Bir süredir Türkiye’nin dış politikada bir eksen kayması yaşadığına dair bir tartışma yürütülüyor. Suriye, Mısır ve İsrail ile ilişkiler çerçevesinde Türk dış politikası üzerine yürütülen bu tartışma aslında yeni değil. Kuruluş ilkeleri gereği uzun yıllar içte ve dışta tek-Batı yönlü bir politika anlayışına sahip olan Türkiye, 2000’li yıllar ile beraber gerek geçmişe nazaran istikrarlı tek parti iktidarı gerekse de uluslararası şartların uygunluğu sayesinde dış politikada bir revizyona gitmiş, başta komşuları olmak üzere dünyanın diğer bölgeleriyle daha yakından ilgilenmeye başlamıştı. “Bölgesel bir güç olma” iddiasının gündeme gelmesiyle Türkiye’nin bu iddiasını gerçekleştirebilmek için sarf ettiği çaba, dış politikada hissedilir değişimlere yol açtı. Ak Parti iktidarının ilk döneminde Suriye, Mısır, Tunus gibi halkı Müslüman olanlar başta olmak üzere muhtelif ülkelerle ilişkiler bir hayli geliştirildi. Erdoğan’ın başbakanlığa gelmesinin ardından ülke ülke gezmesi ve ikili ilişkiler tesis etmesi bu meselelerle ilgilenenlerin hatırındadır.

Bu süreçte hem Batı ile hem de kendi bölgesi ile ilişkilerini geliştiren Türkiye, kendisini “çok kimlikli” ve “bölge lideri” olarak tanımlayabilmek için daha yapıcı bir dış politika izlemeye başladı. Dış politikadaki imajını düzeltebilmek adına, komşularıyla geliştirdiği ilişkilerde hükmedici, buyurgan ve zorlayıcı bir dil kullanmaktan kaçınıldı. Millî kimliğini ticaret, ekonomik zenginleşme, kültürel nüfuz, bölgesel liderlik ekseninde tanımlayan Türkiye, Ortadoğu’da ve dünyada daha fazla görünür hâle gelmek istedi. Bilhassa Erdoğan’ın dönemin İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Perez’e karşı Ocak 2009’daki Davos zirvesinde sarf ettiği sözlerle birlikte Türkiye’nin dış politikada bir eksen değişikliği yaşadığı hem Türkiye’de hem Batı’da çok tartışıldı.

Akabinde patlayan Arap Baharı’yla ise, iyi ilişkilere sahip olduğu devletlerin yönetimlerine karşı devrimci halk hareketlerinden yana tavır koyan Türkiye, Mısır ve Tunus gibi ülkelerde Ak Parti iktidarına yakın görüşlerin idareyi ele geçirmesiyle dış politikada bir başarı elde ederken Suriye’de umduğunu bulamadı. 2011’in Mart ayında başlayan Suriye ayaklanmasında, 2012’nin yaz aylarına kadar arabulucu rolü üstlenmeye çalışan Türkiye, 2009 yılında meşhur “sıfır sorun politikası” mucidi olarak Dışişleri Bakanlığı’na gelen Ahmet Davutoğlu’nun ABD’nin “Suriye rejimine operasyon” tuzağına düşmesiyle, bu ülkeyle diplomatik ilişkileri tamamen keserken hükmedici, buyurgan ve zorlayıcı bir dil kullanmama ilkesini de terk etmiş oldu. Türkiye’nin izlediği politikayla Suriye’de iş daha da kızıştı ve ABD’nin arkasına takılarak yürütülen dış politika, dillere dökülen ama bir türlü icraata dökülemeyen “Emevi camiinde Cuma namazı kılma” hayalleri sebebiyle hüsranla neticelendi.

Mısır’da ise 2013 yılında Mursî askerî bir darbeyle iktidardan indirildi ve yerine Sisi geldi. Darbe rejimine karşı oluş, Tayyip Erdoğan’ın İhvan’a olan sempatisiyle birlikte devletlerarası ilişkilerde beklenmeyecek bir duygusallığı beraberinde getirdi ve iş, bu ülkeyle de diplomatik ilişkileri kesme noktasına vardı. Bunlara bir de Suudi Arabistan ve BAE ile yaşanan gerginlikler eklenince “sıfır sorun” politikası âdeta “sırf sorun” politikasına dönüştü.

O günlerden itibaren Suriye, Türkiye’nin karşılaştığı birçok sorunun merkez üssü hâline gelirken Mısır da Türkiye’nin Orta Doğu’daki rakiplerinden biri oldu. BAE ve Suudi Arabistan her meselede Türkiye’nin karşısında konumlandı.

Yerine göre esnek olunması gereken dinamik dış politika sahasında işler bu noktaya varınca manevra kabiliyeti ortadan kalkıyor, yapılmaya çalışıldığında ise menfi tepkiler gelmeye başlıyor. Dolayısıyla Türkiye’nin takribî 10 yıllık dış politikasından şartların zorlamasıyla vazgeçme yönünde adımlar atması da bugünün en çok tartışılan mevzularının başında geliyor.

Dış politikanın dinamikliğinden bahsettik; Türkiye’nin bu ülkelerle saplantı hâline gelen bir ilişki türünü hayata geçirdiği günden bugüne köprünün altından çok sular aktı:

-Suriye’de Rusya başta olmak üzere farklı aktörler sahaya indi, ABD Suriye’nin kuzeyinde kurmak istediği PKK-YPG devleti için desteğini artırdı.

-Aynı ABD, Yunanistan’ı da askerî üs hâline dönüştürerek Türkiye’yi batıdan da kuşattı ve yaklaşık iki senedir Yunanistan’la savaşın eşiğinde günler yaşıyoruz.

-Mısır, Türkiye ile rekabet hâlinde olan ülkelerle ilişkilerini geliştirdi.

-Keşfedilen doğalgaz rezervleriyle ön plâna çıkan Doğu Akdeniz’de Türkiye karşıtı bir koalisyon (Doğu Akdeniz Gaz Forumu: Mısır, İsrail, Yunanistan, GKRY, İtalya ve Ürdün) oluştu.

-Doğu Akdeniz’de söz sahibi olabilmek ve Libya’da Trablus hükümetini ayakta tutmak adına Türkiye tek başına büyük çaba sarf etti, bu sırada bahsi geçen devletlerin hepsi Türkiye’nin karşısında yer aldı.

-ABD’nin Orta Doğu’daki ağırlığını azaltıp Asya Pasifik’e yönelmesiyle de bölgede yeni bir denge oluştu.

-Tüm bunlara ek olarak içeride düşülen ekonomik zafiyet bir değişimin gerekli olduğunu ihtar ediyordu.

Türkiye’nin tek çaresi ya kendisine karşı oluşturulan bu konsorsiyumu dağıtmak ya da aynı masaya oturarak kartların yeniden dağıtılmasını sağlamaktı. Hassas dengeler üzerinde, denge değiştirici bir manevra yapmanın gerekli bir hâl almasıyla dış politikada stratejik değişimler arka arkaya gelmeye başladı. Bilhassa Yunanistan’ın dışlandığı yeni bir masa arayışında olan Türkiye BAE, Suud ve İsrail ile ilişkileri yumuşattı. Geçtiğimiz hafta Cumhurbaşkanı Erdoğan Katar’da Sisi ile bir araya geldi. Bir not olarak belirtelim ki bu görüşme en fazla Yunan medyasında ses getirdi. Bu görüşme üzerine yapılan tenkidlerin aynısı, geçen sene BAE ve Suud ile ilişkiler yumuşatılırken de yapılmıştı. Suriye’de ise bir yandan “Esad ile görüşebiliriz” (elbette bu meselenin kâr-zarar hesabı son derece iyi yapılmalı, zira milyonlarca mülteciye ev sahipliği yapmanın yanında bu insanların Türkiye’ye bel bağladığı unutulmamalı) denilirken diğer yandan rejim bayraklarının çekildiği, rejim askerlerinin bulunduğu PYD-YPG bölgelerine askerî harekâtlar düzenlenerek hem sert hem yumuşak güç unsurlarının birlikte kullanıldığı bir diplomasi yürütülüyor. Yani Türkiye “sırf sorun” politikasından arkasına bakmadan uzaklaşıyor.

2017 yılında Aylık Dergisi’nde yayımlanan bir yazımda şu ifadeleri kullanmıştım:

“Bölgede yaşanan birçok hâdisede, iktidarın bir takım fikirler beyan ettiğine, hatta daha ileri giderek diğer devletlerle ilişkileri kestiğine şahit olduk. Suriye ve Mısır örneği önümüzde… Belki de Suriye’de savaşın bu kadar kızışmasının sebeplerinden biri Türkiye’nin diplomasi kalitesizliğidir. Mısır ile ilişkilerin tamamen kesilmesinin ceremesini ise hâlâ çekiyoruz. Tabiî ki Suriye’de, Mısır’da ne yaşanırsa yaşansın biz karışmayalım demiyoruz; zaten böyle bir şeyi söyleme lüksümüz de yok. Kastettiğimiz gerekli gücü ve diplomasi kalitesini yakalayıp yaşananların önüne geçebilmek…”

Ümidimiz o ki, Suriye’de askerî operasyonlar yapan, Katar’a yapılan Suudi Arabistan-BAE operasyonunu önleyen, Libya’da desteklediği Trablus hükümetini iktidarda tutan, Doğu Akdeniz’de menfaatlerini sonuna kadar korumaya çalışan, Azerbaycan’a destek olarak Karabağ sorunun çözülmesini sağlayan, Rusya-Ukrayna savaşında büyük diplomatik başarılar elde eden Türkiye, yaptığı yanlışlardan da dönerek sert ve yumuşak güç unsurlarının birbirine mutabık bir şekilde kullanıldığı diplomasi kalitesini artırır.

Zannediyorum son bir söz de Türkiye’nin bu manevrasını “Bugüne kadar kavgalıyken bugün niye barışıyoruz?” tenkidinde bulunanlara bilhassa hissî bir şekilde en ağır tenkidlerde bulunan İslâmcı cenaha söylemek gerekir. Evet, bu denli hasım hâle gelmek yanlıştı; fakat bir noktada bu yanlıştan dönmek icap ediyordu. Zira bugüne kadar gerek Suriye’de gerekse de Mısır’da Müslümanların daha zor duruma düşmesinin sebeplerinden birinin de dolaylı yoldan Türkiye’nin rejimleri karşısına alarak oralardaki Müslümanlara sahip çıkıcı bir retorik benimsemesiydi. Bu manevrayla birlikte Arap âlemiyle şartlar iyileşebilir, bu da Türkiye’nin tesiriyle rejimlerin buralardaki Müslümanlara olan tavrında bir yumuşamaya gitmesine sebep olabilir. Ayrıca bölgeler ilişkilerdeki ivme istikbâlde güçlenmenin yolunu da açabilir ki, bu da hem Türkiye’nin hem de yüzünü Türkiye’ye dönmüş Müslümanların faydasına olacaktır. Bizim de derdimiz İslâm ve Müslümanların faydasıdır.

Görüş: Faruk Hanedar