Yazımızın mevzuu görmek, görememek ve görmezden gelmek üzerine…

Bağlı bulunduğumuz dünya görüşüne (Büyük Doğu-İbda) nisbetle söylersek, İyi-Güzel-Doğru nitelemelerinin çerçevesine giren kemmiyet ve keyfiyetler bütününün vazettiği prensipler-kâideler bizi daima “hakikat” kutbunun tarafında görmek ister. Zira hakikat, en basit insanî ilişkiler seviyesinden en büyük edebî metinlere, en adî (politik) tavırdan en ince siyasî hamlelere kadar uzanan genişlikte cereyan eden bütün hâdiselerin bir malzemesi olmaktan ziyade, tüm bu koşuşturmaca içerisinde (hayat) varılması gerekendir. Varıldığında kuşatılabilen değil, kuşatılamayacağı anlaşıldığı yerde, ona nisbetle nasıl hareket edilmesi yolunun keşfedilmesi gerekliliği; Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu bu meseleleri  “Bütün Fikrin Gerekliliği” ve “İslâma Muhatab Anlayış” terkibleri içerisinde belirtmiştir. Bu mânâdan olmak üzere biz, Hakikat’in “hakkın muradı” olması noktasından yola çıkarak, ona muhatab olanın murâdı kestirebilme cehdinden tütenlere “anlayış” diyoruz…
Böyle olunca da, her ferdin kendi hakikati içinde en yüksek anlayışa muhatab oluşu ve bu anlayışa muhatablığınca murâdı kestirebilmesi meselesi ortaya çıkar; İBDA’nın (formülize) ettiği “o değil ondan, ondan olduğu için o” hikmetindeki dâire sırrı gibi...

Doğru bir dünya görüşü demekle esasında doğru bir bakış açısı demek arasında bir fark yoktur; çünkü dünya görüşü –adı üstünde- insana bir “görme yetisi” kazandırır. Yeni bir dünya görüşüyle insan daha evvel hesapsızca yaptığı her hareketi, öylesine kurmuş olduğu her cümleyi, çerçevesi çizilmemiş her ilişki biçimini yeniden keşfetmek, anlamak, yeni görüşü istikametince tekrar inşâ ederek anlamlandırmak zorunda kalır. Dünyanın şimdiki gidişatından sıkılmış her fert, köhne olarak gördüğü manzaranın sebeplerini keşfettikçe tüm düğümlerin esasında dışında değil içinde olduğunu, içindeki köhnelikten kurtuldukça dışındaki manzarayı güzelleştirebileceğini, böylelikle yeni bir insan olabileceğini anlamaya başlar. En temel mânâda “görme” yani bedahete doğru yolculuk böyle başlar…
Az evvel bahsettiğimiz husustan kafamızı etrafımıza doğru çevirdiğimizde ise türlü türlü “anlayış”ların adeta kanlı bir muharebedeymişçesine etrafa saçıldığını görürüz; tüm görüş ve görünüşler ok yağmuru misâli yağmaktadır.

Tüm bu görüş ve görünüşler içerisinde neye bakmalı, neyi görmeli?

Mevzumuzu gazete, dergi yahut Sosyal Medya’da yazılanlara hasrederek daraltalım ve tekrar soralım: görülmeye, bilinmeye değer görüşler, görünüşler hangileri? Ve bu meyanda şu suâl: İçinde yaşadığımız zamana nisbetle kabaca tasnif ederek sorarsak marifet görmek midir, görememek midir yahut görmezden gelmek midir? Görmek, görememek ve görmezden gelmek; ilkinde zihin berraklığı, ikincisinde bulanıklığı, üçüncüsünde ise irâdî bir tahrifat çabası var gibi duruyor… Hangisinin asıl marifet olduğu ayrı bahis, biz, mevzumuzu daha da daraltarak –ki görme mevzuuna girişte değinmiştik- üçüncü nitelemenin mahiyeti etrafında duralım. Fakat ilk önce ikinci şıkka yani “görememek” mevzuuna dâir bazı misâlleri verelim ki, “görmezden gelme”nin mahiyeti diğer şıkların mahiyetiyle katışma fırsatı bulamasın.

Sultan IV. Murad öyle çetin şartlar altında padişah olmuştu ki, kendisinden evvel zıvanadan çıkmış olan Yeniçeri’yi zapt etmek için aşırı tedbirlere başvurmak zorunda kaldı; bu aşırılık öyle bir raddeye ulaştı ki Osmanlı’nın “itidalde bile itidal” şiarını ne görmek ne de anlamak fırsatını bulamadı…

Fransız İhtilâli’nin güdücüleri (Kral) ve taraftarlarına öyle derin bir ihtirasla muhalefet etmişlerdi ki, iktidarı elde ettiklerinde bütün gücün kendi arkadaşları olan (Robespiyer) gibi bir “habis ruh”un eline geçeceğini ve onun kendi adına takvim icad etmeye kadar gidebileceğini görememişlerdi…

(Napolyon)un “Fransız askeri! Sen benim eserimsin! Yanağındaki yara izinden ayağındaki postala ve yüreğini dolduran ordu ve hamle aşkına kadar benim eserim…” (1) demesine benzer bir fışkırışla Birinci Dünya Harbi’nden paramparça çıkan Alman Ordusu’nu imar eden (Hitler), Avrupa’yı çizmesi altında çiğneyen ihtirasının gözlerini kapamasından ötürü aynı Alman Ordusu’nu kendi eliyle tarumar etti…

Fransız edipleri, (akademi)sini kurdukları kültürlerine ve o kültürün oluşturduğu beğeni seviyelerine o kadar güveniyorlardı ki, kendi içlerinden çıkan derin tahassüsün büyük romancısı (Prust)u göremediler; onu, yüzyıl sonra ilk defa keşfeden bir İngiliz olunca da “İngilizlerden yüz sene gerideyiz!” demek zorunda kaldılar…

Görme’nin bedahet ifade ettiği yükseklik ile görememe’nin kusur-zaaf olarak sayıldığı çerçeveyi kabaca çizdiğimizde kendiliğinden gözüken “görmezden gelme” dünyasının zindanlarında mahpus kalmış tahrifatçıları olur… Bunların varlıkları o kadar zayıftır ki ancak bir (mikroskop) yardımıyla seçilebilirler; bu sebepten (direkt) olarak kendilerinden bahsettiğinizde yokturlar, fakat görmek ve görememek şıklarını tasvir etmeye başladığınızda, sıra sıra dizilmiş bir sürü insanın sıralanış biçimlerinden yansıyan hizanın kendiliğinden görünüşü gibi, bunlar da başıboş hâl ve sözlerinin oluşturduğu hiza içerisinden bir anda neşvünema bulurlar.

Umûmiyetle kurak yerlerde, çöl vb. yerlerde yaşayan, gözlük çerçevelerinin yarıçapı kadar bir çevre içinde değişime ayak direyerek hayatta kalmaya bakan bu kabalar, sığlıklarla örülü dünyalarında mutlu-mesud bir hayat sürerler. Soğuk Savaş Dönemi’ndeki casusları kıskandıracak türden bir bünyeye sahip olmaları sebebiyle her türden görüş ve anlayış içinden türeme becerisine de sahiptirler. Onları tetikleyen, bir anda ortaya serpilmelerine sebeb olan hususlar ise hakikat, doğru, güzel ve bu kavramların ihtiva ettiği anlayışlardan tüten yazı, konuşma ve fiillerdir. Böylesine güçlü, hatta kudretli denilebilecek, delinmez zırhları kıskandıracak idraksizliklerine nazaran bir yerde güç toplama talihini hiçbir zaman elde edememişlerdir; çünkü temel dürtülerinin beslendiği kaynak, kim ve ne olursa olsun önlerine aldıkları her şeyden bir başarısızlık çıkarma arzusudur. Böyle olunca da, yani herkesin başarısız olduğu bir çevrede kendi başarısızlıkları gizlenecek ve hatta umûma nazaran kendileri başarılı sayılacaktır. Eh, herkesin başarısız olduğu ortamda ise bir güç toplanmasını beklemek gerçekten de hayalcilik olmaz mı?

Fakat ya tam aksi olsaydı? Ya bir gün Allah muhafaza o görmezden gelme zindanının kapıları açılırsa ne olacak? Her ne kadar biz hor görüyorsak da, aksi durumundan daha büyük bir felaket tasavvur edilemez. Bu hususu en iyi şekilde izâh edenlerden birisi de bana kalırsa (Marsel Prust)tur. (Prust), (Nerval)in bir eserinden bahisle “o kadar tersine takdir ediliyor ki, neredeyse Sainte-Beuve’ün bıraktığı unutuluş içinde kalması daha iyi olur, hiç değilse bu unutuluştan, el değmemiş hâlde, mucizevî tazeliğiyle çıkabilirdi. Bir şaheser, onu yıpratan, ona ait olmayan renklerle bozan bir unutuluştan çıktığı an, doğru bir değerlendirmeyle gerçek güzelliğine kavuşur. Académie’nin yorumları Yunan heykel sanatını, neoklasikler Racine’in trajedilerini öyle gözden düşürmüştür ki, belki tamamen unutulsalar, itibarları bu kadar zedelenmezdi.” demiştir. (2)

Gerçek tenkidin önünü kapayan ve böylelikle her vakit münekkid yokluğundan doğan boşlukta yaşama fırsatı elde eden-en yakınımızdan en uzağımıza- bu tiplerin en bariz vasıfları, savunduklarını iddia ettikleri her fikri kör nefislerine indirici bir gayretkeşlikten ibarettir. Daha da ileri giderek cesurca soralım: Kim bunlar? Belki ben, belki okuyucu ve belki de “başkası” diye nitelediğimiz herkes; kim olduğu mühim değil. Bir davayı, bir anlayışı, bir meseleyi kendi nefsine indirici ve her bir hususu üstün bir davayı temsil eder bir görünüşe bulayıp kör nefsinin reklamını yapan her şahıs “görmezden gelici”dir! Bu, ne sefil bir hayat görüşüdür ki, hakikati, güzeli gördüğü yerde ona râm olmak yerine onu kapamak için ellerindeki bütün (patiska) kefen bezlerini pazara dökerler ve adi mesleklerine nazaran kutsal bir iş yapmış insan tavırlarıyla yağlı başlarını kapkara yastıklarına gömüp horlarlar; tıpkı, ömürleri boyu her güzeli horladıkları gibi…
(Şekspir)in bir eserindeki tercümenin felaketinden dem vurduğu için kendisine “siz İngilizce bilmezsiniz ki nerden konuşuyorsunuz?” diyen birisine Üstad Necip Fazıl şöyle cevab verdiğini söyler: “Şekspir’i anlamak için en küçük şart İngilizce bilmektir. En büyük değil!”

Üstadın çizdiği usûlden yola çıkarak zannediyorum şöyle denilebilir: bir şeyi görmemek için en küçük şart göz sahibi olmaktır, en büyük değil!

 
  1. Necip Fazıl Kısakürek, İhtilal, Büyük Doğu Yay. Sayfa 276.
  2. Marcel Proust, Sainte-Beuve’e Karşı-  Doğu Batı Yay. Sayfa 95.
 
 Baran Dergisi 492. Sayı