipleştirir; şeylere değerini veren, “şeyleri, o şey yapan” kıymetleri de yok eder. Küresel tek düzeliğin egemen olduğu bir dünyada sadece sistemin onayından geçen sınırlı sayıda kitap, film ve fikir geçer akçedir. Bunların dışındaki her şey, modern klişe tabirlerle(çağdaş-çağdışı -terörist, vb.) yaftalanır. Zira “bilgi işi”ni kendi tekelinde görenlerin çıkarı bu istikâmettedir. Sistemin devamı açısından, bizi belirli inanışlara yönlendirecek “çekim havuzları” her zaman gereklidir.
 
Küresel yeknesâklık asıl ihtiyacımız olan entelektüel çeşitliliği,tabiatın tahribinden daha hızlı bir şekilde yok etti. Asıl buna hayıflanmalıyız. “Toksik bilgi” bombardımanı altında yaşadığımız zihin kirlenmesi ve akıl tutulması, çevrenin maruz kaldığı tahribattan çok daha fazla. Yazılı ve görsel medya organları arasındaki örtüşme o kadar büyük ve bariz ki, ne kadar çok takip ederseniz o kadar az bilgi ediniyorsunuz. Bağımsız zihnî yapıya sahip her insandan farklı görüş ve yorumlar duyabilirsiniz, fakat bunlara askeri bir düzen içinde gazetecilik-habercilik yaptırdığınız zaman, düşünceler aynı noktada birleşir, çeşitlilik ve farklılıklarda ortadan kalkar.
 
Küreselleşmeyle birlikte başarı belli ellerde toplanırken, kültürel ve ekonomik hayatta çeşitliliğini yitirdi. Sistem karmaşıklaştıkça anlamını yitirip katılaştı, düzen ve değişim dengesi de bozuldu. Her iki hâlde mevcut sistem için çöküş demektir. Doğru, belki bilgimiz artıyor; mesafeler kısalıyor, iletişim imkânı eskiye nispetle çok daha kolay, ama artık beynimizi düşünmeye değil, hesaplamaya verdiğimizden beri, başkalarının bilmediklerini bilmenin ”epistemik kibri”nde boğuluyor; zihin karışıklılığı, cahillik ve kendini beğenmişlik içinde entelektüel bir komedi sergiliyoruz. Bu da davranışlarımızda ve kararlarımızda büyük etkisi olan faktörleri ihmal etmememize , hafife almamıza yol açıyor. Neticede biriken muhakeme hataları hayatlarımız üzerinde etkili oluyor, büyük başarısızlıklar ve sonu hüsranla biten trajik olaylarla yüzyüze kalıyoruz.
 
İnsanlar her zaman makul ve mantıklı davranan programlanmış robotlar değildir. Zannedilenin aksine, çoğu zaman pek de akılcı olmayan kararlar verirler. Modern dünyanın insanı aslında, özellikle karmaşıklaştırılmış bir oyunun kuklasıdır. Bireyselleştikçe kontrolün kendisinde olduğu hissine kapılır. Oysa böyle bir anlayış, gerçeklikten çok arzularımız ve kendimizi nasıl görmek istediğimizle alâkalıdır. Zihnimize belirli bir bakış açısı yerleştirdiğimizde sadece görmek istediğimizi görür, gerçekliği bize hizmet eden bir bakış açısı ile ele alırız. Bu entelektüel miyopluk basiretimizi bağlar, topluma sirayet etme imkanını bulan zihnî kategorilerin inanmaya hazır hale getirildiğimiz, hatta programlanmış olduklarımız olduğu gerçeğini göz ardı ederiz.
 
Dünya tasarlayabilenin âmenna! Lâkin meselenin ana çizgilerini kaybeden, ölçüp biçme çılgınlığında tutulmuş, her türlü entelektüel sahtekârlığı matematik kılıfına sokup yutturmayı marifet bilen modern dünyanın mimarları insanı düşünememiş, yeni ve gelişmiş sistemler tasarlarken; karmaşık matematik modellere, bilinene ve tekrarlanana odaklanarak, izafiyetin kısır döngüsü içinde hem insanı hem de tabiatı tahrip etmişlerdir.
 
“Tecrübe fayda ile birlikte ayrı bir ilimdir ve sınırsız sayıda tecrübe mümkün değildir.” Dikkatinizi müşahede ettiğiniz olayların seçilmiş kısımları üzerinde yoğunlaştırıp, buradan görülmemiş olana genelleme yaptığınız zaman “teyid hatası” na düşersiniz. Zira müşahede ve tecrübeye dayalı öğrenmenin ciddi boyutta sınırlamaları vardır, tuzaklara açıktır ve tam bir tanıma sağlamaz. Dahası, yerinde doğruya genelleştirerek yerli yerinin dışında kullandığınız zaman , yanlış kendi doğrularını doğurmaya başlar. Böyle bir fikir gücünün insana vereceği bilgi ve hüküm de elbette yanıltıcı olacaktır. Büyüklerden Ebu Said-i Harraz’a soruyorlar: “Allah’ı neyle bildin?” O da cevap veriyor: “İki zıddı birleştirmesiyle.” “İslâm zıt kutuplararası muvazenenin üstün nizamıdır.” Ve paradoks gibi dursa da, bu zıtları “tek ve ileri” bir bakışta birleştiren görüş islâmîdir-imânîdir. Hazreti İbrahim’in Hazreti İsmail’i kurban etme hâdisesini hatırlayın! Çok sevdiği biricik oğlunu gözünü kırpmadan kurban etmeye her an hazır ve Allah’ın buna asla rıza göstermeyeceğinden de en az o kadar emin! Bu konuda hiçbir şüphe ve tereddüdü yok.Paradoks gibi görünen şeyin, aslında ne kadar imanî bir hâl olduğu sezilmiyor mu? Hem de nasıl ! Ancak unutmamak gerekir ki, “bıçağı çeken İsmail’e kavuşur”
 
İnsan her yönüyle kavranması gereken bir bütündür ve hakikat tüm unsurların birden göz önünde bulundurulmasını şart koşar. Dünya; kaos -kozmos, şeytânî-ilâhî, hayat-ölüm vb. zıt kutuplardan oluşur. Bu minvâlde ve “zıtlar bir birleşselerdi bir daha ayrılmazlardı” hikmeti bağlamında söylersek, zıt güçler düşman güçler değil, eşzamanlı var olan güçlerdir. Bu eş zamanlılık içinde zıtları düalistik bir bakışla ele alan değil, bunları tek ve en ileri bir bakışta birleştiren, aslına irca eden bir “Bütün Fikir” tam tanımayı sağlayacak olan ve gerekendir. Zira, “küfrün kaynağını bilmeyen tam imanda olamaz.”
 
Galiba; uzmanların problemi, delil yokluğuyla yokluğun delilini birbirlerine karıştırmaları ve bu varsayımdan hareketle, yanlış önermelerden doğru hüküm çıkarma arayışına girmeleri. Oysa “bir şeye dair delil olmamasıyla o şeyin olmadığının delili” farklıdır. Ve “insan aradığının ne olduğunu bilmeden bulduğunun ne olduğunu da bilemez.” Bu inceliğin farkına varamadığınız zaman; dün “ak” dediğimize bugün “kara”, bugün faydalı dediğinize yarın, pardon yanılmışız aslında hiçbir faydası yokmuş demek zorunda kalırsınız. Ne yazık ki bunun faturasını da hiçbir günahı olamayan insanlar ödemek zorunda kalır. Tıpkı tıp dünyasının hârika bir buluşla (!) anne sütünü hiçbir faydası olmayan ilkel bir besin maddesi olarak ilânından sonra, anne sütü emmeden büyüyen çocukların bu ahmâklığın bedelini ömür boyu ödemek zorunda kalmalarında olduğu gibi.
 
Sigaranın ne kadar zararlı olduğu üzerine her vesileyle nutuk atanlar, yarın karşınıza geçip; "pardon yanılmışız, o kadarda zararlı değilmiş" derlerse, hiç şaşırmayın..!

Aylık Dergisi Mart 2013