Hakiki olanın yanına çöreklenen sahteliklerin gözleri kamaştırdığı, beşerî müesseseleşmenin dinamizmini sağlayan ahlâkın iflâs ettiği, ruhî veçhesi dolayısıyla insan olan yaradılmışın da bütünüyle kaskatı madde planına mahkûm edildiği ve iyi, doğru, güzel kıstasları üzerinden doğruyu yanlıştan tefrik edici bir kültür ve o kültürün şuurları işletici irfanının kendisine ancak masallarda yer bulabildiği bir zamanı idrak ediyoruz.

Vasıfsız İhtiyarlık

Ahir zaman ile alâkalı olarak büyüklerin işaretlerinden yola çıkıp rahatlıkla ifâde edebiliriz ki, insanlık tarihinde bir eşi benzeri dahi olmayan orijinal ve olağanüstü bir döneme tevafuk etmiş bulunuyoruz. Anlayışın donuklaştığı fakat eşya ve hadiselerin sathî planda da olsa dört nala koşturduğu bu devirde, tarih boyunca elde edilmiş olan tecrübe birikimi bile, seçme mânâsına da gelen ihtiyar vasfını yitirmiş ve adeta mezarlıklardaki kupkuru kafalar gibi eskimiş bulunuyor.

Çağın Meselesi

Hâl böyle olunca, insanların kendilerini tanımlamakta kullandıkları inanış, dünya görüşü, hayat tarzı ve ideolojilerin içi boşalıyor ve artık tüm bunların hayattaki fonksiyonu yalnız bir etiket mesabesine inmiş bulunuyor. Bu kofluktan doğan tenakuzu biz kendi Müslüman toplumumuzda müşahede edebildiğimiz gibi, diğer dinlerin müntesiblerinde ve çeşitli ideolojilere bağlılık iddiasında olanların hayat tarzlarında da rahatlıkla görebiliyoruz. Dikkat ediliyorsa, burada yalnız bizi ve geri kalan Müslüman âlemini değil, bütün insanlığı alâkadar eden, çağın başlıca meselelerinden biri üzerinde duruyoruz.

Müesseseleşme

Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun “Adalet Mutlak’a” başlıklı konferansında bahsettiğimiz bu vaziyet hakkında koymuş olduğu şu teşhisi de hatırlayalım: “Şimdi, artık beylik, bunu herkes biliyor; dünyada müesseseleşme olmuyor. Teknolojinin geliştiği sürat içinde örf olmuyor, âdet olmuyor, ahlâk olmuyor ve fikir de doğrudan doğruya teknoloji üzerinden işliyor. Baştan şöyle koyalım; yâni ahlâk oluşmuyor, ki ahlâk müesseselerin daha lâtif şeklidir, sonra yaptırım hâline getirirsin müesseseler oluşur.”

Kokuşma

Çerçeveyi biraz daraltıp İslâm âlemine ve onun da özelinde Anadolu’ya dönecek olursak. Üstad Necib Fazıl’ın tarih muhasebesinde geçtiği üzere, “Kanunî devrinde (fetih, din) aşkı yavaş yavaş yağı bitmiş bir lamba fitili gibi sönmeye başlamıştır... Bizim İslâmî davamızda gölgelenmemize bütün sebep, iki tesirdir: Biri Bizans, biri Fars tesiri... Sonra da vücuda Avrupa mikroplarının girişi başlar. İlk tesirler Kanunî devrinde aşılanır.”

Sonrasında ise bir Allah dostunun kabul edilmiş duası mucibince mi yoksa yine o ellerle katılan mayanın sağlamlığından mı bilinmez, 500 sene boyunca dıştan canlılık belirtileri göstermişse de içten içe bozulan ve en nihayetinde cumhuriyet devresiyle beraber artık hayatî fonksiyonlarını yitirerek leş hükmüne bürünen ve artık kokmaya başlayan bir devrenin finalinde bulunuyoruz.

Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren büyük şehirlerden neredeyse silinmeye yüz tutan, sonrasında aslıyla muhafaza edildiği köylerden, şehirlere doğru başlayan göç dolayısıyla bir kez daha dirilmeye azmeden; fakat bu sefer de önce 28 Şubat sürecinde patlamayacak kadar sıkıştırılan ve ardından Ak Parti iktidarıyla beraber “kamusal alana açılıyoruz” diye adeta fışkıran ve en nihayetinde itikadî ve amelî bakımdan kendisine, kültürüne ve İslâm’a yabancılaşan millet hâline gelmiş bulunuyoruz.

İslâm’ı Hâkim Kılmak Mı, Kemalistlerin Yerine Oturmak Mı?

Bizim milletimiz, “İlâ-yi Kelimetullâh” davasını esas alarak pek çok fetihler gerçekleştirmek sûretiyle, İslâm’ın yayılması konusunda önemli hizmetlerde bulunmuştur. Bütün şahsiyetini de bu dava üzerindeki telif hakkından bulmuştur. Milletimize tarihin biçtiği rol ve şahsiyetimizin kaynağı âleme İslâmî nizam vermek iken, İslâm davası iddiasında olanların ve kendisine Müslümanım diyenlerin bu esası unutup, müesses dinsiz düzenin içinde kalmak ve mevki makam elde ettikçe bu düzenin arazlarından maddî bakımdan azamî derecede nemalanmak üzere Kemalistlerden rol çalarak hâkim olduklarını iddia etmeleridir ki, neresinden tutarsanız tutun rezalettir. Düşünsenize, adam Müslüman ama devlette elde ettiği mevki ve makamdan bulduğu güç ile 80 milyon insanın kul hakkına girmeye cüret edebiliyor. Hani tevil payı bırakmak adına, bu kimseler ya Allah’ı tanımıyor ya İslâm’ı bilmiyorlar. Çünkü diğer seçenek çok beter; İslâm davası güdüyorum diye din pezevenkliği yapıyor ve inanmıyor; fakat kendisini tanımlamak için kullandığı kartvizitine, bu toprakların inançlı insanlarını daha rahat ve fazla sömürebilmek için “İslâm” yazmaktan da hâyâ etmiyor. Bu tablo bugün yalnız siyaset ve bürokrasiyi değil, esnafından memuruna, tarikatçısından işçisine, çiftçisinden patronuna toplumun neredeyse tamamını resmediyor.

Dolandırıcılık

Dolandırmak, yalan dolanla kandırarak, aldatarak birinin parasını ya da malını alıp kendisine mâl etmek anlamında kullanılır. Dolandırıcılık ile alâkalı sıkça kullanılan, “dolandırmaya kalkmayan kimse dolandırılamaz” diye de bir tabir vardır. Dolandırma, dolandırıcılık umumiyetle para pul işlerine isnad edilerek kullanılıyorsa da bir de dinî ve ruhî dolandırıcılık vardır. Bunların pek çoğu, az amelle çok ecir peşinde koşan, neticesinde ise “dolandırmaya kalkmayan kimse dolandırılamaz” ölçüsünce dolandırılan ve sonunda da “bizi dinle, imanla aldattılar” diye ortada dolaşanlardır. Bunlar tarikatların, siyasî partilerin, cemaatlerin, ideolojik yapıların çevresine tezgâh açıp, ameline bakmadan, hüviyetinde yazan İslâm ile tatmin olan, nefsini yelleyen ve bir de utanmadan ecir umanlardır.

Burada esas tiksindirici derecede komik olan ise dolandırmaya kalkıştıklarının (haşa) Allah olmasıdır.

İman mı, Servet Mi?

Batıdan başlayarak dünyaya yayılan ve Batılılaşmayla beraber bizim de başımıza belâ olan, iltifatın faziletlere değil de sahib olunan eşya ve servetlere yönelmesi ve bunun da gitgide memleketteki dar bir imansız elit zümreden yayılarak umumileşmesinin neticesidir ki, bugün pek çok aile evlatlarının istikbâlinden yana din, imân kaygısı, tasası değil, yalnız servet kaygısına düşmüş bulunmaktadır. Tek başına bu bile insanımızın Allah’a ve İslâm’a ne denli yabancılaştığını, insanın temel meselelerine ne denli bigâne kaldığını ve içinde yaşadığı sathî çevreden ötesiyle alâkası kalmayarak gitgide nasıl hayvanlaştığını resmetmeye yeter de artar bile. Normalde bunun için dinden çıkma yahut dinsizleşme gibi tabirler kullanılabilirdi; fakat dinden çıkmak ve dinsizleşmek bile hazır bir şuura muhtaç olduğundan ve burada o kadarcık bile bir şuurdan söz edilemeyeceğinden hayvanlaşma tabirini kullandığımızı da ifâde edelim.

Donma, Çürüme ve Sıçrama

Üstad Necib Fazıl’ın tarih muhasebesinde geçtiği üzere İslâm 500 senedir donuk bir vaziyette bulunuyor. Müslümanların kendilerini kurtarmak üzere İslâm’ı bu derin dondurucudan çıkartarak yeniden fert, toplum, devlet ve âleme hâkim kılmalarının yolu ise eski pratikleri bugün uygun olmayan şartlara tatbik etmeye kalkıp, karikatürize olmalarından değil, anlayışı yenileyerek hakiki bir sıçrama gerçekleştirmelerinden geçiyor. Anlayışın böylesi bir şekilde yenilenmesi ise Büyük Doğu-İbda’dan başka bir tarafta dava edilmiyor.

Yenilenmiş bir anlayış ile böylesi bir sıçrama gerçekleşmeden, hâlihazırda pratikte yaşayan bir örneği olmayan İslâm’ın, bir bütün olan emir ve yasaklar manzumesi içinden tek tek emir yahut yasak çekip, bunlar üzerinden konuşmaya kalkmak da anlaşılmaz oluyor.

Büyük Doğu-İbda’nın davasını güttüğü anlayışın yenilenmesi ve bunun üzerinden İslâm’ın yeniden fert, toplum, devlet ve âleme hâkim kılınmasının esas mesele edilmesidir ki, baştan beri bahsettiğimiz üzere yalnız Türkiye’nin değil, İslâm âlemi ve geri kalan bütün insanlığın selâmeti için elimizde kalana son ve tek çaredir.

Üstad Necib Fazıl’ın “Dünya Bir İnkılâp Bekliyor” adlı eserinde dediği gibi, “Ne gariptir ki, bu devler ve cüceler, ama kıvranan devler ve çırpınan cüceler dünyasında, yine dünyanın beklediği en büyük inkılâp işte bu cücelere düşüyor! Ve biz, böyle bir noktadan harekete memur bulunuyoruz. Yani, öyle bir hasta ki, dünyaya devâyı getirmek zorunda üstelik…”

Görüş: Ömer Emre Akcebe

Baran Dergisi 774. sayı