“Nerede birlik” suâline, “şahsî ve maddî menfaatler çevresinde birlik” cevabı verildiği taktirde, bir memleketin ne hâle gelebileceğinin ibretlik tablosu hâline gelmiştir Türkiye. Büyük küçük demeden etkileyici konumunda bulunan herkesin kendi işini gücünü bırakıp indirme peşine düştüğü, bu indirme işlerinin önünde kapı vazifesi görmesi gereken müesseselerin bile bu işin bir parçası hâline geldiği, hırsız içeride olduğu için de kapının kilit tutmadığı ve bir de internet sayesinde eskiden olduğu gibi bu işlerin artık saklanmasının da imkânı olmadığından her şeyin ortalığa saçıldığı bir ülkede yaşıyoruz.

Umumî vaziyeti bu şekilde bir kez daha hatırladıktan sonra, şimdi biraz daha hususî bir plana geçelim ve Türkiye’deki basının içler acısı manzarasına bakalım.

Medya

Bugün Türkiye’de tüm medya organları iktidara göre konumlanmış bulunuyor. Bunlardan bir kesim iktidar yanlısı tarafta saf tutarken, diğer kesim ise iktidar karşıtı tarafı teşkil ediyor. İlk bakışta, Türkiye gibi iktidar ile muhalefet arasında yalnız zihniyet farklılıklarının sivri köşelerinin ön plana çıkartıldığı bir memlekette bu manzara tabiî görünebilir.

Peki, gerçekten öyle midir? Tabiî ki değildir.

Dinsiz, Ahlâksız, Görüşsüz, Vicdansız

Türkiye’de belli başlı çıkar odakları etrafında hissesine düşecek olan menfaate göre kümelenmiş bir medya var. Birkaç istisna dışında bunların dinî, ahlâkî yahut ideolojik hiçbir kaygısı yok. Tamamen çıkar odaklı hareket eden, hangi tarafı temsil iddiasındaysa o kesimin cengaverliğine soyunan, yalan söylemekten çekinmeyen ve söylediği yalan ortaya çıktığında yüzü kızarmayan, dalkavuklukta deryaları tutuşturmaya mahir ve bağlı olduğu tarafta günün iklimine göre rüzgâr ne yandan esiyorsa ona göre dönen rüzgâr gülleri bunlar. Rüzgâr, yani mamaları kesildiğinde düne kadar taşıdıklarını iddia ettikleri bütün değerlerden bir yılanın derisinden soyunması gibi ayrılıp karşı tarafın da en ateşli savunucusu olmaları önünde engel olabilecek bir şahsiyeti de haiz değiller.

Hayal Tacirleri

Aslına bakacak olursak, medya, iki tarafın da kendisine photoshopladığı bir Türkiye imajını kendi taraftarlarına empoze etmekle meşgûl. İktidara yakın medya dünya devi, cihan imparatoru, yedi iklime nizam veren, insanların bolluktan boğulduğu, adaleti Hazret-i Ömer devrine denk bir memleket tasavvurunu hakikatmiş gibi pazarlamaya uğraşırken; muhalif kanat ise bunun tam tersini empoze edebilmek için en aşağılık yollara bile tevessül etmekten çekinmiyor.

Onların tüm bu çabalarına karşılık, vatandaş ise kendisine gösterilen Türkiye ile kendi yaşadığı hayatı birbiriyle bağdaştıramadığı için bir de bunun sıkıntısını çekiyor.

Keyfiyetsizlik

Biraz evvel de ifâde ettiğimiz üzere, din, ahlâk ve dünya görüşü bakımından hiçbir keyfiyet belirtmeyen, dolayısıyla bu değerlerle tüm münasebeti ensesinde bunların etiketini taşımak olan kimseler, hangi taraftan olurlarsa olsunlar, yaşanan tüm meseleleri dedikodu seviyesine, yani kendi seviyesizliklerine indirmekte de son derece maharetliler. Meselelerin çözümü noktasında ezbere birkaç klişeden başka ortaya ne teşhis ne de bir reçete koyamayan bu kimseler, idraklerin iğdiş edilmesi noktasında ise üzerlerine düşen vazifeyi tastamam yerine getirmekteler. Unutmadan, bir de bunların entelektüelleri var, onlar da meseleleri kadınlar hamamı seviyesinde ele alıyorlar ama “aydın” kimseler olduklarından, aralara fikir adamlarının konuyla alakalı yahut alakasız sözlerini serpiştirmek suretiyle bu unvanı da kimseye kaptırmıyorlar. Bunlara eşlik eden komplo teorisyenlerine de ayrıca bir parantez açmazsak onlara ayıp etmiş oluruz. Birbiriyle alâkasız meseleler arasında, ilk bakışta normatif şuur hatası gibi duran; fakat biraz deşildiğinde sistemli bir şekilde yapıldığı anlaşılan saçmalıklar dizisini sanki hakikatmiş gibi satanları diyoruz. Feriştahın fantezilerini senelerdir sanki yalnız bunların bildiği sırlarmış gibi pazarlayan, bir de bu işi “sistem”li yapan tipler için uygun düşecek bir yakıştırmamız bile yok açıkçası.

Yine de haklarını yemeyelim, bir konuda çok nitelikliler, felâket para sayarlar, bir görseniz şaşarsınız.

Dalkavuk Dost Değil Düşmandır

Yine iktidara yakın medyadan devam edecek olursak. Tek elden çıktığı besbelli manşetler, konulara yalnız tek bir bakış açısından yaklaşmalar, iktidarın önünü açmak üzere lokomotif olacağı yerde vagonluk yapmalar ve bütün bir ömrü Erdoğan her ne der ve ne yaparsa yapsın hiçbir kritere tabiî tutmaksızın onu doğrulamak, lâ yüsel kılmak üzere geçen dalkavuklar.

Bir insanın en büyük dostu, bütün gün onu övmelere doyamayan değil, bir yanlış yaptığı yahut yapacağı vakit onun hatasını ikaz edendir. Buradan da anlaşılacağı üzere, kendisinin iktidara yakın olduğunu iddia eden medya Erdoğan’ın dostu değil, bilâkis baş düşmanıdır.

Eğriye Eğri, Doğruya Doğru

“Bir yanlış gördüğünde tenkid, bir doğru gördüğünde ise takdir etmek ne kadar zor olabilir ki” diye aklımıza getirmişizdir muhakkak; fakat bunu yaparken bizim iyi, doğru ve güzel ölçütlerimizin piyasaya uymadığını çoğu defa unutuyoruz. Açmak gerekirse, bu tipler için para ediyorsa iyi, para getirecekse doğru, pahalıysa da güzel olduğunu, onların eşya ve hadiseler ile alâkalarının bu ölçütler çevresinde şekillendiğini biz ne yazık ki anlayamıyoruz. Biz bunların samimiyetsizliklerinden kaynaklanan rezilliklerini başarısızlık olarak görüyor olsak bile, bunlar foyaları ortaya çıkana kadar yaptıkları birikimden başka birşeyle alâkadar olmadıklarından, geri kalan mevzularla zannedildiği kadar alâkadar da değiller. Hedefine ulaşmışlarsa, yani ceblerini doldurmuşlarsa tamam, ondan sonra isterse rezil rüsva olsunlar, hiç ama hiç sıkıntı değil. Dolayısıyla bu adamlara şöyle yaparsanız başarılı olursunuz falan diye yol göstermeye çalışmak bile saçma, gösterilecek yolun maddî getirisi şimdikinden daha fazla değilse...

Düzeltmek Kimsenin İşine Gelmiyor Mu?

Üstad’ın “Babıâli” eserinde “Hürriyet Gazetesi”nin kurucusu olan Sedat Simavî (1896-1953) ile arasında geçen şu vesikayı hatırlayalım:

- “Sedat Simavi (Napolyon) gibi, eli yeleğinin düğmelerinde, bir aşağı, bir yukarı, dolaşıyor ve mükellef bir koltuğa oturttuğu Sabık Şair(Necib Fazıl)’e:

-Göreceksin, diyor; fikri idam edeceğim! Sadece resim ve göze hitap! Yazıya göre resim değil, resime göre yazı…

O zaman Sabık Şair, iki dudağı arasından, istihza fiskesine benzer bir hırıltı koparıyor.

Sedat Simavi hayrette:

– İnanmıyorsun, öyle mi?

– Yahu! Gazete fikir demektir. Hadise ve ona bağlı fikir, kıymet hükmü… Bu ihtiyacın âletidir gazete… Fikri idam iddiası, gazete için portakalın suyunu çekip posasını satmaya kalkışmak kadar gülünç olmaz mı?

– Misali tersinden koyuyorsun!.. Halk portakalın suyunu ister, posasını değil… Hâlbuki istikbalin gazeteciliğinde asıl posa fikirdir; portakal suyu da hadiselerin dış yüzü ve göze hitap eden şeyler…

– İyi ama o zaman gazete meydana gelmez ki… Gazete ismi altında o ismin hakikatine aykırı, manzara resmi, şehvet albümü gibi bir şey vücut bulmuş olur. Buna hakkın var mı?

– Dâva, satmakta, halkın istediğini yapabilmekte…

– İrade halkın değil, hakkındır. Halk istemez, halka istetilir. Sen ona evvelâ istemeyi, isteyeceği şeyi öğret ve ondan sonra halkın istediğine uymak yolunu tut!

– Bunlar edebiyat!.. İşte ben bu edebiyat yolunu tıkayacağım ya!.. Göreceksin ve gazete satmak ne demektir, anlayacaksın!

Ve devamında Üstad Necib Fazıl diyor ki; “Gördüm. Bugün yüksek tirajlı gazeteleri sadece batı taklitçiliği işine bağlayan “Hürriyet” gazetesinin Bâbıâlide yaptığı dehşet verici inkılâbı gördüm.” Ve bugünleri anlamak, Hürriyetin rolünü kavramak isteyenler için de şu ilâvede bulunuyor:

- “Bunlar maden gibi halkın boşluğunu, gafletini, şehvetini işletir; bu maden işlendikçe onları semirtir, onlar semirdikçe halkın ruhu pörsür; ve böylece yumurta tavuktan ve tavuk yumurtadan türeyerek, taraflar, yüzünden ve tersinden orantılı bir şekilde gelişir. Onların tirajı yükseldikçe halkın ruh seviyesi düşüyor, halkın ruhu düştükçe de onların kâr seviyesi yükseliyor demektir.

Sedat Simavi, kendisine yakışanı yaptı, Dinç Bilginler ve Aydın Doğanlar ile de Türkiye’deki seviye bugünkü çukur seviyesine kadar indirildi. Peki, ya şimdi?

Kendisini mütedeyyin olarak tanımlayan iktidar Sabah, Milliyet ve Hürriyet grubunun tamamına hâkim olduktan sonra, fikrin haysiyetini iade etmek üzere bir girişimde bulunup, bu organların yayın politikalarına el attı mı? Bırakın yayın politikasını değiştirmeyi, fuhuş albümlerini kaldırmayı, bu gazetelerin köşe başlarını tutmuş, mevcut rezalet ikliminin mimarı diyebileceğimiz tipler bile yerlerinde kalmadılar mı? Buradan da anlıyoruz ki mevcut anlayışın sebeb olduğu tahribat iktidar tarafından anlaşılamamakta yahut böylesi onların da işine gelmekte.

Ruh ve fikir sefaletine aşırı dozda maruz kaldıktan sonra bile bu memleketin hâlen ayakta kalması, başlı başına bir mucizedir.

***

Sıradan vatandaşı asgarî insanî şartlarda yaşayabilmesi için hayvanlar gibi çalışmak zorunda bırakan, bir takım hayvandan aşağı tiplerin ise hakkı olmayan serveti ali cengiz oyunlarıyla indirmesini teşvik eden bu düzen, her geçen gün meşruiyetini daha fazla yitiriyor ve değişimin önü de aslında bununla aynı hızla açılıyor.

Türkiye’deki rejim, saydığımız ve saymadığımız bütün rezilliklerin başlıca müsebbibi konumundadır ve bu düzen değişmedikçe iktidarların, gazetelerin, servetin, şunun ve bunun el değiştirmesiyle Türkiye’nin meseleleri çözülmeyecek, bilâkis pekişecektir.

Bir rejim değişikliğinin kendisini dayattığını hayatın her planında müşahede ediyoruz. Erdoğan bu dayatma karşısında daha fazla kayıtsız kalmamalı ve eğer ki bir dönem daha iktidarda kalmak istiyorsa, senelerdir sırtında taşıdığı asalaklardan bir an evvel kurtulmalı ve bununla beraber memleketin fikrî ve ruhî sefaletini ortadan kaldıracak, ruh köklerimizle mutabık bir rejime geçmek üzere hızlı ve kararlı adımlarla yol almalı. Türkiye’de yaşananları artık herkes gördüğüne göre, aksi taktirde bu işin karakolda biteceğini söylemeye lüzum yok herhâlde.

Görüş: Ömer Emre Akcebe