Persler’den Büyük İskender’in babası II. Philippos’a, Yunan devletlerinden İskitler’e, Avrupa’yı kasıp kavuran Gotlar’dan Bizans’a ve en son Osmanlı’ya yani Fatih Sultan Mehmed Hazretleri’nin Peygamber Aleyhisselam’ın övgüsüne mazhar olarak İslam’a hediye edene kadar herkes; Antik Dönem’de Pagan, Ortaçağ’da Hristiyan ve Yeni Çağ’da ise İslam dünyasının merkezi olan İstanbul’a hakim olmak istiyordu. Fransa’nın büyük imparatoru Napolyon, dünyanın incisi İstanbul için “Eğer dünya tek bir devletten ibaret olsaydı başkenti İstanbul olurdu.” demişti.

Çünkü bu muazzam şehir her zaman Doğulular için Batı’ya, Batılılar için ise Doğu’ya geçiş kapısı olmuştur. İstanbul tarihini -Latin İstilası’nı saymazsak (1204-1261)- kabaca bilinen üç döneme ayırabiliriz: Byzantion Dönemi, Doğu Roma (Bizans) Dönemi ve Osmanlı Dönemi.

Byzantion (İstanbul) kabul edilen görüşe göre MÖ. 667 yılında Megaralılar tarafından Antik Yunan’ın bir şehir devleti, bir koloni şehri olarak kurulmuş ve adını kral Byzas veya Byzantias’tan almıştır.

Kurulduktan kısa bir süre sonra önemli bir ticaret ve liman şehri olarak gelişmeye, göz kamaştırmaya başlamıştır. Çünkü Byzantion bir koloni şehriydi. Bu şehir, tarihe komutanlarıyla, devlet adamlarıyla, askeri başarılarıyla değil; ticaret kapılarını elinde tutmasıyla, zengin tüccarları ve malları, gelişmiş ticari hayatıyla geçti.

Byzantion, MÖ 196’da Roma İmparatorluğu’nun hakimiyeti altına girdi, İmparator Vespasian döneminde hızlı bir şekilde Latinleştirme politikasına tabi tutuldu ve şehrin adı da Latince Byzantium oldu. Roma İmparatorluğu’nun sınırları oldukça genişleyince ikinci bir başkente ihtiyaç duyuldu ve I. Konstantin gözüne Byzantium’u kestirdi. 11 Mayıs 330 tarihinde şehir haftalarca süren törenlerle başkent ilan edildi.

Artık I. Konstantin, kurduğu yeni başkente isim vermeye geldiği zaman ona “Nea Roma” (Yeni Roma) ismini verdi ancak bu isim pek benimsenmemiş ve I. Konstantin’in ölümünden sonra kurucusuna nispeten Konstantinopolis olarak isimlendirilmiştir.

İmparatorluğun Doğu ve Batı’daki bütün değerli sanat eserleri, heykeller, sütunlar ve kutsal emanetler Konstantinopolis’e getirilerek Roma’daki devlet adamları, asiller ve zengin tüccarların yeni başkente gelmeleri teşvik edildi, kendilerine lüks köşkler, saraylar yapıldı.

Çokça karıştırılan bir husus da var ki Roma mı Bizans mı?

Aslında ikisi de aynı devletlerdir. Kuruluşta Roma olarak anılan devlet, Hristiyan inancının en büyük merkezi haline gelmiş ve zamanla Roma’dan kopmuş ve o dönemde Doğu Roma olarak isimlendirilmiştir.

Günümüzde en çok anılan Bizans ismi ise Alman Hümanist H. Wolf tarafından 16. yüzyılda ortaya atılmış ve o günden sonra Doğu Roma Bizans, Batı Roma ise Roma olarak isimlendirilmiştir. Kim bilir belki de Müslümanların Roma’yı yıktığı gerçeğinin üstünü örtmek için bu isimlendirme yapılmıştır.

Devletin resmi dininin Hristiyanlık olarak belirlenmesinden sonra 328 yılında İznik’te toplanan I. Genel Konsil de Konstantinopolis’in Roma’dan kopuşunu güçlendirmiştir. (Hristiyan inancını ilk defa serbest bırakan da yine I. Konstantin’dir, bu yüzden Büyük Konstantin olarak anılır.) Yine İmparator Theodosios’un, 381 yılında toplanan II. Genel Konsil kararlarına uygun olarak çıkarttığı fermanla, Aryanistlik tamamen yasaklanmış ve tüm halkı Hristiyan olmak zorunda bırakmıştır.

IV. yüzyılda yaşanan mezhep kavgaları da putperest Roma ile Hristiyan Konstantinopolis arasında şiddetli çatışmalara sebep oldu. Fiilen bölünmüş olan Roma İmparatorluğu’nun resmen bölünmesi çabuklaşmış ve koyu bir Ortodoks olan I. Theodosios 395’te imparatorluğu ikiye ayırmıştır. Bundan sonra bu şehir Bizans olarak anılan Doğu Roma İmparatorluğu’nun başkentiydi. VI. yüzyıldan bu yana Konstantinopolis’in idari ve resmi dili Roma kültürü ile yoğrulmuş yapıya uygun olarak Latinceydi. VII. yüzyılda resmi dilin Rumca denilen Yunanca olması şehir halkını “”Romalı” sözcüğünü hatırlatan “Rum” sözcüğüyle anılma yoluna götürecektir.

Bizans İmparatorluğu, IX. yüzyıl sonlarından XI. yüzyıl başlarına kadar tüm tarihinin en önemli devrini, adeta altın çağı diyebileceğimiz bir çağ yaşadı. Elbette cihanın bu en güzel beldesi her zaman olduğu gibi yine onca şaşaalı yapısını bir sürü depremle, yangınlarla yitirmiş ve yine yeniden inşa edilmiştir. Altın Çağ olarak adlandırılan bu 150 yıllık dönem boyunca, imparatorluğun bitmez tükenmez sanılan kaynakları, Konstantinopolis’in ihtişam ve parıltısını sağlamak için hesapsızca sarf edilmiş ve tüketilmiştir. Buna rağmen kentin dışarıdan bu görünüşü masalları hatırlatır bir haldeydi. Elbette bu masalımsı şaşaanın da bir sonu vardı. Süregelen bu israflar, başarısız yöneticiler, iç karışıklıklar derken 1400’lere gelindiğinde Bizans’ın artık Konstantinopolis dışında hemen hemen hiç toprağı kalmamış, şehrin gerçek hakimleri imparatorlar değil, Latin ticaret kolonilerinin tüccarları olmuştur. Bu inişli çıkışlı kötü gidişat da beraberinde Doğu Roma İmparatorluğu’nun sonunu hazırlamıştır.

29 Mayıs 1453 tarihinde Sultan II. Mehmed Hazretleri tarafından Doğu Roma İmparatorluğu’na son verilmiş ve cihanın gözbebeği İstanbul, Osmanlı Devleti’nin başkenti olmuştur. Bu fethi mübin sebebiyle de Sultan II. Mehmed, “Allah Resulü Aleyhisselam’ın hadis-i şerifindeki müjdeye mazhar olarak Fatih” unvanını almıştır. Fetihten sonra bir süre daha şehir Konstantinopolis olarak anılmaya devam etmiş, lakin kısa süre sonra İstanbul olarak anılmaya başlanmıştır. Payitaht, Dersaadet, Darü’l Hilafe ve Makarrı Saltanat olarak da adlandırıldığı olmuştur.

İstanbul’un neresinde olursak olalım, daima tarihin üzerinde dolaşır durumdayız.

Yüzyıllar boyunca bu şehirde Yunan, Roma ve Türk medeniyetleri saraylar, dikilitaşlar, stadyumlar, hamlar, hamamlar, yollar inşa etmiştir.

Şehrin güzelliği nispetince de başına istilalar, savaşlar, depremler gelmiştir. Şehre her hâkim olan medeniyet, şehri bir önceki sahiplerinden daha güzel, daha iyi imar edebilmek için çabalamıştır. Bundan dolayı şehir her harap oluşundan sonra tekrardan eski ihtişamına kavuşması için imar edilmiş ve şehre bir yeni katman daha eklenmiştir; Türkiye Cumhuriyeti tarihinde şehir mimari bakımdan harabeye dönüştürülene kadar…

İstanbul’un kısaca tarihinden bahsettikten sonra son olarak şunu belirtelim ki; Doğu Roma medeniyetinin en bariz kalıntılarını 1100 yıl imparatorluğun başkentliğini yapan İstanbul’da görmek mümkündür. Asıl İstanbul olan “Suriçi”nin hangi sokağına adım atsak karşımıza hep ya bir Osmanlı mirası yahut Doğu Roma’dan kalma bir tarihi eser çıkar. Lakin bizler bunları merak etmediğimiz, araştırmadığımız için gördüğümüz tarihi eserlere bir anlam da yükleyemiyoruz. Bilhassa İstanbul’da yaşayanların ilkesi “İstanbul’da yaşa, İstanbul’u yaşa” olmalıdır. Cihanın kalbi İstanbul’u biz hiç araştırmadık, merak etmedik ama yabancılar daima araştırdı, inceledi ve gözleri bir an dahi “dedeleri”nin mirasından ayrılmadı. Bir gün bu toprakları tekrardan ele geçirme niyetlerini anlamamamız için de kör ve sağır olmamız gerek.

Görüş: Abdulkadir Aslan

Aylık Baran 4. Sayı

Haziran 2022