Cumhuriyetin kurulduğu günden beri milletimize ve onu var eden bütün değerlere -din, dil, kültür, ahlâk- tepeden bakan, milletin içinden yetişenlere hangi kademeye gelirlerse gelsinler ikinci sınıf insan muamelesi yapan, herşeyi yalnız kendilerinin bildiğini sanan ama kendilerine Batılı efendileri tarafından verilen direktifler dışında hiçbir halttan da haberi olmayan bir sınıf var.

Cumhuriyetin kuruluşuyla beraber yerli sermaye teşekkül ettirilebilmesi için eline önce yoğurt sonra da yayık verilen ve tüm bunlar yetmezmiş gibi bir de ayranı köpürtülen sermaye ile sermayeye bu fırsatı sunan siyasî irade bir sınıf teşkil eder. Sermayenin menfaatine göre tertib edilen devlet ve bu devlet teşkilâtında insan kaynağı olarak kullanılan suyun öte tarafından gelenler (bunların içinde Sabetayistler olduğunu da unutmadan), Çerkezler ve aleviler de diğer bir sınıfı meydana getirirler. Tabiî ki burada bütün muhacirleri, Çerkezleri ve alevîleri zan altında bırakmak istemeyiz; fakat bir tabloda pek çok renk kullanılmasına rağmen, bizim memlekette öne çıkan/çıkartılan belli başlı zümreleri resmeden tabloya baktığımızda bu ana renklerin hâkim olduğunu görmemek için de kör olmak gerekir.

Devşirme Usulünden Devşirilme Usulüne

Burada tarihe de bir atıfta bulunmakta fayda var, Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı’nın son dönemlerinde terk etmeye başladığı devşirme rejimini çok daha katı bir şekilde benimsemiştir; fakat bir farkla, Devlet-i Aliyye’nin idarî kadrosu her ne kadar devşirme usulüyle teşekkül ettirilmişse de tepesinde Müslüman, soylu bir Türk Bey’i oturur ve o hükmederdi. Türkiye Cumhuriyeti ise Osmanlı’nın devşirme usulünü sürdürmeye kalkmasına rağmen hüküm ile icrayı birbirine karıştırmak suretiyle azınlığın çoğunluğa tahakküm ettiği, devşirilmesi gerekenlerin bütün memleketi devşirmeye kalktığı düzenin kurulmasına sebeb olmuş, düne kadar ancak hizmetlerinden istifade edilenler hüküm verecek konumlara getirilmiştir.

Bu azınlık sınıf, milletimizin onların nezdindeki aşağılık din, dil, kültür ve ahlâkını benimsemeyi kendilerine ar gördüklerinden önce akılcılık, bilimsellik, çağdaşlık ve lâiklik isimli putlar dikmiş, sonra bu putlara tapınmanın dini olarak da Kemalizm’i şekillendirmiştir.

Fırsatı Bulsalar Katliam da Yaparlar Darbe de

Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun 2000 senesinde yapmış olduğu savunmasında “3000 aile” şeklinde formüle ettiği, yukarıda tarif ettiğimiz azınlık sınıf, İkinci Dünya Savaşı ile beraber demokrasyalar safında yer alabilmek için çok partili düzene geçmiş olsa da, kendilerinden olmayan, kendilerinin imtiyazlarını tasdik etmeyen yahut onların menfaatini öncelemeyen kimseye siyaset başta olmak üzere bürokrasi, akademi, fikir, edebiyat ve sanat sahalarında hayat hakkı tanımamıştır.

Bu imtiyazlı zümre, bugüne kadar defalarca örneğini sergilediği gibi bugün yine eline fırsat geçse orduyu kullanarak katliam da yaparlar, darbe de yapar, emniyeti kullanarak istediğine işkence de ettirir, istihbaratı kullanarak yeniden format atmak üzere toplum içinde fitne de çıkartır, yargıyı bir sopa gibi kullanıp kendilerinden olmayan herkesin sesini soluğunu da keser... Bırakın hukuku hiçbir ahlâk umdesi taşımayan bu güruh, yeri geldiğinde, kurulacak Batı menşeili yeni dünya düzeninde mevcut statüsünü sürdürmek ve teminat altına almak için takkelisiyle ananas, kalpaklısıyla silah işine girmekten de yüksünmez.

İşledikleri envaî çeşit cürüm ve milletimizi soyup soğana çevirdikleri hırsızlık dönemlerinden sonra, ufukta en ufak bir sosyal infilâk ihtimâli belirdiğinde hemen iktidara millet içinden birilerini getirme manevrası yapar, millet yatıştıktan sonra da seçimle, yargıyla, olmadı darbe yoluyla yeniden dizginleri ele alıp, kaldıkları yerden devam ederler.

Kemalizmden FETÖ’ye, FETÖ’den Kemalizm’e Bürokrasi

Yakın tarihte bunların yeniden dizginleri ele alma girişimlerinden olan 28 Şubat sürecinin 1999 senesinde akamete uğramasıyla aslında bu kesim kaybetmişti. Kendisini Kemalist olarak tanımlayan bu kesimin devlet teşkilâtı içindeki unsurları ilerleyen süreçte Ak Parti tarafından tasfiye edilip, onların yerine milletimiz kadrolaştırılacağı yerde, bu misyonu FETÖ millet için değil de kendi adına üstlendi. FETÖ, Kemalizmin öz be öz yavrusu olup, suret-i haktan görünerek bu işi yaptı. Devlet bürokrasisi içinde Kemalistleri ya tasfiye etti yahut onları devşirmek suretiyle işi 15 Temmuz’a kadar taşıdı. FETÖ bürokrasi içinde bir değişime gitti; fakat cumhuriyetin kuruluşundan beri imtiyazlarını muhafaza eden birinci sınıfa tâbi diyebileceğimiz sermaye, siyaset, medya, edebiyat ve sanat camiası ise yerini korudu. 15 Temmuz olup da, iktidar FETÖ’yü alt edince, bu sefer bürokraside boşalan koltuklar yine millete tahsis edilmedi, onun yerine FETÖ’yü doğuran Kemalistler bu koltukları adeta kapıştılar. Bugün Ak Parti her ne kadar devlet organlarından olan ordu, yargı ve diğer bürokrasiyi ele geçirmiş gibi görünüyor yahut karşı taraf içinde bulunduğumuz vaziyeti bu şekilde lanse etmeye çalışıyorsa da, bu organlardaki kadroları tanıyan herkes bilir ki, bunun bir gerçekliği yoktur. Buradaki tek gerçeklik, Erdoğan’ın arkasındaki halk desteği ve bu destekten çekinen bürokrasinin ön plana çıkan meselelerde inisiyatif almaya cesaret edememesidir. Yoksa bugün devlet teşekkülü içindeki kadrolar ile 2002 senesindekiler arasında zihniyet açısından bir fark yoktur.

Biraz evvel de ifâde ettiğimiz üzere, Cumhuriyetin kuruluşundan beri yaşanan krizlerden toplumun tüm kesimleri menfi bir şekilde etkilenirken her ne olursa olsun bu ayrıcalıklı statülerini ve imtiyazlarını muhafaza eden sermaye, siyaset, medya, edebiyat ve sanat camiası 15 Temmuz sürecinden de yara almadan çıkmış ve hatta bürokrasinin yeniden öz kemalistlerin eline geçmesiyle kendisini de daha rahat ifâde edebileceği bir ortama kavuşmuş bulunmaktadır.

Düne Kadar Genelkurmaydan Çıkmayan TÜSİAD

Geçtiğimiz hafta yayınlanan bildiri hadisesine de bu minvalden bakmak gerek. Hatta bildiriden önce bize kalırsa geçtiğimiz hafta düzenlenen TÜSİAD’ın genel kongresinde yapılan konuşmalara göz atmakta fayda var, öyle ya, bu bildiriyi yayınlayanların patronları bunlar.

Hatırlarsanız, 22 Mart 2017 tarihinde, Balçiçek Pamir’in Habertürk’te sunduğu, 28 Şubat sürecinin konuşulduğu programda, Emekli Genelkurmay İstihbarat Daire Başkanı İsmail Hakkı Pekin, “Askerî rejimler ya da askerî vesayetler konusunda Türkiye’deki kodamanların ve bazı basının katkılarını ve onların yönlendirmelerini bir tarafa bırakmamak lazım.” demiş ve kimi kast ettiği sorulduğunda da TÜSİAD’daki bazı iş adamları dedikten sonra, kendisinden isim vermesi istendiğinde meselâ Koç demişti de programcı sorusuna cevab verilmesinden rahatsız olmuş ve isim vermeyelim demişti.

TÜSİAD Genel Kongresi

TÜSİAD’ın genel kongresinde açılış konuşması yapan Simone Karlowski, dünyanın içinde bulunduğu iktisadî vaziyet, Türkiye’nin iktisadî vaziyeti, iklim, kadınlar bilmem neler diye uzun bir safsata yaptıktan sonra önce Türkiye’ye AB ve ABD tarafından bir istikamet çiziyor ve ardından da konuşmasına şu şekilde devam ediyor:

- “Dünya düzeni yeni bir kuruluş anından geçiyor. Bunun tüm işaretleri etrafımızda. Türkiye’nin de bu kuruluş döneminde kendi yönelimi, stratejik kimliği ve iç düzeni hakkında kararlar vermesi gerekecek. Her şeyden önce egemenliğin üzerine titremenin veya özerk dış politika izleyecek bir alana sahip olmanın ittifak üyesi olmakla çelişen bir tarafı yoktur.

Tercihler de aslında nettir ve Türkiye’nin 21. yüzyılda küresel düzende nasıl bir yere sahip olacağını bunlar belirleyecektir.

Diplomatik esneklik ve yapıcılık ile çatışmacılık; laiklik ve bilimsellikle hurafe; özgürlükçü ilkeler ile baskıcılık; doğayı sakınmak ile onu talan eden bir hoyratlık; kadınların eşitliğini benimsemek ile onları ikinci sınıflığa mahkum etmek; demokrasi ile otoriterlik; çoğulculuk ile çoğunlukçuluk; vatandaşlık hakları ile tebaacılık; hukukun üstünlüğü ve ifade özgürlüğü ile baskıcılık arasındaki tercihler, dünyada ve ülkemizde nasıl yaşayacağımıza dair tercihlerdir.

Artık yarım asrı devirmiş bir kurumuz. Temelleri, Mustafa Kemal Atatürk tarafından atılan, ilkelerine yürekten bağlı olduğumuz, ve iki yıl sonra Yüzüncü yaşını kıvançla kutlayacağımız Cumhuriyetimizin, temel ilkelerinden ve hedeflerinden vazgeçmeden ama onları çağa uydurmayı da beceren bir yaratıcılıkla yeni dünyada, ülkemizin hakettiği yeri almasını istiyoruz.”

***

Dünya düzeninin yeniden bir kuruluş anından geçtiği noktasında kendisine katılıyoruz, Türkiye’nin bu kuruluş döneminde kendi yönelimi, stratejik kimliği ve iç düzeni hakkında karar vermesi gerekeceği noktasında da hem fikiriz; fakat burada Türkiye’nin vereceği kararı belirleyecek olanın Mustafa Kemal’in ilkeleri olduğu noktasında ise taban tabana zıt düşünüyoruz ve bu tercihlerin net olduğunu da katiyyen kabul etmiyoruz. Türkiye’nin tercihlerini TÜSİAD mı belirliyor yoksa seçilmiş iktidar mı? Türkiye’nin yerini belirleyeceği iddia edilen Mustafa Kemal prensiblerinin Türkiye’yi ne vaziyetlere mahkûm ettiğini 15 Temmuz’a kadar biz defalarca kez bizzat müşahede ettik, bu lâflara karnımız tok. TÜSİAD’ın kendisine sağlanan imtiyazları kalıcı kılmak için mücadele etmesi elbette ki anlaşılabilir; fakat iyi de geri kalan bir değil, üç değil, beş değil, 80 milyon insan ne olacak?

TÜSİAD Başkanı S. Karlowski

Türkiye Cumhuriyeti tarihinde yaşanan darbeler, ekonomik krizler ve siyasî krizlerden bugüne kadar hiç ama hiç etkilenmeyen, hatta bunların hepsinden nemalanmasını bilip daha da güçlenerek çıkan bu kesim yerini koruduğu sürece, Türkiye’de ne bildirilerin, ne muhtıraların, ne terörün, ne fitnelerin, ne de darbe girişimlerinin ardı arkasının kesilmeyeceği hâlâ anlaşılmadı mı?

Emekli Amirallerin Bildirisi

TÜSİAD’ın genel kuruldaki bu çıkışının hemen beş gün sonrasında, daha neye imza attığını bile bilmeyen bir sürü amiral adına bildiri yayınlanması tesadüf mü?

Not: Bu işin en acınası tarafı da ne biliyor musunuz? Sermaye, tetikçiliğini, kendisinin en büyük düşmanı tinerci müptezel Nihat Genç’e yaptırıyor ya, bize kalırsa bu işin en trajik boyutu da budur.

İktidar Artık Bir Karar Vermeli

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın liderliğindeki iktidar bugüne kadar sermaye ve bürokratik vesayetle çok uğraştı, askerî darbe girişimi dahil başına gelmeyen kalmadı. Memleket 15 Temmuz’dan sonra tam soluklanıp, dışarı doğru bir hamle girişiminde bulunmaya kalktı, bu sefer eski Türkiye’nin hastalıkları bir bir nüksetmeye başladı. Görülen o ki, Simon Karlowski’nin de dediği gibi, Türkiye’nin dünyanın bu yeniden kuruluş döneminde kendi istikameti, stratejik kimliği ve iç düzeni hakkında kararlar vermesi gerekecek ve bunun için de dışarıda bir üst ligde mücadele ederken, içeride sırtından hançerlenmemesi için evvelâ TÜSİAD’ın temsil ettiği sınıfla hesaplaşması, bununla beraber de şartların Türkiye’ye yüklediği tarihî misyonunu kuşanması gerekecek.

Aksi takdirde, bugün Ayasofya diyemedikleri için sarıklı amiral diyenler, yarın yine başka bir bahaneyle ortaya çıkacak ve Türkiye’nin enerjisini vampir gibi emmeye devam edecekler.

***

İktidar, Ayasofya’yı geri verip vermeyeceğinin kararını biran evvel vermeli ve millete bunun gereğini yapmak suretiyle kararını bildirmeli.

Baran Dergisi 743.Sayı