Emirü’l Mü’minin Hz. Ömer Efendimiz’den bu yana İslâm orduları tarafından uygulanagelen gelenek üzere, fetihler esnasında bir şehir savaşmadan teslim olursa genellikle o şehir tazminat öder ve şehrin halkına, ibadethanelerine dokunulmazdı. Lakin şehir savaşır ve savaşı kaybedip kontrol İslâm ordusuna geçerse şehir “kılıç hakkı” sayılır, fetheden komutanın mülkü olurdu. Akabinde şehrin en önemli kilisesi “Fethin nişanesi” olarak camiye çevrilirdi. Diğer kiliseler ise hemen cami yapılmaz, eğer ihtiyaç olursa camiye çevrilirdi. Bu ihtiyaç; bazen o bölgede Müslümanların yoğunlukta olması, bazen de kilise cemaatinin azalması olabiliyordu. Müslüman nüfusun artması durumunda yeni bir cami yapmak yerine o bölgedeki kilise camiye çevrilir ve kilise cemaati başka bir semtin kilisesine nakledilirdi. Baktığımız zaman kiliselerin camiye çevrilmesinin ekseriyetle Sultan II. Bayezid (Sultan Fatih’in oğlu) döneminde (1481-1512), yani şehirde Müslüman nüfusunun iyice arttığı dönemlerde gerçekleştiğini görüyoruz.

Fetih’ten sonra Suriçi’nde camiye çevrilmiş kiliselere bakacak olursak yakın dönem kaynaklarına göre bu sayı 36 Bizans kilisesidir. Zaman içerisinde restorasyon çalışmaları yapılmaması ve en önemlisi Cumhuriyet Dönemi Türkiye’sinin “âli” yöneticilerinin Osmanlı ve İslâm düşmanlığı sonucu camiye çevrilen 36 yapıdan yalnızca 22’si günümüze ulaşabilmiştir. Bu yapıların orijinal hallerine büyük oranda benzediğini söyleyebiliriz. Genel olarak bu yapılara eklenen şeyler ise bir minare, bir mihrap, minber ve birkaç pencere ve bazen de kubbedir. Dikkat çeken pencere detayının sebebi ise kiliselerde mistik hava meydana getirmek gayesiyle karanlık bir ortam oluşturulmaya çalışılması ve bu nedenle de cami mimarisine nazaran az sayıda pencere kullanılmasıdır. Camilerin içine yapılanlara ek olarak çevresine inşa edilen medreseler, tekkeler ve hamamlar âmme hizmetine tahsis edilmiştir. Ama maalesef ecdat yadigarı bu eserlerin Cumhuriyet devrinde yıkılıp yerine yol, heykel ve benzeri ucube şeylerin yapılmış olması bizleri derinden üzer.

Şimdi, şirk yuvası birer “taş yığını” iken, içinde bir ve tek olan Allah Teâlâ’ya ibadet edilen, madde olmaktan çıkıp “ruha” yani camiye dönüştürülen bu 22 camiden bir kısmını inceleyeceğiz.

1-Ayasofya-i Kebîr Câmii Şerifi (Hagia Sophia):

Öncelikle Ayasofya kimdir? Bir şahıs mı yoksa sadece bir isim mi?

Ayasofya hakkında birbirinden farklı ve ilginç bir sürü iddia/efsane ortaya atılmıştır. Ayasofya (Hagia Sophia); Ortodokslara göre bilge ve azize bir kadındır. Katoliklere göre ise üç çocuğu ile birlikte Hristiyan olduğu için ağır işkenceler görerek II. yüzyılda öldürülen bir kişidir. Ayasofya kelimesi ise “kutsal bilgelik” anlamına gelmektedir.

Ayasofya ilk olarak “Büyük Konstantin” tarafından ahşap olarak inşa edilmiş, büyük kilise anlamına gelen “Megale Ekklesia” olarak isimlendirilmiş ve 15 Şubat 360 tarihinde büyük bir törenle açılmıştır. Aslında Ayasofya’nın ‘’Thela Sophia’’ yani Hristiyan üçlemesinin iki unsuru olan ‘’kutsal hikmet’’ adına inşa edildiği kabul edilen bir görüştür. Buna rağmen halk arasında “Azize Sophia” anısına “Ayasofya” diye isimlendirilmiş ve bu zamana kadar ismi gelmiştir.

404 yılına gelindiği zaman İstanbul Patriği İoannes Khrysostomas, İmparator Arkadios’un eşi Evdoksiya ile büyük bir çatışma içine girer. Bunun sebebi ise imparatoriçenin gümüş kaplı yarı çıplak heykelinin Ayasofya’nın avlusuna dikilmesi ve patriğin bu durumu çok sert bir şekilde eleştirmesidir. Bu sert eleştiriden dolayı Patrik Khrysostomas, 20 Haziran 404 tarihinde bizzat imparatoriçe tarafından Anadolu’ya sürgün edilir. Zaten isyan etmek için hazır olan halk bu sürgünden dolayı iyice öfkelenip ayaklanmış ve Ayasofya’yı ateşe vererek yerle bir etmiştir. 404 yılında yanıp kül olan Ayasofya, II. Theodosios tarafından geniş çaplı bir şekilde tamir ettirilip 10 Ekim 415 tarihinde yeniden açılmıştır. Ancak bu yeni yapı 100 yıl bile dayanamamış ve büyük bir deprem ile tamamen yıkılmıştır. (II. Theodosios’un inşa ettiği yapının kalıntılarından “12 Havariye” ithaf edilen kuzu kabartmalarını bugün Ayasofya Camii’nin avlusunda görebiliriz.)

Şu an mevcutta olan yapı, yani “Üçüncü Ayasofya” ise 537 yılında İmparator I. Justinianos tarafından Mimar Anthemios ve Atinalı İsidoros’a bazilikal planda inşa ettirilmiştir. Ayasofya’nın inşasında 10 bin işçinin çalıştığı rivayet edilir.

29 Mayıs 1453’te İstanbul’un fethi sonrasında Sultan Fatih tarafından, şehrin en büyük kilisesi, tabiri caizse Ortodoks Hristiyan dünyasının kıblesi ve en büyük mabedi Ayasofya, “kılıç hakkı” olarak 1 Haziran’da bir ahşap minare, mihrap ve minber eklenerek camiye çevrilmiştir. İçindeki mozaikler ince sıva ile kapatılır ve Kanuni Sultan Süleyman dönemine gelince, Mimar Sinan tarafından kapsamlı bir restorasyon yapılır ve yine dört minaresine bu dönemde kavuşur ve “Allah-u Ekber” nidaları şehrin dört bir yanında yankılanır.

Fethin nazlı nişanesi Ayasofya Camii de Türkiye’nin üzerine kara bir bulut gibi çöken “Cumhuriyet Rejimi”nden nasibini alır maalesef. 1932 yılında ABD menşeili Bizans Enstitüsü, restorasyon bahanesi ile Ayasofya Camii’ni ibadete kapattırıp, üstü örtülen mozaikleri ortaya çıkartır. 482 yıldır gözbebeğimiz olan mabedimiz, 1935 yılında M. Kemal’in imzası ile cami kimliği gasp edilerek müzeye çevrilir.

Üstad Necip Fazıl’ın “Ayasofya ile beraber ruhumuzu kilitlediler, ruhumuzu kilitlemek için Ayasofya’yı kilitlediler… Ayasofya’yı kapalı tutmak, Allah’a sövmeye, Kuran’a tükürmeye, Türk vatanını satmaya denk bir suçtur” diyerek belirttiği bu şenaat, 86 yıl sonra ucube karar Başkan Erdoğan’ın imzası ile iptal edilerek ortadan kaldırılmış ve Ayasofya Camii yeniden özgürlüğüne kavuşmuştur.

2-Küçük Ayasofya Camii (Aya Sergios ve Bachos Kilisesi):

Bu yapı ise Ayasofya’dan 5 yıl önce 527-536 yıllarında İmparator Justinianos ve eşi Theodora tarafından yaptırılıp ölen askerlerden Aziz Sergios ve Bachos’a adanmıştır. İsmi de bu sebeple “Sergios ve Bachos Kilisesi” olarak kayıtlara geçer. Mimari planda Ayasofya’ya benzediği için Türkler tarafından “Küçük Ayasofya” olarak adlandırılmıştır. Bu yapının Bizans döneminden günümüze ulaşamayan Hormidas isminde bir de manastırı vardır.

Aziz Sergios ve Bachos, Kapadokya civarında “Diofizit” görüşü savunmaya ve tebliğ etmeye çalışmıştır. O dönem Monofizit görüşe mensup Anadolu’da diofizit görüşü savunmak, ölümle dans etmek desek abartı olmaz. (Diofizit görüş: İsa Peygamber’in hem insan hem tanrı olarak çift tabiatlı olduğunu savunan görüş. Zıttı ve düşmanı Monofizit görüş ise İsa Peygamber’in direkt tanrı ve tek tabiatlı olduğunu savunan görüş.) Anadolu’da fazla barınamayan bu iki asker İstanbul’a gelmiş ve öldükten sonra aziz kabul edilerek bizzat imparator ailesi tarafından bu askerler adına kilise inşa edilmiş ve bu yapıya onların ismi verilmiştir. İstanbul’da altına sarnıç inşa edilmiş tek kilise olan “Sergios ve Bachos”, müthiş mimarisi ile neredeyse Bizans’ın en eşsiz yapılarından birisi. Altında bulunan sarnıcı Osmanlı pek kullanmamış, son dönemlere doğru sarnıca bağlı bir kuyu yapılmış ve içindeki su tulumba ile çıkartılmıştır. İstanbul yangınlarında, meşhur “tulumbacılar” burdan da su çekip yangınlara müdahale etmiştir.

Bu kilise, Darüssaade Ağası Küçük Hüseyin Ağa tarafından 1502 yılında camiye çevrilmiş ve önüne U şeklinde medrese inşa edilmiştir. 1850 yılında Sirkeci demiryolu yapılırken camii şerif, avlusunun bir kısmını kaybetmiştir. Şehrin üzerine çöken kasvet bulutu Cumhuriyet Dönemi ise, akla hayale gelmez bir şenaat ile “Şapka Kanunu”na muhalefet kabul edilerek cami haziresi içinde bulunan ne kadar fesli/kavuklu mezar taşı varsa tamamının kırıldığı dönem olmuştur. Kırılan parçalar bugün caminin hazire duvarının üzerinde duvarda asılı olarak durmaktadır. Bu camii şerif Cankurtaran semtinde Küçük Ayasofya Caddesi’ndedir.

3-Fenari İsa Camii (Konstantinos Lips Manastırı):

Konstantinos Lips Manastırı, bir zamanlar şehrin merkezinden akan Lykos Deresi’nin yanında inşa edilmiştir. Ancak bu coşkulu şekilde akan bir dere değildir. Yazın kuruyan, kışın ise cılız bir şekilde akan bir deredir. İmparator VI. Leon döneminde (886-912) 907 yılında Bizans donanma komutanı Konstantinos Lips tarafından “Lekesiz Meryem” adına inşa edilmiştir. Yapının misafirhanesini seyyahlardan, tüccarlardan ziyade şehre dışarıdan gelen asiller kullanmıştır. 1204-1261 Latin İstilası’nda büyük zarar görmüş, 1261 yılında imparator VIII. Michael’in eşi Theodora tarafından tamir ettirilmiş ve yanına bir de kilise inşa ettirilerek yapı büyütülmüştür. Zamanla burası imparator VIII. Michael’in ve ailesinin defin yeri haline gelmiştir. Tıpkı Osmanlı’da olduğu gibi Bizans’ta da imparatorlar kendi yaptırdıkları yapıların yanına defnedilirdi. 1100 yıl Bizans’a başkentlik yapmış İstanbul’da şu an görebildiğimiz tek bir tane bile imparator mezarı yok. Bu mezarları Osmanlı mı yok etti? Tabii ki hayır. 1204’te başlayan Latin İstilası ile aynı dine inandıkları halde birbirlerini reddedip düşman addeden Katolikler/Latinler yaptı. Mezarları yok etmekle kalmayıp Ayasofya Camii başta olmak üzere şehrin tamamını talan ettiler. Şehrin başına böyle bir talihsizlik gelmesiyle Latin İstilası’ndan sonra İstanbul kimliğini neredeyse tamamen yitirmiştir. Osmanlı Dönemine gelindiğinde ise XV. yüzyılda İstanbul’un saygın ailelerinden Fenari ailesine mensup Alaaddin Ali tarafından Konstantinos Lips Manastırı camiye çevrilmiştir. Cami XVII. yüzyıl ortalarında yanmış ve IV. Murad’ın vezirlerinden Bayram Paşa tarafından önemli bir tamir ile ihya edilmiştir. 1782 yılında meydana gelen büyük bir yangında tekrardan zarar görmüş ve bir müddet harap halde kalmıştır. 1831 yılında Mihrişah Valide Sultan Vakfı tarafından padişahın emri ile yeniden tamir edilmiştir. XIX. yüzyılda büyük bir tamir daha görmüş ve en son 2019 yılında bir restorasyon daha görerek geçtiğimiz yıllarda ibadete açılmıştır. Caminin orijinal mihrap ve minberi günümüze ulaşmamıştır.

Mimari olarak çok farklı bir yapıya sahip olan Fenari İsa Camii’ni özellikle ziyaret etmenizi, o hissiyatı yaşamanızı tavsiye ederim. İçeride namaz kılarken bir sallantı yaşarsanız bu beklenen İstanbul depremi değil, 1989 yılında “âli devletimiz” tarafından caminin altından geçirilen M1 Yenikapı-Atatürk Havaliamanı metrosunun sallantısıdır. Bir tarih meraklısının deyişiyle “İnsanlar anlam veremedikleri eserlere değer de vermezlermiş, yoksa iş mi 1000 yıllık eserin altından metro geçirmek?”

4-Kalenderhane Camii (Kyriotissa Meryem Kilisesi):

Kilisenin geçmişi hakkındaki bilgilerin çoğu 1966-1978 yılları arasında yapılan kazı çalışmalarında elde edilmiştir. 1935’li yıllara gelinceye kadar bütün yayınlarda yapının “Diakonissa Kilisesi” olduğu ileri sürülmüş ve bu isimle tanıtılmıştır. Kazı çalışmaları öncesinde kilisenin 1200’lü yıllara dayandığı düşünülmekteydi lakin daha sonra 400’lü yıllara dayanan bir başka yapının üzerine inşa edildiği ortaya çıkmıştır. Ve isminin “Diakonissa” değil “Theotokos Kyriotissa” kilisesi olduğu kazılar sonucunda anlaşılmıştır. Restorasyon sonrasında yazılan makalede şöyle bir kronolojik sıralama verilmiştir:

İlk olarak Valens Su Kemeri’ne komşu bir Roma hamamı, erken Bizans dönemine ait kuzey bölgesinde kilise, karanlık çağlara ait güney bölgesinde kilise ve son olarak da mevcut kilise bulunmaktadır. Bu kilise Sultan Fatih döneminde camiye çevrilmeyerek Kalender şeyhlerine tahsis edilmiştir. İlk zamanlarda Zeyrek Camii ve Eski İmaret Camii’ndeki gibi medrese/tekke olarak kullanılmıştır. Kalender Tekkesi 1747 yılında I. Mahmud zamanında Darüssaade ağası Beşir Ağa tarafından onarılmış, minare ve mihrap eklenerek camiye çevrilmiştir. Cumhuriyet’in ilk yıllarında metruk kalan Kalenderhane Camii’nin minaresi 1930 yılında yıkılmış, cami uzun süre minaresiz kalmıştır. 1966 yılında caminin minaresi tekrardan inşa edilmiştir. 1935 yılında, şehre musallat olan Cumhuriyet Rejimi, bu mabedimize de ellerini uzatmış, caminin medresesini yıkıp yerine konservatuar yapmaya çalışmış lakin başarılı olamayarak bugün mevcutta olan öğrenci yurdu ve otobüs durağı yapılmıştır. Bizans’taki haliyle günümüzdeki gibi yalnız başına inşa edilmemiş, Bizans döneminde manastır, Osmanlı döneminde ise medresesi ile birlikte bir yapı grubu içindeydi. Hatta bahçesinde de bir şadırvan bulunması gerekiyor ama maalesef bugün bunların hiçbirisi mevcut değil. Günümüzde camii şerifi ziyaret ederseniz bahçesinde yüzyıllar öncesine ait bir sürü tarihi eser kalıntısını adeta bir açık hava müzesini andırır şekilde görürsünüz lakin, tarihi mirasa alerjisi bulunan devletimiz nezdinde bu kalıntılar pek bir şey ifade etmemekte ki ortalığa saçılmış durumda. Keza camii şerifin yanı başına arkasını dönmüş bulunan kafelerden kopup gelen müziğimsi kirlilik de kulaklarımızı tırmalamakta ve mukaddesatımıza saygısızlığı ile içimizi burkmakta.

Buradan yine sizleri ecdadımızın mirasına sahip çıkmaya davet ediyorum. Selametle kalınız.

Görüş: Abdulkadir Aslan

Aylık Baran Dergisi 5. Sayı

Temmuz 2022