Üstad’ın mürşidi olan Esseyyid Abdülhakîm Arvâsî’nin hadis ve sünnete yaklaşımı, Üstad’ın kaynağına gitmek açısından da önem arzeder. Bu bahiste inceleyeceğiz.

Abdülhakîm Efendi’de peygamber ve ashab sevgisi dinî anlayışının mihverini teşkil eder. Kendi ifadelerine göre kıyamette kurtuluşuna vesile olacağına inandığı iki eseri vardır: Ebeveyn-i Resûlullah ve Ashab-ı Kiram. Bu eserlerde peygamber sevgisi ile ashab sevgisi birbirinden ayrılmaz şekilde işlenmektedir. Hz. Peygamberi sevdiğini iddia edip sahabîleri sevmemek veya bir kısmına buğz etmek peygamber sevgisinde bir şüpheye yol açar. Onu yansıtan aynaya (sahâbîler bütünü) kondurulacak en ufak bir toz, Allah Resûlüne bir leke olarak döneceği açıktır. Hakikî bir peygamber sevgisi ise Peygamberi’ne böyle bir toz kondurmaktan beridir. Pazarlıksız ve tam olarak Peygamber sevgisi Ehl-i Sünnet bağlılarında tecelli etmektedir. Zaten tüm Ehl-i Bidat fırkalar sahabîler ile bir şekilde sorunludur. İşte Abdülhakîm Arvâsî’nin peygamber ile ashabını ayrılmaz bir bütün olarak görüp bu iki eserini birbirinden ayırmayacak şekilde zikretmesi de bu yüzdendir. Aynen kendi ifadelerinden verelim:

“İtikadım budur ki, birisi sağ elimde ve diğeri sol elimde olarak kıyamet gününde, mahşerde Server-i Âlem sallahu aleyhi ve sellemin huzuruna çıkmaya vesile ancak, bunlardır! [Ebeveyn-i Resûlullah ile Ashab-ı Kiram risaleleri.]”

Bunlardan maada mevzuumuzla alakalı Ehl-i Beyt-i Resûlullah, Mevlüdü’n-Nebî Aleyhisselam ve Şerh-i Hadîs-i Erbaîn Risalesi isimli eserlerini de hatırlatalım.

Esseyyid Abdülhakîm Arvasî’nin hadislere bakışı Ehl-i Sünnet anlayışına bağlıdır ve fıkıh temellidir. Buna ilaveten tasavvufî bir çizgi ve edebî bir yorumu da vardır. Hadislerde maslahat prensibini de uyguladığını görmekteyiz. Bu hususta ileride misaller verilecektir. Lügat, vaz’, beyan, maânı, bedî, kelâm ve hikmet-i ilâhiye gibi ilimleri tahsil etmesinden dolayı edebî bir estetik sahibi olduğunu ve hadislere de bu gözle baktığını söyleyebiliriz. O, İmâm-ı Âzam’ın “Ravza-ı Mutahhara’daki münacaatı olan 53 beyitlik Dürru’l-Meknun’u sohbetlerinde kıraat etmeyi severdi.

Arvasî Hazretleri’nin mezhebi Şâfiî’dir. Ancak Şâfiî, Hanefî ve Malikî fıkhına tam bir vukufiyeti vardı. Dört mezhebe göre fetva vermektedir. Başta Nakşibendiye olmak üzere beş tarikate icazetli olduğunu da hatırlatalım. O’nun Ehl-i Sünnet çerçevesini ifade edişi:

“İslâmiyet, dinin rükünlerini Ehl-i Sünnet’e muvafık hasıl etmek ve hulûs hasıl olmaktır.” (...) “İtikadda mezhebimizin imamı, İmâm Mâtürîdî’dir ve İmâm-ı Âzam da imamımızdır. İmâm-ı Âzam, müessisdir, tesis edendir. İmâm Mâtürîdî, nâşirdir yani yayıcıdır. İmâm-ı Âzam, amelleri tebliğ ederdi. İmâm Mâtürîdî de İmâm-ı Âzam’ın itikadını tebliğ ederdi.”

Bir sohbetinde, “Müslümanlar sûfilere tâbi olmakla emir olunmamıştır. Fukahaya tâbi olmakla memuruz.” diyen Seyyid Abdülhakîm Arvasî Hazretleri fıkıh çerçevesinin dışına çıkan tasavvufu eleştirmiştir. Bu ifadenin devamında Kur’ân ve hadislerdeki gizli mânalara keşf ve içtihada selahiyetli ümmetin salihlerinin erebileceğini ifade eder. İtikadda ve fıkıhta imamlarımızı zikrettikten sonra ise şöyle der:

“Muhaddislerin vazifesi, Hadisleri, tesbit ve taksimdir. Bunlardan hükümleri istihbat etmek, çıkarmak vazifesi de, müçtehidlerindir. Hadisleri okuyup anlamak biz mukallidler için caiz değildir.”

Burada, “hadisleri okuyup anlamak”tan kastedilen, onlardan hüküm çıkarmak-ictihad etmektir. Tefsir ve te’vile ihtiyaç duyulmayan ve mânası zahirine tam mutabık olan hadislerin ise o şekilde okunup anlaşılmasında bir beis yoktur.

Abdülhakîm Efendi’nin bir sohbetinde, “Hadis-i meşhur”un Allah Resûlünden bir kimsenin rivayetinin sonradan tevatür seviyesine ulaşması olduğu belirtilerek, bu tür hadislerin hükümlerinin “katiyyen ilmi ve ameli icap ettiği” vurgulanır.

Yine onun sözü:

“Fıkıh ilmi imamları dörttür; kelâm ilmi imamları ikidir; Hadis-i Şerif ilmi imamları altıdır.”

Hadis-i Şerif imamları altıdır, derken meşhur kütüb-i sitte imamları kastedilmiştir: Buhârî, Müslim, Ebû Dâvud, Neseî, Tirmizî, İbn Mâce.

Şu yorum onun makasıd prensibini benimsediğine işarettir:

“Her şeyde asl olan, temizliktir. Necaset tahakkuk etmeyince, tâhirdir. Tecessüs ve tahassüs etmek yani araştırmak, soruşturmak Şer-i Şerife göre yasaktır. Ashab-ı Kiram, Şam’da Rumlar ile harb ederlerken Medine-i Münevvere’ye gönderilen peynirlerden yerlerdi. Malûmunuz üzere peynir sığır, koyun ve emsâli hayvanların ödüyle mayalanarak yapılır. Ashâb-ı kiram, bunları tecessüs etmeden yerlerdi. Bu hayvanların ödüyle mi yapılmıştır, bu hayvanlar Şer’î Şerîf’e uygun olarak mı kesilmiştir; eti yenen hayvanların ödleriyle mi yapılmıştır diye tecessüs etmezlerdi. İran’da Kisrâ’nın sarayı zapt edildiğinde, ganimet olarak aldıkları kürkleri Ashâb-ı kiram giymişler; bu kürklerin debbağlanmış olup olmadığını, Şer’î Şerîf’e muvâfık kesilip kesilmediğini, eti yenen hayvanların derilerinden mi yapılıp yapılmadığını araştırmadılar. Tecessüs, Şer’î meselelerde insanı müşkilâta sokar. Halbuki Şeriat’de yüsr ve suhûlet yani kolaylaştırmak ve kolaylık vardır; usr ve suûbet yani zorlaştırmak ve zorluk yoktur. Aynı bahsin devamında “asl olan mübahlıktır.” hükmünce kolonya kullanılabileceği hususu üç ihtimal ile birlikte izah edilir. Bu mevzuda yasakçılık yapılması eleştirilir.

Arvasî Hazretleri’nin makasıd prensibini benimsediğine bir başka misali özetle aktarayım: Ramazan orucuna hazırlık ve bu farzın ifası için bazı sünnetler tehir edilebilir ve burada sünnetin tehiri de sünnet olur. Şaban ayının ikinci yarısında kuvvetli ve leziz yemekler yiyerek vücudu kuvvetlendirmek gibi. Şaban ayının ikinci yarısında tutulan nafile oruçlar da bu niyetle Ramazan’dan sonraya bırakılır. Bu minvalde mevzuya şöyle devam edilir. Aynen veriyorum:

“Binâ yapan veya ekin biçen kimsenin bu çalışmalarına, kazançlarına Ramazan-ı Şerif’in orucu zarar verirse, yani oruçtan dolayı ekin biçilemeyip telef olursa, bina yapılamayıp kışın yıkılmak tehlikesi olursa, oruç terk edilerek bu işler yapılır. Ramazan-ı Şerif orucu da sonra kaza edilir; hiç günah yoktur. Kazanca zararı hiç olmaksızın sırf susuzluğun galebesiyle, bastırmasıyla tehlike şüphesi olursa, yine oruç bozulup kaza olunur. Dinde haraç ve usr, zorluk yoktur.”

“Ed-dünya melûnetün” hadisinin yorumunda ise “Denî, alçak şeyler mel’ûndur.” denilerek kötü olanın dünya malı değil de, haram ve mekruhlar olduğu ifade edilir.

Arvasî Hazretleri, hadislere bir usûl çerçevesinde bakılması gerektiğine işaret eder ve te’vile de bir misal verir:

“Biz, Kur’ân-ı Kerim’i ve Hadis-i Şerifleri amel etmek için değil, bereketlenmek için okuyoruz. Zirâ, Şer’î hükümleri din imamlarından öğreniyoruz. Din imamlarımız da Kur’ân’ın hükümlerini Tabiîn’den ve Sahabe-i Kirâm’dan naklen almışlar; tenkîh ve tehzîb ederek kitablarına derc etmişlerdir. “Tenkîh”, “bir şeyin sonuna ve hakikatine erişmek” demektir. “Tehzîb”, “pâk ve pâkize kılmak” demektir. Bir Hadis-i Şerif nasıl vârid oldu ise, ona öylece itikad etmeliyiz ve mânâsını ehline havale etmeliyiz. Meselâ, “Kabirde mevtâ oturur.” Hadis-i Şerifi’ndeki “oturmak” fiilini dünyadaki oturmak fiiline kıyas etmemelidir. Meselâ, tesbihlerde otuz üç adet emr edilmiştir. Otuz iki olursa sevabı gider. Zira tabîb, maraza göre ilaç verir ve miktarını tesbit eder. Bu miktarın fazlası zarardır. Noksanı da faide vermez.”

İslâm kardeşliğinin toplumun bütün hücrelerine sirayet etmesi gerektiğini şu ictihadında açıklar:

“Bir şehrin bir köşesinde birisi açlıktan ölse, o şehrin diğer köşesinde birinin cüz’î bir miktar zekât borcu kalsa, onun kâtili olur.”

Bu durumda hangi zengin Müslüman evinde rahat uyuyabilir? Bunun müeyyidesinin olması ise mevzunun unutulmasını ortadan kaldırır. “Komşusu aç iken tok yatan bizden değildir.” düstûru sadece ahlâkta kalmıyor, fıkhî delaletine de kavuşuyor.

Esseyyid Abdülhakîm Arvasî, bütün İslâmî ilimlerde mâhir ve vâkıf idi. Çok eser vermemiş ancak gerektiği yerde gerekeni yapmıştır. Mübhem yerleri açıklamış, ihtiyaç olan yerleri izaha kavuşturmuştur.

Fıkhın, İslâm’ın ilk asırlarında fehm-anlayış mânâsına geldiğini ve sonra anlam daralmasına uğradığını hatırlayarak, Efendi Hazretlerinin füru-ı fıkıh mevzularında fetva vermesi yanında küllî anlayış sahibi olarak “fakîh” olduğunu ifade edelim. Fıkıh kavramı, Allah Resûlü’nün, Abdullah b. Abbas’a “Onu dinde fakih kıl.”(14) duasında geçtiği üzere, derin anlayışlı, basiretli, ahlâklı Müslüman mânâsınadır. Burada fıkıh, ince ve derin anlayış demektir. “Fakîh sahâbîler” tâbirinde görüldüğü üzere. İmâm-ı Âzam’ın, “Fıkıh, kişinin leh ve aleyhindekileri (hak ve vazifelerini) bilmesidir.” tanımında da fıkıh ve ahlâk içiçedir.

Abdülhakîm Efendi, İstanbul medreseleri kadar meşhur ve eğitim seviyesi onlar gibi olan Van-Arvas medresesinde şu ana kitapları okutur idi. Tefsirde Kâdî Beyzâvî. Akâid’de Emâlî kasidesi, Hayâlî şerhiyle birlikte. Fıkıhta İbn Âbidin. Tasavvufta İmâm-ı Rabbanî’nin Mektubat’ı vb.

Abdülhakîm Efendi’nin, Hadis-i Şeriflerin sıhhati hakkında yapılan itirazlara cevap verdiği 25. Mektub’undan bahsedelim: Sehâvî’nin melahim ve fiten hadislerine itirazlarına, Şevkanî’nin bazı meşhur tefsirlerde ve tasavvuf kitaplarında mevzu (uydurma) hadisler olduğu iddialarına cevaplar veriliyor. Özetle şunlar söyleniyor: Dinin esası Kelâm ve Fıkıh imamlarınca ve müctehid seviyesinde olanlarca açıklanmıştır. Bu imamlar; İmam Mâtürîdî, İmam Eş’arî, İmâm-ı Âzam, İmam Şafiî, İmam Mâlik ve İmam Ahmed b. Hanbel’dir. Bu imamların “mezhepte müctehid” imamlarına da itibar edilir. İmam Nevevî, İmam Gazâlî, İmam Muhammed, İmam Ebû Yusuf gibi. Bunların dışında olup da bu imamları eleştirenlere itibar edilmemelidir. Mevzu veya zayıf hadis meselesi ictihad mevzuu olup, verilen hüküm ancak kendi mezhebine göre bağlayıcı olur. Yani, bir imamın mevzu veya zayıf dediği öteki imam için geçerli olmayabilir. Büyük imamların dışındakilerin ise (Şevkânî, Sehâvî vs. gibi) böyle eleştirme hakları yoktur. İmam Gazâlî ve Beyzâvî gibi âlimleri suçlayamazlar. Bir hadisin mevzû olduğunu iddia eden bir zatın evvela usûl-i hadis ilminde “müctehid” olması lâzımdır. Usûl-i hadis ilminde müctehid olan bir zatın, mevzû hadis iddia ve isbatı ise ancak kendi mezhebinin görüşü olur. Aynı bahiste, mevzu (uydurma) hadis damgalamasına başvuranlar eleştirilir, nefyde delilin câri olamayacağı belirtilir ve “Haydi, mevzu Hadis olsa ne lâzım gelir?! Dinin usulleri bunlarla sâbit değildir ki, bir şey lâzım gelsin.” diye işin esasa taalluk etmeyen teknik bir mevzu olduğuna işaret edilir.

Âyet-i Kerimelerden ve Hadis-i Şeriflerden deliller çıkarabilmek her kişinin haddi olmayıp, müctehid olmak gerektiği de aynı bahiste belirtilir. Bazı tartışmalı hadisler tek tek verilip isnad zinciri hakkında da hükümler verilir.

Abdülhakîm Efendi, Şerh-i Hadis-i Erbaîn Risalesi’nde İmam Nevevî’nin “Hadis-i Erbaîn”ini şerh etmiştir. Bu eserde önemli ahlâk ve ahkâm hadisleri yer alır. Önce hadislerin asılları, sonra Esseyyid Abdülhakîm Arvasî’nin verdiği mealleri ve muhtasar veya mufassal olarak yaptığı şerhleri mevcuttur.

Efendi Hazretleri’nden makasid-i şeriyye veya muradı kestirebilmek mevzuuna bir misal olarak Üstad’dan naklen şu hâdiseyi verelim:

“Duş için, “Ne güzel icat!” buyuruyorlar ve yazın sıcak günlerinde deniz kenarında oturmaktan ve deniz banyolarından hoşlanıyorlardı.”

Necip Fazıl’ın naklettiği Arvasî Hazretlerinin bu sözünü “muradı kestirmek” bahsine tatbik eden Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu ise aynı hâdiseyi şu yorumla verir:

“Sünnettir diye tasla su dökünmek şart değil... Bu hususta fevkalade kolaylaştırıcı bir âlet olan duş altına geçip aynı üçer kereleri tekrarlamak suretiyle sünnet yerine getirilmiş olur ve duşun püskürtücü ve gövdeyi kaplayıcı gücünden ötürü, insanda “değdi mi, değmedi mi?” şüphesine yer kalmaz... Mesele sünnetlerin muradını kestirebilmekte...”

Seyyid Abdülhakîm Arvâsî, 54. mektubunda, Kur’ân ve Sünnet’e bakışta usûlü belirterek Ehl-i Sünnet çerçevenin dışına çıkanları şöyle vasfediyor:

“Bu devirde İslâm dünyâsında acâib zihniyetler, davranışlar görülmeye başladı. Meselâ, sık sık şöyle lâflarla karşılaşıyoruz: “Efendim, bu dediğiniz söz, şey Kur’ân’da veyâ Hadîs’de, Sünnet’de var mıdır? Varsa, kabûl! Yoksa, bana ne!” Böyle konuşanlar, Ehl-i Sünnet dışına çıkmış oluyorlar. Çünkü Ehl-i Sünnet Müslümanları, dinî bilgileri din büyüklerinden, müctehidlerden, fıkh ilmi âlimlerinden öğrenirler. Bu sûretle, sapıtmamış olurlar. Dört mezhebden birine bağlanmayıp da eline bir Kur’ân tercümesi, bir de Hadîs kitâbı alıp müctehidlik taslayan kimseler, kolayca sapıtırlar; şeytânın maskarası olurlar. “İlhâmımızı doğrudan doğruya ana kaynaklardan, hakîkî Kur’ân’dan ve Sünnet’den alacağız!” fikri, uzaktan câzib ve mâkûl görünmekte ise de, hakikatte çok tehlikelidir. Mezhebleri kabûl etmemek demek İmâm-ı Âzam, İmam Şâfiî, İmam Mâlik, İmam Ahmed b. Hanbel Hazretleri’ni ve son derece büyük allâmeleri ve önderleri inkâr etmek mânâsına gelir. Ne kadar bozuk, sapık bid’atler, reformlar varsa hep mezhebsizlikten gelmekte ve mezhebsizlik kanalıyla girmektedir. Önüne gelenin şahsî fikrini beyân etmesinden bıktık, usandık! Benim bütün Müslüman kardeşlerime, âcizâne tavsiyem şudur: Ehl-i Sünnet Mezhebi’nden birisine kuvvetlice bağlı bulunsunlar ve sâdece mezheb sâhibi âlimlerden ve hocalardan bilgi edinsinler!”

Hulasa olarak şunları ifade edelim:

Arvasî Efendi’nin sünnet ve hadis bağlılığı fıkıh temelde olup edeb ve tasavvufî boyutuyla iç içedir. Onda zâhir bâtından, bâtın zâhirden ayrılmaz; fıkıhtan da zerre miktarı taviz vermez. Hem küllî anlayış sahibi fakîh olup hem de bütüne bağlı parça (teferruat) olan füru-ı fıkıhta da ehliyet sahibi olup hiçbir noktada taviz vermez. O, bütün iş ve amelinde bütüne talip olan bir anlayış sahibi idi.

Dipnotlar

1-Fuâd Âsım Arvas-Şaban Er, “Silsile-i Aliyye”nin Son Altun Halkası Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî “Kuddise Sirruh” Hazretleri, Kutupyıldızı Yayınları, İstanbul, 2019, s. 302.

2-Seyyid Abdülhakîm Arvasî, Hal Tercümesi, Yayına Hazırlayan Suat Ak, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul, s. 13-61.

3-Arvas-Er, a.g.e., s. 1221.

4-Arvas-Er, a.g.e., s. 1219.

5-Arvas-Er, a.g.e., s. 1217.

6-Arvas-Er, a.g.e., s. 1220.

7-Arvas-Er, a.g.e., s. 1202-1203.

8-Arvas-Er, a.g.e., s. 1197.

9-Arvas-Er, a.g.e., s. 1213.

10-Arvas-Er, a.g.e., s. 1222.

11-Arvas-Er, a.g.e., s. 1206.

12-Arvas-Er, a.g.e., s. 1226.

13-Arvas-Er, a.g.e., s. 1228.

14-Buhârî, Vudû 10.

15-Arvas-Er, a.g.e., s. 928-933.

16-Arvas-Er, a.g.e., s. 933.

17-Arvas-Er, a.g.e., s. 857-874.

18-Necip Fazıl, O ve Ben, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul, 2017, s. 166.

19-Salih Mirzabeyoğlu, Necip Fazıl’la Başbaşa, İbda Yayınları, İstanbul, 2019, s. 322.

20-Arvas-Er, a.g.e., s. 935.

Baran Dergisi 754. sayı

Görüş: Kâzım Albay