İşsizlik arttı, fakirleşme çoğaldı. Birçok insan işini kaybetti. Bu arada zenginleşenler oldu. Ancak genel olarak toplumun durumu gittikçe kötüleşiyor. Devlet de yardım etmeye çalıştı ancak nereye kadar? Bir esnaftan nakledelim; “Papaz Brunson meselesinden sonra battık, korona ile tamamen dibe vurduk. Allah sonumuzu hayreylesin.”

Türkiye’nin eski yarası olan gelir dağılımındaki bozukluk devam ediyor. Gelir dağılımının düzelmesi için gelirin yükselmesi lâzım. Hem gelirin yükselmesi hem de âdil dağıtılması icap ediyor. Kapitalist sistemin bizde açtığı ahlâkî, siyasî, iktisadî derin yaralar var. Ancak şu noktaya da dikkat etmek gerekiyor. Avrupa kapitalist ancak gelir orada daha adil dağıtılıyor. Aslında bizdeki mesele gelişmişlik meselesidir. Yani az gelişmiş veya kibarca söylersek gelişmekte olan ülkelerde gelir dağılımında uçurum daha fazla. Bunun sebebi ise ekonomik yapılarının bunu doğuruyor olması. Batılı ülkelerde orta direk daha güçlü.

Gelir dağılımında zengin ülkelerde olmayan bir uçuruma sahip olmamızın sebeblerinden biri de işsizlik. Zira Avrupa’da işsizlik yok. Asgari ücret meselesinden mevzuya bakalım. Mesela bizde asgari ücret belirleniyor. Ancak asgari ücretin altında çalışmak isteyen var. Bu da işsizliğin ne seviyede olduğunu gösteriyor.

Ekonomik rakamlar bazen yanıltıcı oluyor ve çarpıtılarak sunuluyor. Meselâ, Türkiye’de işsizlik rakamları bir arıtmadan geçiyor. Bu, hem Avrupa Birliği’ne karşı elimizi güçlendirmek hem de iç politika için yapılıyor. Bu yanıltmaca hükümetlerin işine geliyor. İşin hakikatinde işsizlik rakamları daha yüksek. Günübirlik ve amele meydanında çalışanları TÜİK “işi var” diye kabul ediyor. Türkiye’de işsizlik rakamları yüzde 11 diye gösteriliyor. Almanya’da yüzde 9-10 iken, Türkiye’de bu rakam inandırıcı mı? Değil. İşsizlik İspanya’da yüzde 20 deniyor. Türkiye’de kaç? İşsizlik göründüğünden daha fazla. Köye, sağa sola sığınanlar işsizlik rakamlarında görülmüyor.

İstihdam ve üretimi arttırmak

Gelir yükselecek ki paylaşanlar çok olsun. Türkiye gayrisafi millî hasılası 700-800 milyar dolar. Türkiye’nin nüfus olarak dengi ülkelerde 4-5 trilyon dolar. Paylaşılacak miktar birinde az, diğerinde çok. Haliyle dağılımdaki pay da ona göre oluyor. Bir de, suyun başını tutanlar belli kesimler ise aradaki uçurumun kapanması mümkün değil.

İslâm rejiminde zekât müessesesi ile servet dağılımı düzenleniyor. Laik-kapitalist sistemde ise zekât gibi müesseseler yok ve onların en büyük sıkıntısı gelirin yeniden dağılımıdır. Müslüman, dünyada safa sürmek için değil, zekât verebilmek için çalışıp zengin olmak ister. Zekât, cimrilik ve aşırı mal hırsını törpülediği gibi toplumda sosyal dayanışmayı güçlendirir, devletin ulaşamadığı ihtiyaç sahiplerine ulaşır, sermayenin âtıl kalması yerine yatırıma yönelmesini sağlar. Bunlar, yani İslâm rejimi, uzakta bir köy gibi değildir, faydası çok açık uygulamalardır. Faiz ise ayrı bir problem olarak durur. Faiz ile sermaye belli ellerde temerküz eder. Faizli sistemi savunan Avrupa ülkelerinde faiz düşüktür. Çünkü onlar, en yüksek kalkınma hızının faizin sıfır olduğu noktada gerçekleşeceğini bilirler. Bizim gibi ülkelerde ise faiz yüksektir.

İşsizliği önlemek için yatırım yapılmalı. Ancak yatırım için tasarruf yeterli değil. Yatırımın niteliği de önemli. Şöyle ki: Yatırım için makine alıyorum, çünkü yatırım yapmak için makine şart. Ancak makine yapan makine mevzu dışarıda kalıyor. Mesela Almanya’da makineden iğneye kadar üretiliyor. Türkiye’de yatırım yapılacak çok alan olduğunu da belirtelim.

Teknolojinin işsizliği arttırdığı doğru. Ancak şu var ki, Japonya teknolojiyi çok kullanmasına rağmen orada işsizlik oranı çok düşük. Her şeyi üretiyorlar. Şimdi Çin de böyle yapıyor.

Türkiye’de istihdamın artış oranı, işsizliğin artış oranına göre çok az kalıyor. Bu da işsizlik oranını gittikçe yukarı çıkartıyor. Aşağıdan gelen genç nüfusa iş alanları açmakta yetersiz kalıyoruz. Avrupa’da işsizlere para veriliyor. Türkiye’nin gücü buna yetmiyor. Avrupa’da işsizlik maaşı ile buzdolabı, çamaşır makinesi ve bilgisayar bile alınabiliyor. Orada çalışan ve üreten de çok kazanıyor. Orada hayat biraz pahalı olsa da, katma değerli üretim yaptıklarını hatırlatalım.

Erbakan Hocanın “fabrika üreten fabrika” sözünü hatırlamalıyız. Mesela biz makarna fabrikası kuruyoruz. Ancak makineler dışarıdan geliyor. Ne yapacağımız belli değil mi? Katma değerli ürünler ihraç etmek lâzım. Türkiye’nin mal satması ihracat açısından iyi ancak basit ürünler satıyoruz. Mesela, Alman fabrika üreten fabrikayı üretiyor, tekstil fabrikasının makinesini satıyor. Biz ise bunu ithal ediyoruz ve yaptığımız ihracat da anlamsızlaşıyor. Bu konuda ithalatın önü kesilirse hem cari açık önlenir hem istihdam artar. Bunun yolu da katma değeri yüksek ürün ve fabrika üreten fabrika üretmekten geçer.

Yatırım mevzuunda bir-iki not paylaşalım. Eskiden devlet üretime yatırım yapıyordu. 1980’lerden sonra devlet bunu bıraktı. 1930’larda delice bir devletleşme vardı, kısa bir dönem uygulandı ve ondan vazgeçildi. Bunu savunmuyoruz. Ancak özel sektör ile devletin ilişkisinin kamu yararı esası üzerine tesis edilmesi gerektiğini savunuyoruz. Özel sektör buna ne kadar gelir? Ticaretin kârı ile toplumun menfaati çatışırsa ne olacak? Özel sektörü kaçırmayacaksın ve kamu yararını feda etmeyeceksin. Necip Fazıl boşuna “denge” faktörü üzerinde durmuyor. Necip Fazıl’ın iktisadî reçeteleri bir sistem hüviyeti arz ediyor. Tahlil eden iktisatçılar nerede? Adam Smith, Keynes, Ricardo hakkında bol bol konuşuluyor. Mesela, Salih Mirzabeyoğlu 1987’de İktisat ve Ahlak kitabını yazıyor ve yine aynı yıl Kavgam kitabında Necip Fazıl’ın iktisadî görüşlerini topluca takdim ediyor. Neden?

ABD veya Yunanistan ile ilişkiler ekonomiyi vuruyor. Ancak bir yerdeki sıkıntı başka yerdeki bir açılıma yol açabilir. Ekonomiyi de canlı bir insan bünyesi gibi düşünerek onun bağışıklık sistemini güçlendirmek önemli, her türlü krizi aşabilmek için bu şart. Dikensiz gül bahçesi yoktur. Öyle bir ekonomik sistem olacak ki, neyi yerse gıdaya döndürebilecek. Kendi bünyesini kuvvetlendirecek şeyleri bulmak, bilmek önemli. Dıştan reçetelerden ziyade bu mühim. Bu hususta allameliğe, mevzuları iktisadî tahlile boğmaya da gerek yok. Bir parça zekâ ve fayda-zarar hesabı yapabilmek yeterli. Ardında millî ve dinî ideal taşımalı. Bütün kalkınmasını gerçekleştiren ülkeler gibi, iktisat ve ahlâk ilişkisi de uyumlu olmalı.

Çıkarını düşünen toplumdan ülkesini düşünen topluma nasıl döneriz? İşte iktisat ve ahlâk sorusu. Cevaplamaya çalışalım.

Ülkemizde bir grup var, ağzı salyalı, para kazanmak için her şeyi yapan. Anasını, vatanı vs. her şeyi satabilecek tıynette olan; Ak Parti içinde de böyle bir grup var. Domuzlar gibi birbirleriyle rekabet eden yiyici bir sınıftan bahsediyorum. Bunlarda din, imân, vatan, millet hak getire! Bir de bunlara özenen bir gençlik yetişiyor. “İngilizler gelse, aldığın maaşın fazlasını verse” desen hemen razı olacak bir nesil. Ancak bu ülkeyi soysuzlara bırakmayacak dinamik ve kararlı bir irade de var. Belki de temizliğe Ak Parti içindeki Batıcı ve yiyicilerden başlamalı. Çünkü onlar halkın verdiği emanete ihanet ediyorlar. Batıcı ve yiyiciler bazen zihniyet olarak birbirlerinden farklı olsalar da aynı düzeni yaşatıyorlar. İnsan faktörü çok önemlidir, ancak kötü kurulan ve kötü insan üreten sistem ve rejimin mesele olduğu unutulmamalıdır.

Toplum ve devletin uyumu iktisadî hamlelerde de kritik roldedir. Bazı mevzularda ise devletin iktisada yön vermesinden ziyade toplumsal irade önem arzediyor. Bu irade köreldiyse devletin tedbirleri de işe yaramaz. Öyle ki devletin verdiği teşvikler bile istismar mevzuu olur. Bunları da görüyoruz. Şu hikâyeyi duymuş olabilirsiniz. Bir Japon ABD’ye gitmiş. Elbisesinin düğmesi düşmüş. Japon inat ediyor, ABD’nin bir şeyini almıyor, düğmesini bile dikmiyor. Japon’un kafasında ABD malı almamak var. Çünkü ülkenin malını aldın mı, o ülkenin istihdamına katkı sağlıyorsun, askerini bile besliyorsun demektir.

Hükümetlerin yabancı mallara tavır alması zordur. Çünkü karşılıklı ilişkiler var. Bazı şeyler tabandan gelmeli. STK ve benzeri kuruluşlar halkta bir şuur oluşturabilir. Mesela Nike almamak yerli malı almak, Fransız Michelen değil yerli lastik almak gibi. Yerli lastik iki sene gider, ancak bu bize istihdam olarak yansır, çoluk-çocuğa istihdam olur. Bunu söylerken, yerli fırsatçılarına da dikkat etmeli. Bu anlayışı topluma kim verecek? Toplumun önündekilere bazen bakıyoruz da çöplük adamlar, hatta kanalizasyonluk adamlar. Almanya’da Wolkswagen firmasında yazı asmışlar. “Eğer Japon otomobil kullanıyorsan, git işini de Japonya’da bul.” diye. Şimdi bunu yazan adam özgürlük karşıtı mı?

İhracat mevzuunda bir paragraf açalım. Türkiye’de otomotiv firmalarının ihracatı oldukça fazla. Ancak bizdeki otomotiv firmalarının büyükleri ecnebilere beraber, ya ortaklar ya onların lisansıyla çalışıyorlar. Otomotiv sektöründe Koç (Ford, Fiat) ile Oyak (Reno) aslan payını alıyor. Biri yabancı lisanslı diğer yabancı ortaklı. Bizdeki Toyota da Japon ortaklı iş yürütüyor. Reno, Fransa’da batacaktı, Türkiye onu kurtardı, deniyor. Çünkü Türkiye’de pazar payı büyük. Bütün bu firmalar yerli otomobil üretmeye yanaşmıyorlar. Besle kargayı oysun gözünü misali olmuş.

Avrupalı “serbest ticaret” diyor ancak saman altından su yürütüyor. Serbest Pazar diyor, çünkü onun malı satılıyor. Avrupalının hileli tartan terazisine güven olmaz, onların bize önerdiği ekonomi politikalarına da güven olmaz. Kaynağında din olan “millî şuur” olmadan millet olarak siyasî-iktisadî bağımsızlığımıza kavuşamayız, gerekli hamleleri de yapamayız.

Bir iktisat hocası dersinde şöyle anlatıyor: “Nike, Adidas vs. kullanırsan, üniversiten mezun olduğunda işsiz kalırsın. Zira bunun adı istihdamı yabancıya vermektir.” Bunun üzerine ben de ayakkabımın markasına bakıyorum ve bunu size söylemek istemiyorum. Halimiz bu!

Dil mevzuu da böyledir. Teknolojinin ithali ve tüketim alışkanlıklarıyla birlikte bize kelimeler geliyor, böylece onların düşünce yapılarını da ithal ediyoruz. Buna dikkat ediyor muyuz? Mesela motto diyoruz, ondan daha doyurucu “şiar” demiyoruz. Pandemi diyoruz, salgın demiyoruz. Yarı İngiliz, yarı Latin olduk.

Özel sektör meselesine dönelim. Piyasa ekonomisi, “özel sektör” diyor. Biz de müteşebbis-girişimci ruha inananlardanız. İslâm’da ticaret helal ve teşvik edilirken faiz ise haramdır! Zekât şartı ile mal temizlenir. Türkiye gibi ülkelerin uluslararası şirketlerin kontrolündeki “piyasa ekonomisi”ne sınırsız tâbi olması ekonomik bağımsızlığını yitirmesi ile sonuçlanır. Devletin elini bilhassa kritik sektörlerde taşın altına koyması lâzım. Bir misal verelim: MKE holdingleşti ve iyi oldu. Anonim şirkete dönüşünce hızlı karar alıp iş yapıyor. Yine devlete âit ancak yapısı değişti, bürokrasiden kurtuldu.

Özel sektör, kolay üretimi tercih ediyor, katma değer üretmiyor. Meselâ “Yazar kasa ürettim.” diyor, esas parçaları dışarıdan alıyor. Mesela demiryolları fabrikaları âtıl duruyor. Bunlar KİT’ten çıkarılınca aktif olurlar. Bunun iyi örnekleri de var: TUSAŞ’a Temel Kotil diye birini getirdiler. Adam harıl harıl çalışıyor. Piyasaya mal üretiyor. Netice olarak, devletin kritik alanlara el atması icap ediyor. Yatırım mallarında ileri teknoloji gerektiren şeyleri devletin özel sektöre bırakmaması gerekiyor.

Öncü ve yürekli isimlerden bahsedelim. Hürkuş ve öncü ismi olan Vecihi Hürkuş yeterince biliniyor ve gençlerin rüyalarını süslüyor mu? İstikbalimizi inşa etmemizin rüyalarda saklı olduğu mâlûmdur. Nuri Demirağ gibi bir öncü isim uçak fabrikası kurmuş, ihracat bağlantısı da yapmış ancak o zamanın hükümeti kendi siparişini iptal ettiği gibi onun ihracatını da baltalamış! Bir başkasından bahsedelim. Nuri Killigil gibi bir yürekli isim, Cumhuriyetin ilk dönemlerinde silah fabrikası kurmuş, öyle önemli adımlar atmış ki daha sonra fabrikasını patlatmışlar, kendi de şehid olmuş. Bu isimleri yeterli derecede biliyor muyuz? O dönem ile bu dönem arasındaki fark nedir? Ekonomik bağımsızlık ile siyasî bağımsızlık arasındaki ilişki nedir?

Yerli otomobil üretimi için Recep Tayyip Erdoğan “Beş babayiğit arıyorum.” demişti. Otomotiv devi Koç yan çizdi. Koç grubunun umurunda mı yerli üretim? Nasıl olsa ürettiğini satıyor. Batı ile entegre olma derdindeler, bunlar hain adamlar, millî kalkınma diye dertleri yok.

Hülasa, gelir dağılımını düzeltmek için üretmek ve işsizliği azaltmak lâzım. Adil dağılım da şart. Bunlar için istihdamı genişletmek ve katma değerli üretim gerekiyor. Kritik malları üretmek icap ediyor. BMC örneğinde olduğu gibi kaçanlar da olabilir. Ancak devletin takip etmesi gerekiyor. Bu işleri takip edecek, tabiri caizse “kral” lazım. Seçim sistemi ise hükümeti bağlıyor. Kısa vadede olan seçimi mi kazanacak, uzun vadede sonuç alınacak gelir dağılımı, üretim vs. problemleri mi çözecek? Tabiî 19 yıldır ne yaptı? İyi şeyler yaptığını kabul ediyoruz, ancak bu temel sorunlar duruyor. Eğitim sistemi ile birlikte iktisadî yapı bozuk, bize düşman üretiyorlar. Maddî ve manevî olarak.

İktisadî tavrımızın arkasındaki siyasî ve ideolojik bakışımızla ilgili kısa bir not düşelim. Biz kendi ideolojimizin (BD-İBDA dünya görüşü) faydasına bakar ve siyasî süreci de gözeterek tercihlerde bulunuruz. Türkiye’de Cumhur İttifakı ile Millet İttifakı arasındaki kamplaşma normal bir seçim kazanma ve parti rekabeti değil, temelde İslâmcı-Batıcı kavgasıdır. Halk nazarında da böyle görüldüğü için seçimlere katılma oranı yüksek olmaktadır. Bunun şuurunda davranırız. Seçimlerin bir bekâ meselesi olduğu doğrudur. Ancak kimse bizi, ölümü gösterip sıtmaya razı edemez. Biz, Millet İttifakı denen CHP’nin başını çektiği ve Üstad’ın tabiriyle, “Bir parti değil, şekavet ocağı” olanların köklerinin kurutulmasını savunurken, Ak Parti içine çöreklenmiş yoz ve yiyici takımı da aynı şekilde düşman görürüz ve asıl bu takımın temizlenmesinin beka meselesi olduğunun altını çizeriz.

Görüş: Kâzım Albayrak