21. Yüzyıl İslâm Dil ve Diyalektiği olarak da anlam kazanan “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA” ruh ve fikir sisteminin en temel argümanlarından biri de “su keyfiyeti” üzerinden dile getirilendir. Şöyle ki; İBDA Mimarı’nın yüksek ifadeleriyle, “Biz, su gibi bir keyfiyetin mâlikiyiz; buhar oluruz, buz oluruz... Fikirse fikir, kavgaysa kavga; her şartta geçerli bir hassaya sahibiz…”

“Su keyfiyeti”ne malik olmak; akmak, buz olmak veya buhar olmak… Bizler, yani “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA” ruh ve fikir sisteminin muhipleri olarak İbdacılar, yıllarca İBDA Mimarı’nın gölgesinde hep “akar” gibi göründük. Tabii ki de istisnalar hariç, ama denilebilir ki şimdilerde hemen hepimiz ya “buz” kesildik veyahut da “buhar” olmuş gibi bir hâl yaşıyoruz.

Fikirse fikir, kavgaysa kavga” tabiri, hiç şüphesiz ki İBDA Mimarı tarafından İslâmcı mücadele tarihine kazandırılmış bir mottodur. Her şart altında mücadele edebilmenin asgari şartını yerine getirebilmek adına dile getirilen bu motto, “gerekeni gerektiği yerde gerektiği kadar yapmak” terkibi hükmü ile de büyük ölçüde desteklenmiştir. Bu çerçeveden bakıldığında, mücadele tarihi açısından, üzerinde bulunduğumuz hâl açısından ne söylenebilir? Burada söylenenler hiç şüphesiz ki ilkin benimle alakalıdır. Muhakkak ki daha derin ve yerinde tespitler yapmak mümkündür.

Şartların getirdikleriyle birlikte daha düne kadar “kavgaysa kavga”da piyasanın fevkinde bir performans sergileyen İbdacıların bugün “fikirse fikir”de benzer bir performans sergiledikleri söylenebilir mi? Ben şahsen kendime baktığımda, daha doğrusu kısa günün kârı üzerinden bir nefs muhasebesi yaptığımda kendimi boynu büküklerden biri olarak kabul ediyorum. Yani kavgada kısmen de olsa fikrin hakkını verebilmişken, fikirde kavganın hakkını yeteri kadar verebildiğimi düşünemiyorum. Evet; ne yapılması gerektiğini bilen bir İbdacı olarak, yani yapılması gerekenin ne olduğunu bilen fikre muhatap bir insan olarak, diğer bir ifadeyle de “yapılması gereken”e meftun bir gönüldaş olarak, “yapılması gereken”e tam olarak bir nisbet tutturabildiğimi düşünemiyorum. Bunu yaptıklarıma bakarak çok rahatlıkla söyleyebiliyorum.

Hadis ile de sabit olduğu üzere, “Kadın ve erkek her Müslüman’a ilim öğrenmek farzdır.” Bununla beraber yine hadis ile sabit olduğu üzere, “Bir günü bir gününe eş geçen aldanmıştır.” Bu hadislere riayet sözkonusu olsaydı, hemen her iş ve eserde büyüme ve gelişme de sözkonusu olurdu diye düşünmeden edemiyorum. Yerinde saydığımız aşikâr olduğuna göre, büyüme ve gelişmeden bahsetmek yerine, aslında sadece yaşlanmaktan söz edilebilir. “İlim mi din mi?” çerçevesinde bir değerlendirme yapmak icab ettiğinde ise, sahici insan mânâsına “İbdacı nesil”den ziyade, vazeden transhumanizm daha bir baskın duruyor gözükmektedir.

Dünden bugüne, modern dünyanın kurucu iradesi olarak beliren Hıristiyan-Yahudi Batı Medeniyetinin Avrupa merkezcilik anlayışı, kendisiyle birlikte bütün dünya kültürlerini de Ortaçağ Karanlığından daha karanlık bir çağın içerisine sürüklemiştir. Bir Batılı fikir adamının dediği veçhile, “Batı medeniyeti sadece pratikte değil, teoride de kötüdür.”

Peki; ne yapmak lazım? Nasıl yapmak lazım? Nasıl ve niçin yapmak lazım? Cevabı verilmesi gereken bu tür sorular, kafamızın üzerinde “Demokles’in Kılıcı” gibi sallanıp durmaktadır. “Sarık mı, kelle mi?” suali karşısında hiç tereddütsüz bir şekilde “kelle!” cevabını vermekten uzak düşmüş bir şekilde cenneti arzularken, kaçamayacağımızı bilmemize rağmen ölmekten olabildiğince kaçmak tecrübesi bizi daha çok trajikomik bir duruma düşürmektedir.

Evet; Nasreddin Hoca’nın eşeğine ters binerek komiklik yaptığını zannedip gülenlere biz de çok güldük; ama pişmiş kelle gibi eşekle başbaşa kaldıklarını göremediklerinin bize bir faydasının olamadığını ise göremedik. Hoca onca eşek arasında sırtını istikbâle dayamış bir şekilde eşeğini meçhule sürmeye devam etti de ardından bakakaldık.

Halbuki, zirvenin zirvesinin zirvesi de vardı. Meselâ bildik kurban kesiminin Müslüman açısından bir zirve olduğunu düşünelim. Bunun zirvesinin “bedenin fedası” olduğunu göremedik. Zirvenin zirvesinin zirvesinin ise “nefsin fedası” olduğunu hayalden öteye geçemedik. Klasik nefsin fedasından söz etmiyorum. Her şart altından ruh ve fikrin izzetini muhafaza etmekten söz ediyorum. Yani fikre nisbet tutturabilmenin posedesi olmaktan söz ediyorum.

İlk insan ve ilk peygamber olan Hazret-i Âdem Aleyhisselâm, cennetten dünyaya sürgün edildi. Niçin? Varlıklar mecmuu içerisinde halifeliği görünsün diye. Nitekim sürgün aynı zamanda dal vermek, yeşermek mânâsınadır. Cennetten sürgün edilen insan dal-budak vermek veya yeşermek, diğer bir ifadeyle de üremek durumunda olan bir varlıktır. Yeşermek, her insan İslâm fıtratı üzere dünyaya gelir mutlak ölçüsü ile de örtüşen bir mânâdadır. Her bir ibdacı, kendisini fikrin sürgünü olarak algılasa yeridir.

Mücadele tarihi içerisinde yeşillikten ziyade kuruluk daha bir baskın durmaktadır. Şartların getirdikleriyle birlikte “fikirse fikir” çerçevesinde istenilen bir performans gösteremediğimiz anlaşılmaktadır. Dünyanın beklediği bir fikir kahramanın örgüleştirdiği “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA” ruh ve fikir sisteminin yüce ve aziz bir fikir olduğuna inandık, onu öylece kabul ettik ve bundan dolayı da hiç tereddütsüz bir şekilde davete icabet ettik ve verdiği kavgada yer alabilmenin liyakat şartlarına dahi bakmadan bir kamyonun altına bir piliç gibi atlarcasına kendimizi deyim yerindeyse savaş meydanında bulduk. O hengamede devlet denilen kamyon ne kadar piliç varsa neredeyse hemen hepsini ezdi geçti. İyi mi oldu kötü mü oldu sorusu dahi anlamsız. Ne kadar iyi olduğu bugünkü manzaradan pekâlâ takib edilebilir. Neyse, kalan sağlar bizimdir deyip şehid olan oldu kalan sağlarla, yani gazilik payesiyle yaşayanlarla birlikte şehidlik adayları yoluna devam etti, ediyor. Tam da bu noktada yeni şartlar karşısında yeni refleksler sözkonusu oldu ve “kavgaysa kavga”dan çıkan ruh ve fikir, kendisine “fikirse fikir” ortamında muhatab bulmakta zorlandı. Evet; şimdilerde herkes, aziz ve yüce ruh ve fikre muhatap olan olmayan hemen herkes kendi fikrini çalakalem de olsa bir şekilde konuşturmaya başladı. Dünkü kavgadan kaçan ne kadar kaçkın varsa bugün “fikirse fikir” modunda adeta piyasanın göbeğinde at koşturuyor. Sıkıntı değil tabii ki de. Ama bari bu noktada ehil olmak söz konusu olsa. Ara ki bulasın!

“Fikirse fikir” noktasında iyi bir performans gösteremedik, dedim. Bu ifade kalıbını aslında kavgası verilecek bir ruh ve fikri olmayan insanlar karşısındaki yetersizliğimizi ifade etmek için de kullanıyorum. Bilgi için bilgi formatında hayatını tanzim edenlerin bilgi birikimi hakikaten aklımızı başımızdan alacak kadar geniş bir yelpaze arz ediyor. Her mevzuun “dipsiz bir kuyu” olduğu gerçeğinden hareketle önüne gelen sahiden malzeme biriktirmiş, hem de bayağı bir biriktirmiş. Birikim olmuş yani. Şimdi de konuşturuyorlar tüm bildiklerini. Hiçbir nisbet derdi olmadığından da sadece biriktirdiklerini her platformda döktürüyorlar. Halbuki insanın bir derdi olmalı, öyle değil mi? Söylediklerinin nereden geldiğini nereye gittiğini sonrasında neleri nelere vesile kıldığını tekrar başa sardığında neyin üzerine neyi bina ettiğini falan filan şeklinde dert edinmeli, öyle değil mi? Adam konuşuyor da konuşuyor. Ezberine ezber katarak önüne geleni boğmaya çalışıyor. Ve sayıları oldukça fazla. Meselâ;

Her şeyden evvel devlet erkanı ve bu erkana eşlik eden sürüsüne bereket okur-yazar ne de cesurca konuşuyor. Her şeyi Türkiye merkezli değerlendirmeleri yok mu, insanı çileden çıkartıyor. Her şeyin Türkiye merkezli olmasının ne tarih muhasebesi var ve ne de mevzuun lübbüne dair ele avuca gelir herhangi bir değerlendirmesi. “İktidar yalakalığı” denilen durumdan bir adım öteye geçilemiyor. Sürüsüne bereket troller! Muhalefet denilen melanet çetesinde ise bu da yok, ayrı mesele. Diğer taraftan;

Okunmuş bilmiş bir taife olarak, mesela kendi gönüldaşlarımızdan değil de kendi camiamızdan, yani İslamcı camiadan birkaç örnek verelim. Meselâ “İslâmî Araştırmalar Enstitüsü” ve “Klasik Düşünce Okulu” ve benzeri yapılanmalar etrafında yapılan çalışmalar. İmrenmemek mümkün değil. Ekrem Demirli, Ömer Türker, Ayhan Çitil, İhsan Fazlıoğlu ve daha nice kafadan yana dolu olan insanlar döktürüyor adeta. Onları dinledikçe “fikirse fikir” çerçevesinde malzeme kabilinden sahib olmamız gereken bilgilerin neler olduğuna dair fevkalade ufuk açıcı bilgiler. Ama onlarda bu birikimi seyrederken yazık, çok yazık diyebilmenin bilgisine sahib olmak da ayrıca bir yük. Meselâ son dönemlerde yapılan düşünce seminerlerinde dile getirilen “Bütünlük Sorunu” kabilinde serzenişlerin “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA” ruh ve fikir sistemi tarafından cevabı verilmiş olmasına rağmen hiç mi hiç o tarafa esen yok. “Yeni metafizik” ihtiyacına, dahası “Matematik üzerinden metafizik yapmak” imkanının irdelenmesi mevzuuna kadar düşünce egzersizleri yapılmasına rağmen yine de teklif edilen bir ruh ve fikir sistemine teveccüh her nedense yok da yok. Diğer taraftan;

Meselâ İsmail Hakkı Aydın, adeta ayaklı kütüphane gibi döktürüyor. Benzer bir formatta döktüren Turker Kılıç denilen tıpçı. Modern Tıp dünyasının verileri merkeze alınarak, “zamanı gelmiş fikir” konseptinin muhtevasını kendi mevzularına taşıma gayretinden başka bir şey yaptıkları yok. İ. H. Aydın Bey’in yapıp ettikleri ise daha bir dikkate değer. Çünkü onun yapıp ettikleri daha tehlikeli bir boyut arzediyor. “Yeni Dünya Düzeni” tetikçiliğini yapan ve “Küresel Sermaye” odaklı çalışmaların iddialarını tersinden yaşatıcı bir dil ve diyalektik kullanıyor olması da ayrıca dikkate değer. İslamî hassasiyetiyle ön plana çıkıyor olması ise mevzuyu daha da “sıkıntılı” bir hale sokuyor. “Kuantik Çağ”, “Q Çağı”, “Kuantofilozofisi”, “Sentetik İnsan Çağı”, “Holistik Çağ” vs. kavramlar üzerinden döktürüyor. Mevzuun bir dünya görüşü mevzuu olduğu ise umurunda değil. Onlarca esere her gün yenisini eklemek derdinden başka görünen yeni bir şey yok. Diğer taraftan;

Meselâ M. Ali Bulut, akşam sabah döktürüyor. İ. Hakkı Aydın’ın aksine, itikadi problemli olan birisi değil. Ehl-i Sünnet hassasiyetini olabildiğince diri tutuyor, ama ehli sünnet kalabilmenin asgari şartı halinde tezahür eden bir ruh ve fikir sisteminin varlığını derinden hissetmesine rağmen her defasında kulak arkası yapmayı tercih ediyor. Doğrusu anlamak mümkün değil. Ruh ve nefs arasındaki kavgada Allah’ın nefse vermiş olduğu mühlet üzerinden hadiselerin önüne geçmenin mümkün olmadığını, mukadderat çerçevesinde hadiselerin İlahi irade üzerinden kotarılacağını her platformda işlemesine rağmen “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA” ruh ve fikir sisteminin “İstikbâl İslâmındır” mutlak müjdesine yataklık eden bir ruh ve fikir sistemi olduğunu sanki şuurlu olarak gözlerden ırak tutuyor. Said-i Nursi Hazretleri’nin muhibbi olmasına rağmen, “İBDA, Said-i Nursi Hazretleri’nin rüyasını gördüğü bir temsil makamındadır. Bu mânâda Said-i Nursi Hazretleri İBDA’nın kadrosudur.” sözünü umursamıyor bile. Diğer taraftan;

Meselâ, Ahmet Serhat Tan, Ertan Özyiğit, Ramazan Kaan Kurtoğlu, Kaan Sarıaydın ve daha nice ağzı bol laf yapan sürüsüne bereket malumat bilgi küpleri. Bulundukları her yerde ne kadar çok birikim üzere olduklarını göstermekten imtina etmiyorlar. Hakikaten insan birikimlerine gıpta ediyor. Tam da bizim sahib olmamız gereken malumat çerçevesinde bilgi birikimi bu dedirtecek cinsten. Ama gel gör ki, tam da, “Her şey bilinebilir ama gerekli olan bilinmedikten sonra hiç bir bilginin hiç bir önemi yoktur.” dedirtecek cinsten. Bu insanlar bu kadar bilgiyi sırf bilgi olsun diye biliyor olamazlar diye de düşünmeden edemiyor insan. Tam da bu noktada şu şekil bir kaygı beni çok rahatsız ediyor. Bu insanlara bu bilgiler bir şekilde servis mi ediliyor acaba? Bu soruya evet demek için yeteri kadar sebeb var. Bunun biricik sebebini ise esas görülmesi gereken bilginin üstünün örtülmesine bağlamak mümkündür. Öyle ya; meselâ Ertan Özyiğit ve benzerlerinin sıkça kullandığı bir motto halinde, “Zamanı gelmiş bir fikri durdurabilecek hiçbir güç yoktur.” mottosunun kullanılmasındaki gaye ne ola ki? Evet, esasında vakti gelen bir fikir olduğu çok açıktır. Bu mevzu bugünün mevzusu değil. Arka planında ilkin 40, öncesinde 40, daha da öncesinde 40 olmak üzere tam 120 yıllık bir geçmiş var. Peki bu fikir hangi ruh ve fikirdir sorusunun cevabı hakkında ne söylenebilir? Bence biliyorlar. Biricik dertleri, “zamanı gelmiş bir fikir” olan “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA” ruh ve fikir sistemini perdelemek. “Zamanı gelmiş fikir” mottosu İBDA Mimarı ile düşünce dünyamıza girmiştir ve bu motto bizzat “Fikir Çağı: İBDA Çağı” mânâsını ifade etmek üzere kullanılmıştır.

Görüş: Osman Temiz