Tarihte hak ettikleri değeri görmemiş, yaşarken kıymeti bilinmemiş, işlemedikleri suçun, işlemedikleri günâhın bedelini ödemek zorunda kalmış insanları düşünmek son derece üzücüdür. Parçanın “bütün”ün habercisi olduğunu bilen, bir parçacık da bir dünya gören, hayatın tüm zıtlıkları içinde barındıran bir teklik, bir bütün olduğunu bize gösteren bu “Büyük Muztaribler” ölümlerinden sonra itibarlarına kavuşacak, göklere çıkarılacak, okullarda ders olarak okutulacak olsalar da, artık iş işten geçmiş, çok geç kalınmıştır… Tüm yapılanların tribünlere oynamaktan, günah çıkarmaktan, susuzluğumuzu giderecek hikâyelerle kendimizi avutmaktan öte bir anlamı yoktur… Suçumuz sabit, özrümüz kabahatimizden büyüktür. Dolayısıyla, tek başına doğru yolda yürüyen ve “gerçek insan” olmanın ağır bedelini ödeyen bu müstesna insanların, kaba hazcılığın peşinde, sürüyle birlikte yanlış yolda yürüyen bizleri affedeceklerini hiç sanmam. Zira bunların sırtından adı tarihe geçenleri yüceltmek, bu gerçek insanları “ölüm odaları”nda ölüme terk etmek, bu da yetmezmiş gibi “zihnî linç”e tâbi tutmak, hoş görülecek bir cürüm, kolay affedilecek bir ceza değildir… Adaletsizliğin tâ kendisidir.

Ne çâre, günümüze gelinceye dek, tarihin her döneminde ruhları hakkında düşünen insanlar ya sürüldüler ya susturuldular ya da ortadan kaldırıldılar... Hâlen de öyle; “yargılı” yahut yargısız infazlarla yok ediliyorlar. Bizler de her zaman olduğu gibi; bir yanda sürüp giden nankörlüğümüz, diğer yanda, “bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın” tarzı pişkinlik ve vurdumduymazlığımızla yapılan tüm haksızlıklara, adaletsizliklere sessiz, tepkisiz kalıyor, hiçbir vicdanî rahatsızlık duymuyoruz. Bununla da kalmıyor, yaptıkları hizmetlere, çektikleri acılara tarih kitaplarının sessiz kaldığı insanların sırtından geçinenleri göklere çıkarıyor; hayatları, tepkileri ve sansasyonel düşünceleriyle tebarüz etmiş “balon tipler”i yüceltiyoruz. Kitle kültürünü, popüler ve medyatik olanı hiç sorgulamadan kabullenip benimsiyoruz. “Kurtarıcı Fikir”leriyle bizleri bütünleyen, bütün bir dünyanın karşısında bütün bir insan olarak durabilmemiz için kendini feda eden “Büyük Mazlumlar”ı ise dışlıyor, her zaman başvuru kaynağı olmuş ölümsüz eserlerini önemsemiyoruz. Hakikati aramak, ona ulaşmak gibi bir çabamız yok. Aksine, elimize tutuşturulan oyuncakları yüksek ve değerli buluyor, bunlar olmadan yaşayamıyoruz. Kendi içimizdeki nimeti farklı yerlerde, dışarıda arıyoruz!

Hakk ve hakikati de aynı şekilde; halkın iyi niyet beslediği, iltifat ettiği, ilmini iktidara dönüştüren ve bunu dayatma yetkisi olarak kullanan kişilere bakarak tanıyoruz. Bunların sözü yanlış da olsa bu kişilere isnad edilince hiç tereddüt etmeden kabul ediyor, inanıyoruz. Adanmışlık hissiyle dolu, son derece derin ve ayrıntılı düşünen, nadir görülecek bir cesarete, şahsiyet ve liyâkata sahip insanları ise hor görüyor, söyledikleri hak da olsa kabul etmiyor, reddediyoruz. İslâmî ölçülerin üzerimize oturup oturmadığına, üzerimizde İslâmî bir iz taşıyıp taşımadığımıza aldırmadan, ruhsuz biçimcilikten öteye gitmeyen, dolayısıyla keyfiyeti “hiç” olan amellerimizin “ecri”ni devşirmeye bakıyoruz! Sansasyonel olanı anlamlı buluyor, anlamlı olana ilgi duymuyoruz. Zihnimize yerleştirdiğimiz belli bir bakış açısıyla sadece görmek istediğimizi görüyor, duymak istediğimizi duyuyoruz. Yalan duymak istediğimiz gibi olunca da hakikate inanmak zor geliyor.

Oysa inanmak anlamaktır; “iman zevken idraktir.” Anlamadığına inanmak ve onu gerektiği biçimde temsil etmek muhal, tabiatımızın hicabı altında kalan; zevk hâsıl etmeyen amel vebaldir. İnsanı bu yükten kurtaracak olan da, imana has sıradışı bilginin sezgisiyle elde edilen irfandır. Ferd ve ferdlerin demeti olan toplum, “öz irfanını ifraz edecek kıvama ermeden” İlahî tekliflerden zevk almak, İslâmî zevki yansıtan eserler ortaya koymak muhaldir. Hayatın sırrı, inancın gıdası olan ve fikrin yayılmasını sağlayacak bu formları ortaya koyacak olan da o fikrin elitleridir. Ancak sanatkarın estetik bilgisi, sanatındaki mahareti ve ortaya koyduğu eserin estetik etkisi, sanatçının zıt biçim, desen, renk ve sesleri eşsiz bir âhenk içinde birleştirebilme yeteneğine bağlıdır. Bu tür eserlerden alınan zevkse, başlangıçta birbirlerinden tamamen farklı gibi duran temalardan sanatçının yeni bir bütün oluşturma istidadı ile ilgilidir. İstidadı da Allah’ın güzel isimlerinin sırlarına ve nurlarına olan ünsiyeti kadardır. Dolayısıyla, Rahmetli Üstad’ın “Estetik mevzuu baş meselemiz olmalı.” sözü görmezden gelinecek, kuru bir mantıkla üzerinden atlanacak bir söz değildir… Büyük Doğu-İBDA gibi çok katlı-eşsiz, misilsiz, benzersiz bir yapıdan damıtılması gereken zevkin gerekliliğini işaret eder…

Başa, yani yazının ana teması olan asıl konuya dönersek, tarihte hak ettikleri değeri görmemiş, yaşarken kıymeti bilinmemiş “Büyük Mazlumlar” silsilesinin iki “büyük ses”inden biri merhum Üstad Necip Fazıl Kısakürek, diğeri de kıymetli büyüğüm, kadim dost merhum Salih Mirzabeyoğlu’dur. Ben de, kemâl ve istidatları nisbetinde çileleri de büyük olan, anlatılması imkânsız iki “Büyük Muztarib”in hayatlarını kelimelere dökmeye çalışan bir bîçareyim… Yazımı da bu çaresizliğin ezilmişliği içinde yazıyorum… Bu çabamın onları önemsiz kılmasından, kelimelerin kifâyetsiz kalmasından, gerçek anlamı ile ifade edememesinden korkuyorum. Çünkü, öz irfanını mûsikî nâmeleri gibi ifraz eden bu iki “Büyük Ses”in, anlamaktan ziyade bütün bir ruhla dinlenmesi, anlaşılmaktan ziyade hissedilmesinin lüzumuna inanıyorum.

Mevlüt Koç, Abdullah Kiracı ve Salih Mirzabeyoğlu

Hükmü başa alırsak; “fikir aristokrasisi”nin iki müstesna insanı merhum Necip Fazıl Kısakürek ve merhum Salih Mirzabeyoğlu, artık büyük ruhlar doğuramaz olmuş bir millete Hakk’ın meccanen bir armağanıdır. Büyük bir ihtilal-inkılab gerçekleştirme istidadında yaratılmış iki “Büyük Ses”tir. Hayatları boyunca Allah’ı aramaktan, O’nu yüceltmekten başka iş, aşk ve sanatı olmayan, Allah için Allah yolunda hizmet ederken ayıplayanın ayıplamasından asla endişe duymayan şerefli insanlardır. Asrını yenileyen ve yücelten, mükemmel bir bâtınî güzelliğe, zarafet ve asalete sahip mümtaz şahsiyetlerdir. Eserleri de aynı orijinallikte ve ölümsüzdür.

Mübdiînden etkilenip ibdayı iade ederken hiçbir zaman Batılı felsefecilerin görüşlerine dayanmadılar, onların kullandığı metodu kullanmadılar. Her konuda Allah’ın kitabındaki hükümleri ve Peygamber Efendimizin sünnetini esas aldılar, O’ndan öğrendikleri dil ve diyalektiği kullandılar. Tarih anlayışlarının kökeninde her zaman Allah ve Resulünün bildirdikleri oldu: Tüm söyledikleri sadece bir milletin değil, bütün insanlığın kaderiyle ilgiliydi. Başka dönemlerden ve başka kültürlerden aldıkları her tülü bilgiyi; “Hakikati söyleyene bakarak öğrenme, önce hakikati öğren, sonra söyleyeni öğrenirsin.” doğrusu bağlamında, hakikati esas alan bir yorumlamanın amaçlandığı bir anlayışla ele aldılar, İslâmî bir perspektifle çözüme kavuşturdular.

Dışarıdan aldıklarıyla içeriyi sıfırlamak, parça parça hakikatlerin zihnî inşaıyla bütünlük sağlamak isteyenlere, farklı değişkenlerin korelasyonuyla bütüncül bir yapı kurulabileceğine inananlara; bunun parçayı bütüne takdim etmekten, bütünü parçaya feda etmekten öte bir anlamının olmayacağını, bu tür yapıların eşya ve hadiselerin tesirinde tam bir tanıma sağlamayacağını, Mutlak Hakikat kutbuna bağlı olmayan bir yapının bütüncül bir yapı olamayacağını gösterdiler. Ortaya, Mutlak Hakikat kutbuyla bağı olan; bilgi edinme ve bilgi sahibi olmayı yeniden düzenleyen, gelişimini, şartlarını ve sınırlarını yeniden belirleyen bir bütüncül yapı; İslâm’a muhatap anlayış’ın “vasıta sistem”i olan “BD-İBDA Dünya Görüşü’nü koydular.

“İslam’a Muhatap Anlayış”ın dünya görüşü halinde ortaya koydukları sistem, özü itibariyle tüm insanlığa sunulmuş bir armağandır. Ne var ki, armağanın tesirini gösterebilmesi için bunu kabul edecek bir bünyenin olması, yoksa da öncelikle bunun hazırlanması gerekir. Aksi halde iş havaya etek giydirmekten, baltayı kütüğe vurup kütükten feryat sesi beklemekten farksız bir hal alır. Ne etek havaya tutunabilir ne de kütükten ses gelir. Hayıflanmak boşunadır. Onlar da hayıflanmadılar; hayıflanmak yerine topluma yeni bir ruh, yeni bir kimlik kazandırabilmek, yeni bir hafıza inşa edebilmek için tahammül gücünün üstünde bir çaba gösterdiler. Bıkmadan, yorulmadan seslerine sada olacak sesleri aradılar. Rahmetli Üstad, sesine sadâ olacak “Büyük Ses”i, fikir çilesi haysiyetinin müstesna genci, “Cumhuriyet sonrası kavruk nesillerin ilk ciddi fikir sesi” olarak topluma takdim ettiği merhum Salih Mirzabeyoğlu’nda buldu.

Merhum Salih Mirzabeyoğlu zatı, hayatı ve ölümsüz eserleriyle muhteşem bir insan, Hakk’ın tüm sıfatlarının tecelli mahalli olan bir “Büyük Sanatkâr”dı. Hazret-i Ali (R.A.)’nin “O’nun rahmeti, evliyasını, azabının şiddeti içinde kapsar.” buyurduğu, “büyük”ler silsilesinin, kemâli nisbetinde çilesi de büyük olmuş, Allah dostu, has bir kuldu. En yüce nura ulaşmış ve bu nurdan yayılan güzel sesleri duyma hassasına ermiş, hâlleri seslere giydirmiş bir “Büyük Ses”ti. En zor zamanlarında bile, mucizevî dünyasını anlayacak, sırrına vâkıf, sesine sadâ olacak, ruhuna eş ruhlar aradı. Ne yazık ki, bu “gerçek insan”a ve ortaya koyduğu “Büyük Gerçeklik”e inanacak cesarete sahip bir ses çıkmadı. Uzak durmak, kaçmak ve kaçış yollarını türlü incilerle süslemek, lehte ve aleyhte olan herkesin daha fazla işine geldi. Hemen herkes, etrafında yükseltilen ve korkaklığın tüm tonlarını taşıyan “sükût senfoni orkestrası”na korist yazıldı. Haline şuuru olmayan, cehline kurban gittiğine de uyanmayan entelektüel kesim adına utanmak merhum Salih Mirzabeyoğlu’na kaldı.

Kendisi gibi imânın cesaretine sahip, mucizevî dünyasını anlayacak, sırrına vâkıf olup buna tâkat getirecek güçte ruhuna eş bir ruh bulması zordu. Nitekim ortaya koyduğu “büyük gerçeklik”e inanacak cesarete sahip kimse çıkmadı. Entelektüel ilgi ve meraktan yoksun, entelektüel sahtekârlıklarını bilim kılıfına sokup yutturmakta gayet mahir aydınım kesim, lehte ve aleyhte olanı hep birlikte bu “Büyük Ses”in etrafında yükseltilen ve korkaklığın tüm renklerini taşıyan “sükût senfonisi”ne yazılmayı yeğledi.

Bir diğer büyük ayıp ve haksızlık da bizlerden, yani “Büyük Doğu-İBDA Dünya Görüşü”ne mensub olduğunu söyleyen, bağlılığını bildirenlerden geldi. Bir kere görünce câzibesinden kurtulunamayan, insanı Allah’a ve Resûlüne doğru çekip götüren bir güce sahip bu yüce insanı, had bilmezliğin nişânesi hâlinde kendi terazimizde tartmak, yanlış referans noktalarıyla kıyaslamak gafletinde bulunduk. Onu yanlış ölçülerle tanıdık. Keramet göstereni, gelecekle ilgili bir hâdiseden söz edip haber vereni ondan üstün saydık. Bunun “VELİ” için himmeti basit yolda kullanmak olduğunu, insanın Allah’ı sevdiği için değil, Allah tarafından sevilen olduğu için “VELİ” olduğunu, gerçek âlimin bildiren olmadan gayb’ın bilinemeyeceğini bilen olduğunu bilemedik. Tüm bağlılık iddialarımız, sevgi gösterilerimiz apaçık bir ziyandı, şüphe ve vesveseden başka bir şey getirmedi. Şüphe olunca da yakîn hâsıl olmadı. “Büyük Sanatkâr”ın sırrından ve hakikatinden uzak kaldık, sevilen olamadık. Oysa zatı temiz ve arınmış, sevgisi karşılıksız ve pazarlıksız olan “mürid; muraddır”, muhabbeti cezb edicidir. Ancak müridin murad olabilmesi için, Büyüğünü sırrından, ilminden, cömertliğinden yahut velâyetinden dolayı değil, sırf zatından dolayı sevmesi, hiçbir maksat ve menfaat gözetmeksizin ona yönelmesi gerekir. Büyüğünden istifade edebilmesi buna bağlıdır. Aksi halde onu taklit etmekten öteye geçemez, büyüğün elinden çıkan sanat eserine dönüşemez. Bizler de dönüşemedik, sesine sadâ olamadık. Tahammül gücünün timsâli bu yüce insan bir başına, yapayalnız kaldı.

Cezaevindeki tek kişilik hücresinde de, tahliye edilip yeniden yargılandıktan ve beraat ettikten sonra da, bazen iç monologlar halinde, bazen de sesli olarak kendi kendisiyle sohbet etmeye, muhteşem yalnızlığını sürdürmeye devam etti. Tüm bunları yaparken, bir taraftan da sanki yüksek sesle düşünüyormuş gibi kendi içinde derinleşmekle, ruhunun derinliklerine dalmakla, kendi inşa ettiği çok katlı yapıdan damıttığı “zevk”leri, fikirleri dostlarıyla paylaşmakla yetindi, paylaşmaktan büyük mutluluk duydu. En sakin ve huzurlu olduğu anlar, kalbindeki duyguları, kafasındaki fikirleri paylaşacak birini bulduğu, yoğun bir ruhî çaba, zihnî efor sonrasının getirdiği rahatlama ve huzur anlarıydı.

Tüm dehalar gibi hayatının ve sanatının son döneminde kendisini kimlerin tâkip edip etmediğiyle, anlayıp anlayamadıklarıyla hiç mi hiç ilgilenmedi. Entelektüel ilgi ve merakını tümüyle rafa kaldırmış aydın kesimin, kendini ve fikrini mutlak haliyle değerlendirmek yerine, ne şekilde temsil edildiğine bakarak değerlendirdiklerini, yanlış referans noktalarıyla kıyaslayarak hüküm verdiklerini gördü, onlar adına utandı. Bu konuda kendisi gayet rahattı… Fikirlerin de zamanı olduğunu, vaktinden önce tahlile, tenkide maruz kaldıklarında, fikirlerin de tıpkı erken açan yahut kıymet bilmeyenlerin elinde ziyan olan hassas, nâdide çiçekler gibi solacağını biliyordu. Kelâmın sırlarına ermiş bahtiyar bir ruh olarak, vazifesini yerine getirmiş olmanın zafer ve mutluluğu içinde, kendi isteğiyle bu dünyadan ayrıldı; “asıl yuva”sına, “gerçek hayat”a döndü. Artık burada görülecek bir işi kalmamıştı, bunu kendisi de biliyordu.

Merhum Üstad Necip Fazıl Kısakürek ve değerli büyüğüm Salih Mirzabeyoğlu vakarın gönüllerinde sükûnet bulduğu, keyfiyetinin dillerine ve insanın en şerefli uzvu olan yüzlerine yansıdığı, “fikir aristokrasisi”nin iki “Büyük-Vakur Ses”iydi. Vefatlarının sene-i devriyesinde onları rahmet, minnet, hürmet ve hasretle yâd ediyorum. Mekanları cennet olsun, yüce Rabbim onları şimdi bulundukları yerden daha iyi bir yere yerleştirsin. Âmin.

Görüş: Mevlüt Koç

Aylık Baran 3. sayı