Cumhurbaşkanı Erdoğan bugüne kadar birçok vesile ile tekrar etmiştir “Biz kabile devleti değiliz, çadır devleti değiliz.” diye. Geldiğimiz noktadan baktığımızda, kendisinin bu sözü söylerken ne kadar haklı olduğunu bir kez daha görmüş bulunuyoruz. Evet, Türkiye Cumhuriyeti bir kabile devleti, çadır devleti bile değildir; çünkü belli başlı zümreler cumhuriyet kurulduğu günden beri kanunlar karşısında elde ettikleri imtiyazlı konumlarını muhafaza etmiş, hukuk düzeni tesis edilememiş ve çete düzeninden çıkılarak devlet düzenine geçilememiştir. Ayrıca, bizim hukuk düzenini tesis etmiş çadır devletlerimiz vardı. Hukuk düzenini tesis etmiş, beyine bile hukuk önünde imtiyaz tanımamış ve zaten bu sayede çadırdan çıkıp cihan devleti olmuş çadır devletlerimiz vardı bizim. Oysaki geldiğimiz noktada bir kez daha tescillendiği üzere Türkiye Cumhuriyeti rejimi bir çadır devleti kadar bile hukuk devleti olma şartlarını haiz değildir.

Bu tabiî yalnız bugünün meselesi değil. Cumhuriyetin kuruluşundan bugüne dek bu sorun bir türlü çözüme kavuşturulamamıştır. Çözüme kavuşturma konusunda demokrasi vesilesiyle milletin yetkilendirdikleriyse meseleyi hâl ve fasletmek yerine hukuksuzluğu iktidarlarını güçlendirmek üzere kullanmayı tercih etmişlerdir.

Tüm bu sürecin neticesinde herkes hâlâ ısrarla ve inatla sivilceyi konuşuyor olsa da aslında karaciğer bitmiş ve bugün hâlen ısrarla yaşatılmaya çalışılan rejim, sirozdan gebermektedir.

Yıkım Safhasından Çıkamadık

Devlet-i Aliyye’nin kendisine Ebed Müddet yakıştırması yapmasının dayanağı onun hâkim olduğu toprakların büyüklüğü, iktisadî gücü değildi. Devlet-i Aliyye, tesis etmiş olduğu hukuk nizamına güveniyor, bu nizama göre teşkilatlandırdığı devlet müessesesinden güç alıyor ve buradan yola çıkarak kendisine Ebed Müddet yakıştırmasını yapıyordu.

İlerleyen zamanla Osmanlı’nın anlayışı yenileyememesi ve yeni bir anlayışa göre hukuk ve devlet nizamını ileriye zuhur ettirememesi neticesinde duraklama, gerileme ve yıkılma çığırı da açılmış oldu. Bu süreçte hukukun pörsümesi neticesinde kanunlar karşısında imtiyazlı zümreler belirdi, yolsuzluk aldı başını yürüdü ve sonra devlet de malum olduğu üzere tüm bunların peşinden yıkılıp gitti. Türkiye Cumhuriyeti ise yeni bir hukuk nizamı tesis ederek, bu zemin üzerinde doğrulacağı yerde, Osmanlı’nın yıkımında rol almış belli başlı zümreler ile bunlara cumhuriyetle beraber eklemlenen Yahudi, dönme ve diğer azınlıklara imtiyaz sağlamak adına Batı hukukundan yaptığı aşureyi getirip, milletin sırtına “muasır medeniyetler seviyesi” diye geçiriverdi. İşte, o gün bugündür memleket Osmanlı Devleti’nin yıkıldığı ve yerine Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulduğu noktadan bir adım ileriye gidemedi.

Hukuksuzluğun Hukukî Düzeni

Tek parti dönemi, bürokraside yalnız belli bir çıkar odağının menfaatlerini öncelediği için oligarşik bir düzen belirtiyordu. Hemen sonrasında çok partili hayata geçiş ile beraber ortalığın şenlenmesiyle herkesin gücü nisbetinde bürokrasi ve diğer güç odaklarında hâkim olmasıyla, merkezde kurucu tek parti zihniyetinin bağlıları olmak kaydıyla, derebeylikleri dönemine geçildi. Aradan geçen uzun zamandan sonra en son Amerikan istihbarat servislerinden olan FETÖ döneminde yeniden tek parti zamanındakine benzer oligarşik bir dönemi görmüştük, güç yalnız belli ellerde toplandığı için hukuksuzlukta da olsa tek düzelik sağlanmış ve Türkiye en azından hukuksuzluğun niteliğinde bir düzen tutturmuştu. FETÖ gerek emir komutasında olduğu ABD’den, gerekse ABD’den aldığı direktifler doğrultusunda bürokrasi, siyaset, medya, sermaye gibi alanlarda kurmuş olduğu hâkimiyet dolayısıyla kanunlar karşısında bulduğu imtiyazlarından azamî derecede istifâde ederek kendi menfaati istikametinde yargıyı işletmişse de, iktidarı ele geçirmek gibi bir iddia taşıdığından, toplum nezdinde meşruiyet sağlayabilmek için senelerdir milletin nefret objesi hâline gelmiş olan pek çoklarının imtiyazlarını iptal etmiş ve bunları “tiyatro”larda yargılamak suretiyle sahte de olsa bir hukuk devleti imajı tüttürmesini bilmişti.

Zıt Kutupların Muvazenesizliği

17/25 Aralık ve ardından gelen 15 Temmuz ile beraber FETÖ temizlenirken, doğan boşluk bir hukuk devleti ile ikâme edilmeye teşebbüs edilmedi. Bunun yerine iktidar, gücün FETÖ’nün tekeline geçmiş olan kaynaklarını FETÖ’den sonra farklı zihniyetlerin mensublarına pay etmek yoluna giderek, zıt kutuplar arasındaki çekişmelere dayanan bir denge kurmaya yeltendi. Zihniyet demeyelim de, etiketleri birbirine zıt olan kesimler, bürokrasi başta olmak üzere güç kaynaklarında kendilerine biçilen rolleri üstlenir üstlenmez, maddî menfaat elde etmek noktasında zıtlıklarını manyetik bir kimliğe büründürerek FETÖ’den çok daha kuvvetli bir şekilde ittihat ettiler. Düne kadar keser hep aynı tarafı yonttuğu için şeklen bile olsa adalete benzeyen “şey”, bu sefer herkesin kendi tarafından var gücüyle yontmaya başlamasıyla beraber, dünkünden beter bir hukuksuzluk ikliminin doğuşuna vesile teşkil etti.

Böyle anlatınca, iktidar, 15 Temmuz’dan sonra farklı zihniyetler üzerinden zıt kutupların üstün muvazenesini kurmaya kalkmış gibi anlaşılmasın. Zıt kutupların üstün muvazenesinin kurulmasında, muvazenenin sağlanmasının “esas”ını zıtlık değil, muvazene noktasını belirten “ölçüt”leri tayin eden belirler. Ölçüler olmadan helva bile yapılamayacağı son derece açıkken, devlet yönetmek…

Böyle anlatınca komik geliyor değil mi? Açıkçası bizce değil. Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun dediği gibi, insan olmak başkalarının ayıplarından da utanmayı icab ettirir. Bize kalırsa, bu vaziyet son derece utanç verici.

Hükmetme Değil Savrulma Hâli

17/25 Aralık’a kadar iktidar ile FETÖ bir safta Ergenekon ve Balyoz üzerinden Kemalist dinozorlarla mücadele etti.

17/25 Aralık’tan sonra iktidar, bu sefer yalnız başına FETÖ ve hem de kuyruk acısı olan eski Türkiye’nin dinozorlarıyla mücadele etti.

İktidar her iki mücadeleden de, bilhassa milletin 15 Temmuz’da açıktan desteğiyle galib ayrılmasını bildi. Bu mücadeleleri kazandı kazanmasına ama bu sefer içeride elle tutulur gözle görülür açık bir düşman kalmadığından bir yandan ifâdesini ve hızını kaybederken, 15 Temmuz ile beraber mücadelenin sınırların dışına doğru taşınmasıyla beraber değişen şartlara da uyum sağlayamadı. İçeride sorunu kökten çözmek üzere bir düzen değişikliğine gitmek yerine gücü çeşitli ellere dağıtmak yoluna gittiğinden hakiki bir oluş sürecini de ıskaladığı için, bu sefer tam mânâsıyla hem içeride ve hem de dışarıda ayazda kaldı.

İşte, tüm bu süreçlerin neticesini şimdi iç ve dış siyaset, ekonomi, hukuk, medya, servet dağılımı ve çeteler üzerinden görüyoruz.

18. Ufukta Belirdi

Artık öyle bir noktaya geldik ki, bugün Türkiye’nin en basit bir meselesi bile palyatif tedbirlere başvurularak çözüme kavuşturulamaz hâle gelmiş bulunuyor. Dolayısıyla artık onu oraya, bunu buraya getirmekle, iktidar konumundaki siyasî partiyi değiştirmekle falan Türkiye’nin meselelerini çözüme kavuşturmak mümkün görünmüyor. Haddi zatında Türkiye’de düzen meselelerin çözüme kavuşmaması için tesis edilmişti zaten; fakat eskiden pislik bu kadar ayyuka çıkmıyor, perde arkasından alan alıyor, satan satıyordu. Şimdi ise bilhassa internetin iletişim planında meydana getirdiği değişim dolayısıyla kim ne halt ediyorsa, dakikasında herkesin önüne düşüveriyor.

Palyatif çözümlerin tükendiğini söyledik, yâni artık Türkiye’nin inkılâb çapında hamlelere ihtiyacı var ve tabiî bu inkılabın gerçekleşmesi için de öncelikle mühendislik hatası bu düzenin yıkılarak, zeminin temizlenmesine, düzeltilmesine… Yâni 18.’sine niyetlenmeden bu işin artık olmayacağının anlaşılması gerekiyor. Doğruya doğru, bu 17. devlet son derece kötü bir tecrübe oldu. İnşallah nasıl olması gerektiği noktasında olmasa bile nasıl olmaması gerektiği noktasında bize ders olur da geçen bunca zaman heba olmamış olur.

Hukukî temeller üzerine 18.’si kurulduktan sonra, 17.’sinden kalan kötü hatıraların ferdî ve içtimâî planlardaki ruhî tesirlerinden arınmak için derin ve uzun bir terapiye ihtiyaç duyacağımız da muhakkak!

Baran Dergisi 754. sayı

Görüş: Ömer Emre Akcebe