Cumhurbaşkanı Erdoğan yasama yılı açılışında Meclis’te “Yeni Anayasa, milletimize vereceğimiz en güzel 2023 hediyesi olacaktır.” diyerek önemli bir soruna el atılacağını ifade etti.

Darbeci askerlerin hazırladığı ve halen yürürlükte olan 1982 Anayasası’nın değişmesi gerektiği bizzat devlet yönetiminin en üst kademesinde dile getirilmesi çok önemli bir konu olup herkesi ilgilendirdiği için üzerinde durmak gerekiyor.

Bu çok önemli değişiklikle birlikte Cumhuriyetimizin ilk yıllarında yaşanan bazı olaylara da göz gezdirerek neden değişiklik yapılması gerektiği sorularına cevap arayacağız.

Defalarca dile getirdiğimiz gibi müebbet hapis cezasından hüküm giymiş bir darbeci asker olan Kenan Evren’in hazırlattığı bu “faşist anayasa” ülkemiz adına utanç vericidir. Bir de evlere şenlik anayasanın dördüncü maddesi var ki; dünyada eşi benzeri olmayan bir durumdur. Ülkemizin yönetim sistemini eleştirenlerin çoğu zaman alay konusu yaptığı bu madde; içler acısı halimizi gün yüzüne çıkarmaktadır.

Anayasa ile ilgili eleştirilerimizi elden geldiğince kısa olarak ifade edeceğiz.

Öncelikle “bu anayasa yüzde 90 ile kabul edilmiştir” diyerek faşist olmadığını söyleyenlere şu hususları hatırlatmak isterim:

1-Bu anayasayı 12 Eylül 1980 darbesini yaparak faşist bir yönetim kuran Kenan Evren, kendi seçtiği Danışma Kurulu ve Orhan Aldıkaçtı’ya hazırlatmıştır.

2-Anayasa oylanırken “Milli Güvenlik Konseyi” adı verilen faşist bir cunta yönetimde bulunuyordu ve muhalif görüşlere asla yer verilmiyordu.

3-Askeri cunta, anayasanın kabulü halinde faşist yönetimin sona ereceğini ve demokratik düzene geçileceğini müjdeleyerek umut vaat ediyordu.

4-Halkımız askeri cuntanın bir an önce defolup gitmesi için anayasa referandumuna “evet” demişti. Yoksa Kenan Evren ve darbeci generalleri sevdiği için bu faşist anayasayı desteklememişti.

5-Anayasanın hazırlanması ve kabul edilme süreci demokratik usullere göre değil orman kanunlarına göre yapılmıştı. Bu nedenle meşruluğu haklı olarak hala tartışılmaktadır.

Elbette bu maddeler çok daha fazla uzatılabilir; lakin kısa bir değerlendirme yapacağımız için bu kadarı kâfidir.

Esas mesele şudur: Kanun-u Esasi yani Osmanlı Devleti’nin 170 yıl önce kabul ettiği anayasamız; faşist darbeler sonucunda 1982 anayasasına kadar defalarca ilga edilip değiştirilerek; son olarak birbiriyle çelişen maddelerin bulunduğu tuhaf bir şekil almıştır.

“Dünya beşten büyüktür” diyerek baskı altındaki bütün milletlere medeniyet dersi veren Türkiye’ye, müebbet hapis cezası yemiş bir darbecinin yaptırdığı anayasa yakışmaz. Aradan 39 yıl geçtiği halde sivillerin yapamadığı bir anayasa ülkemiz adına utanç verici bir durumdur. Milli Mücadeleyi başarı ile yürüten Gazi Türkiye Büyük Millet Meclisine yakışmamaktadır.

Gelelim bütün medeni ülkeler karşısında alay konusu olan anayasanın dördüncü maddesine. Şöyle yazar:

“Anayasanın 1’inci maddesindeki Devletin şeklinin Cumhuriyet olduğu hakkındaki hüküm ile, 2’nci maddesindeki Cumhuriyetin nitelikleri ve 3’üncü maddesi hükümleri değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif dahi edilemez.”

Bu konuda Anayasa Mahkemesi raportörlüğü yapan eski milletvekili Osman Can’a bir konferans sunarken şu soruları sormuştum:

 “Değişmez ve değiştirilmesi teklif edilemez” maddeleri olan dünyada başka bir anayasa var mıdır? İkinci olarak “bizden sonraki nesillere başkentin Ankara olmasını dayatmak doğru olur mu? Örneğin bizim çocuklarımız başkentin Antalya olmasını isteyemez mi?”

Osman Can bu sorularıma esprili bir şekilde cevap vermişti ve hatırımda kaldığı kadarı ile şunları söylemişti:

“Dünyada buna benzer bir anayasa yok. Fakat demokrasilerde çareler tükenmez. Dördüncü maddeyi değiştirmek için hiçbir yasal ve hukuki engel yoktur. Bu maddeyi değiştirdikten sonra anormal durum kalktığı için ilk üç maddeyi değiştirmek mümkündür”.

İşte ülkemizin yaşadığı sorunlardan en önemlilerinden bir tanesini bu şekilde çözüme kavuşturma çaresi vardır. Cumhuriyetimizin ilk yıllarında yaşadığımız acı olaylardan ders alarak hukuk ve anayasa sorunlarını gerçek manada teşhis etmemiz mümkündür.

Bu maksatla Cumhuriyetimizin 98. kuruluş yıldönümünde gerçeklerin tamamen tersyüz edildiği resmi tarih anlatımını sorgulamaya devam edelim.

Ne yazık ki beklentimizin aksine cumhuriyetimizin kurucu ilkeleri ve temel değerleri olduğundan çok farklı bir şekilde ele alınıp analiz edilmeye devam etmektedir.

Bu kadar önemli konuları konuşmak yerine hala Yunan Savaşının kazanılması üzerine inşa edilmiş destanların anlatıldığı hamasi nutuklardan başka bir şeye rastlayamıyoruz. Takılmış plak gibi küçücük Yunan’a karşı kazanılan zaferi anlatan hatta buna “Kurtuluş Savaşı” denecek kadar abartılan bir resmi söylem ile karşı karşıya kalmış durumdayız.

Dünyanın en büyük on devleti içinde yer almaya çalışan ülkemizi bu kadar sığ ve kısır tartışmalar içine çeken siyasetçi ve akademisyenleri kınıyorum. Biz bu kadar küçümsenmeyi ve aşağılanmayı asla hak etmedik. Siyasi, sosyal, kültürel ve teknolojik anlamda büyük gelişmelerin yaşandığı hatta ürettiğimiz silahlar ile öne çıktığımız bu dönemde ezber bozmak artık şart olmuştur.  

Öyle ki; tek parti yönetiminin iktidarda olduğu ilk 23 yıl için “demokrasi yönetimi” vardı diyecek kadar akıldan uzak yorum yapan generallere hatta akademisyen kılıklı şarlatanlara rastlayabiliyoruz. İşin daha kötüsü böyle bir açıklamanın ne kadar ahmakça bir söz olduğunu söyleyemeyecek kadar resmi söylemin etkisinde kalmış televizyon sunucuları ve öğretim görevlileri bulunabilmektedir.

Her ne kadar profesör, hukukçu, diplomat, siyasetçi unvanını taşımış olsa da akıl tutulması yaşayan bu insanlara cevap vermeye hiç niyetim yoktur. Varsın kendi cehaletleri içinde boğulsunlar. Bu durum kendi sorunlarıdır.

Burada söz söyleyeceğim kişiler; kamu otoriteleri, üniversite yöneticileri ve medya patronlarıdır. Zira 2021 yılını bitirmek üzere iken hala faşist yönetim sistemine güzellemeler yapılmasını isteyenler bu büyük suça ortak olmaktadırlar.

Adeta hokkabazlık yaparak olmayan işleri yapılmış gibi gösteren; yapılan güzel işleri ise yok sayarak gerçekleri örtmeye çalışan bu insanları, elbette tarihçiler bir gün mutlaka yargılayacaklardır. Hele hele delilsiz ve mesnetsiz iddiaları pervasızca söylemeye devam eden bu sahtekârlardan; gençlerimiz tarafından bir gün layık oldukları gibi değerlendirileceğinden ve alay edileceklerinden hiç şüphe duymuyorum.

Cehalet denizinde yüzen bu insanlara değil de; yakın tarihimizi öğrenmek isteyen insanlara cumhuriyetin ilk yıllarında yaşanmış bir iki olayı anlatmak istiyorum. Meseleye sadece hukuki yönden yaklaşarak milletimizin ne derece acı travmaları yaşadığını gözler önüne sermeye çalışalım. Umulur ki; insanları kendileri gibi ahmak zanneden bu sahtekârlar belki konuşmalarını bir parça düzeltiverirler. Aksi takdirde daha fazla rezil duruma düşeceklerdir.

İşte cumhuriyetimize adını idam cezaları ile yazdırmış olan Ali Çetinkaya isimli, hakimlik yapmış bir subaydan bahsetmek istiyorum. Namı diğer “Kel Ali” isimli bu şahıs, 9 Şubat 1925 tarihinde Mecliste Ardahan Milletvekili olarak görev yapan Halit Paşa’yı (General Halit Karsıalan’ı) öldürmüştür. Bu olay TBMM’de gerçekleşen ilk cinayet olup siyasi cinayetlerin ne derece ciddi ve büyük olduğunu gösteren bir delildir.

Resmi kayıtlara göre her ne kadar Kel Ali katil olarak görünmüş olsa da gerçekte katil başka bir şahıstır. Fakat devrin yöneticilerine şirin görünmek isteyen Ali Çetinkaya, cinayeti üstlenmiş ve bu cesareti sayesinde yüksek makamlara terfi ettirilmiştir.

Mecliste estirilen terörün ne derece büyük olduğunu anlamak için sadece resmi kayıtlara bakmak bile yeterlidir. Zira Halit Paşa, yaralı olduğu halde 5 gün Millet Meclisi'nde tutulmuş hastaneye kaldırılmadan kan kaybı nedeniyle ölüme terk edilmiştir. Durumu giderek kötüleşen Milletvekili Paşa, 14 Şubat'ta ölmüştür.

Ankara Savcılığı, Halit Paşa’yı Ali Çetinkaya’nın vurduğu kanaatine varmış fakat bu olaydan dolayı kovuşturma yapılmaması kararını vermiştir. İşin daha kötüsü ise bundan sonra cereyan etmiş, Türk hukuk tarihinde çok acı sayfaların açıldığı yeni bir devir başlamıştı.

Türkiye Cumhuriyetinin ilk Ulaştırma Bakanı olan Kel Ali, ayrıca Bayındırlık Bakanlığını da yapmıştır. Mecliste ilk yedi dönemde milletvekili olarak görev yapan Ali Çetinkaya’yı asıl meşhur eden husus ise Ankara İstiklal Mahkemesi Başkanı olmasıdır.

Hukukçu olmamasına rağmen 1926'daki İzmir suikastı davasına da bakmıştır. Cumhuriyet tarihimizin en önemli siyasi davalarının ne şekilde cereyan ettiğini anlamak için Kel Ali’nin başkanı olduğu mahkemeleri iyi bilmek gerekir.

Yüzlerce insanın idamına karar vermiş olan İstiklal Mahkemelerinin başkanlarından ve bir dönemin en önemli şahsiyetlerinden birisi olan Kel Ali’nin hayat hikâyesini anlatarak okuyucularımı daha fazla üzmek istemiyorum. Bu nedenle sadece bir davaya değinerek Cumhuriyetimizin ilk yıllarının hangi ortamda geçirildiğinin yorumlarını okuyucularıma bırakmak istiyorum.

Bu davanın en önemli özelliklerinden bir tanesi Osmanlı Devletinin son yüzyılında ve Türkiye Cumhuriyeti’nin çok büyük bir bölümünde; köken olarak Yahudi olduğu halde Türk isimlerini kullanan ve Müslüman gibi görünen Sabetay tarikatının adının geçmesidir.

Bu Sabetay tarikatı içinde de çok ciddi kavgalar meydana gelmiştir. Örneğin Kapani grubunun Karakaşilere karşı tasfiye hareketinden bir tanesi “İzmir Suikastı” bahanesi ile gerçekleştirilen idamlardır.

Takriri sükûn kanunları nedeni ile kimsenin sesini çıkaramadığı “İzmir Suikastı Mahkemeleri” Türkiye’nin siyasi hayatını da derinden etkilemiştir. Uzun yıllar tek partili bir yönetim sorunu yüzünden özgürlükler daima askıya alınmıştır. Fakat bu konuda neredeyse ciddi hiçbir çalışmaya rastlanılmamıştır.

Hâlbuki bu suikast yargılaması; teşebbüs aşamasına dahi geçmediği halde devrin en önemli siyasetçilerinin idamı ile sonuçlanmıştır. İdam yerine hapis cezaları verilebilirdi; fakat büyük bir tasfiye gerçekleştirildiği çok açıktır.

Osmanlı Devleti’nin bakanlarının da yer aldığı bu idamlıklar siyasi yaşamımızı derinden etkilemiştir. Örneğin Hamidiye Kahramanı Rauf Orbay, yurt dışına kaçarak hayatını kurtarmayı başarmıştır. 

Bu mahkemede yargılanan diğer önemli şahsiyet ise Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasının Başkanı Kazım Karabekir’dir. Fakat Doğu cephesinin komutanı olan ve Ermenilere ağır bir yenilgi yaşatan Karabekir’i askerler çok seviyordu. Bu nedenle olsa gerek bazı subaylar, mahkeme salonuna silahlı olarak girip mahkeme başkanı hakkında “Kel Ali, Kel Ali…” şeklinde tempo tutarak slogan atmaları yüzünden; idamdan kurtulmuştur.

Sonuçta diğer muhalif Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası yöneticilerinin de tasfiye edildiği bu dava yüzünden Karabekir; yıllarca ev hapsinde tutulmuştur.

1926'daki bu mahkemede tutanakları incelediğimizde çok ilginç sonuçlara ulaşabiliyoruz. Örneğin Osmanlı’nın Maliye Bakanı Cavid Bey ve İçişleri Bakanı İsmail Canbulat sorgulanırken kendilerine İzmir Suikasti ile ilgili ciddi bir soru sorulmadığı halde bu suçla alakalı olarak idam edilmek durumunda kalmıştır.

Çünkü İttihat Terakkiden kalma temizlik operasyonları yıllar sonra, yeniden eskisine benzer şekilde devam ediyordu. Askeri otoriteyi büyük ölçüde eline geçirmiş olan Kapani Sabetaycılar; Karakaşi olan diğer Sabetaycı yöneticileri mahkeme kararları ile ortadan kaldırıyorlardı.

Mahkemede sorulan sorular bu açıdan çok önemlidir: Çünkü suikast olayı ile hiç alakası olmadığı halde “Niçin İttihat ve Terakki Partisini tekrardan kurmaya çalıştığı” ve “Neden Parti Tüzüğü hazırladığı” gibi suikastla alakasız sorular sorulmuştur.

Ayrıca Mahkeme Başkanı Kel Ali tarafından sanki yapılması mümkün değilmiş gibi “hazırladığınız parti tüzüğü neden Halk Fırkasının tüzüğü gibi 9 maddeden oluşuyor?” diye; siyasi bir gayeye yönelik yani parti kapatmak maksatlı sorular sorulmuştur. Elbette takriri sükûn kanunlarının geçerli olduğu bu dönemde; mahkemeden adil bir karar çıkması beklenmezdi.

Mahkeme başkanı olan zatın bir katil olmasının da ayrı bir önemi vardı. Zira bir parça hukuk altyapısı olan bir kişi teşebbüs aşamasına dahi geçmemiş bir iddia yüzünden; 13 kişiyi idam etmezdi. Hukukçu değil de sadakatinden şüphe duyulmayan kişiler mahkeme seçiminde ön plana çıkmışlardır.

Bu mahkemede idam edilenlerin tamamı Sabetaycı ve Karakaşi değildi. Fakat Kapani grubunun muhalifleriydi ve devlet yönetimini yeniden ele geçirmek için kıyasıya savaşan iki gruptan birisine siyasi destek verdikleri için suçlanıyorlardı. Zira Meclis kürsüsünden “ihtimaldir ki bazı kelleler kesilecektir” nutukları atılabilen olağanüstü bir dönem yaşanıyordu.

İzmir Suikastı bahanesi ile toplanan fakat asıl gayesi muhalif bir partiyi suçlayarak kapatmak olan İstiklal Mahkemesi, 26 Haziran 1926’da duruşmalara başladı. Bir hafta içinde elliden fazla kişi tutuklanarak İzmir’e gönderildi. 12 Temmuz’da son savunmalar alındı. 13 Temmuz Salı günü, öğleye doğru, duruşmaların yapıldığı Elhamra Sinemasında Kel Ali, kararı okumuştu.

Kararda; 15 kişinin idamına hükmedilmişti. Bunlardan Kara Kemal ve eski Ankara Valisi Abdülkadir Bey yakalanamamıştı. Asılarak idam edilenler ise şunlardı: Eski Bakan Cavid Bey, Dr. Nazım Bey, Şükrü Bey, Gürcü Yusuf, Ziya Hurşit, Laz İsmail, Trabzon Mebusu Hafız Mehmet Bey, Rüştü Paşa, Abidin Bey, İstanbul Mebusu İsmail Canbulat, İttihat ve Terakki Genel Sekreterlerinden Nail Bey ve Albay Rasim Bey vardı.

Nail Bey idam sehpasına giderken "Bu bize Tevfik Rüştü'nün oyunudur." demiştir. Bu durum akla gelen bazı soruların cevabını da birlikte getirmektedir. Çünkü tek parti döneminin uzun süre Dışişleri Bakanlığı görevinde bulunan Tevfik Rüştü Aras’ın, idam edilenler yani Karakaşi grubuna mensup bir Sabetaycı olduğu halde; Kapanilerle birlikte hareket ettiği anlaşılmaktadır.

İzmir Suikastı örneğinden anlaşılacağı üzere Sabetay tarikatı, kendi aralarında birbirlerini idam edecek derecede şiddetle çatışabiliyordu. İşte bu büyük menfaat ve liderlik kapışması, ikbal hırsı ile birleşince akıllara durgunluk veren siyasi idamlar ortaya çıkmaktadır. 27 Mayıs 1960 darbesinin ardında yatan gerçeklerden bir tanesi de budur. Bu sefer bir Karakaşi grubu, Kapanileri darbe ve idamlarla tasfiye etmiş; daha önemlisi iki yüzyıllık rakiplerinin gözlerini korkutmuşlardır.

İşin ilginç yanı resmi tarih ve darbeler incelenirken bu Karakaşi-Kapani kavgası daima es geçilip üzerinde hiç durulmamıştır bile. Çünkü “kol kırılır yen içinde kalır” misali, bu kavga daima kamuoyundan gizlenmiş; bu sırları ortaya çıkaranların başı beladan kurtulamamıştır.

O halde yakın tarihimizde yaşanan olayları değerlendirmek için sadece bir tanesini örnek gösterdiğimiz siyasi davalara odaklanarak birçok sorunun cevabını öğrenmek mümkündür. Daha fazlasını yazmak isterdim lakin yazılarımın uzunluğundan şikâyet eden okuyucularımı kızdırmamak için burada kesiyorum, vesselam…

Vehbi Kara, Baran Dergisi, 775. Sayı