İnkılab kelimesinin mânâsı, muhtemeldir ki materyalistlerin bunun yerine devirmek, yıkmak anlamına gelen “devrim” kelimesini ikâme etmeye kalkması ve zaman içinde bu dilin gitgide yerleşmesi dolayısıyla bir türlü anlaşılmıyor. Bu sebeble de inkılâb dendiği zaman akla hemen devletin ve kamu düzenini sağlayan müesseselerin yıkılması, ortamın anarşiye boğulması, sonra da bu kargaşadan kemmiyet, para, silah yahut irade bakımından güçlü olanın kendi düzenini ihdas etmesi gibi şeyler geliyor.

Komünistlerin jargonundaki “devrim” kelimesi bu gibi vaziyetleri davet edici mânâda kullanılıyor olabilir; fakat İslâm inkılâbından bahsedildiği vakit ne kast edildiğinin anlaşılması için asr-ı saadet devrine bakılması icab eder. O devre bakıldığında görülecektir ki, İslâm’ın meydana getirdiği inkılâbın esas hedefi şekiller değil, o şekillere ruhunu veren insan ve toplumdur. İslâm inkılâbı, yeni bir insan ve toplum imâl etmiştir. Asr-ı saadet devrinden beri de muhatabını, yâni inananı yeni bir insan ve toplum olmaya davet eder.

Üstad Necib Fazıl bu bahisle alâkalı olarak şöyle der:

- “Arap plâstik bir dünyanın adamıydı. Plâstik deyince bu devirde bir takım naylon eşya, şu, bu geliyor hatıra… Plâstik, Garb tabiriyle eşyanın dış kabartmasıdır. (Plastisite)… Dış plana sarkmıştır o günkü Arabın ruhu… O soluk eser esmez, o ruh o kadar inceliyor ki, böyle, kan sarhoşu Arap su kenarında ağlayan bir ceylân gibi boynunu büküyor. Derinleşiyor.

İnkılâp, bu… İnsanı yeniden imâl eden bir inkılâp!.. Mutlak inkılâp…”

Allah Resulü’nün nüzulünün üzerinden bu kadar sene geçti, insanlık bir hak, bir batıl taraf arasında pinpon topu gibi sekip dururken, bilhassa İkinci Dünya Savaşı’ndan bugüne dek plastisite sahasından çıkıp da bir türlü diğer tarafa kendisini atamadı.

Eşyanın dış kabartması deyince hatırımıza yalnız heykeller yahut mekânda hacim işgâl eden şeyler gelmesin, teknolojik cihazlardan olan telefon ve bilgisayar ile bunlarda kullanılan yazılımlar ve diğer donanımlar, şu ve bu gibi alet edevat da aslında bu bakımdan eşyanın dış yüz kabartması mevkiindedir. Bu mevkiin müntehasında ise putlar vardır. Dün Eski Mısır, Çin, Yunan, Roma ve Arab nasıl ki kendisini plastik bir dünyaya teslim etmişse, bugün de bütün bir insanlık kendisini “teknoplastik” – “teknoplastisite” diye tanımlayabileceğimiz bir dünyaya teslim etmiş bulunmaktadır. Ve tabiî ki ruhî olmayan herşeyi satın alabilen paranın, plastik dünyadaki karşı konulamaz hakimiyeti…

Şimdi bir küfür yobazının çıkıp da “siz teknolojiye mi karşısınız?” yahut bir din yobazının çıkıp da “evet, biz de teknolojiye karşıyız” demesine fırsat vermemek adına şu hususu da ilâve edelim. Teknik ve teknoloji planında elde edilen bütün verimler ile bunun dışında kalan eşya ve mekâna dair unsurlar, kendi başına bir ideal hâline dönüştüğü vakit, plastisite burada başlar. Oysaki tüm bunlar gaye olmaktan çıkıp da bir gayenin vasıtası hâline dönüştüğü nisbette kıymet kazanırsa, orada idealizm başlar. İlmî çalışmalarda eşya ve hadiselerin hakikatini araştırmakla, eşya ve hadiselerin hikmetini kurcalamak arasındaki fark gibi…

Biz Müslüman olduğumuza göre, İslâm’ı hâkim kılmanın ve Müslümanca yaşamanın rejimine erişmek hedefi istikametinde tüm bunların elbette ki yeri vardır; fakat bunların hiçbiri bizim için gaye değildir. Tıpkı hedefin para olmasıyla, paranın başka bir hedefin vasıtası olarak kıymet bulması arasındaki fark gibi…

Esasında yaşanan tüm bu gerilimlerin arkasındaki esas saik, bir varoluş meselesine dayanıyor. Allah diyor ki:

- “Ben insanı eşya ve hadiselere hâkim olması, onları teshir etmesi için kendime hâlife olarak yarattım.”

İnsanoğlu, Allah’ın yaratırken kendisine biçtiği gayeden ne zaman şaşsa, kendisini cafcaflı bir plastik dünyanın kucağında bulmuş, eşya ve hadiseleri teshir etmek yerine, eşya ve hadiseler tarafından teshir edildiği için de büyük ruhî buhrana gark olmuştur.

Memnuniyetsizlik

Buraya kadar anlattıklarımızın pratiğini göstermek üzere gelelim insanlığa. Bugün dünyanın neresinde ve hangi şartlar içinde yaşıyor olursa olsun, herkesin, kendisinden başlayarak geri kalan herkesten ayrı ayrı ve nihayetinde bütün toplumdan ve toplumlardan rahatsız olduğu vaziyet var ya, işte, biz bunu değiştirmenin peşindeyiz. Bugün dünyanın hangi ülkesine gidersek gidelim, hiç kimse yaşadığı hayattan memnun değil. Bu Müslümanların yaşadığı bir ülkede de böyle, Avrupa’da da, Amerika’da da, Afrika’da da, Asya’da da... Evet, kimse yaşadığı ve yaşanan hayattan memnun değil; fakat yine kimse bunun sebebini de teşhis edebilmiş değil. Madde planında elde edilen her zafer, hâkim olan anlayış dolayısıyla ruh planında başka bir mağlubiyetin vesilesini teşkil ediyor ve elde edilen kazanımlar insanlığın hayrına fayda sağlayacağı yerde mahvına vesile oluyor.

Pörsüme

Bir diğer bahis ise elde edilen kazanımların pörsümesindeki sürat. Ahir zamanın insanın zaman idrakini tahrib etmesinden midir, yoksa ahir zaman insanın kendi zaman idrakini tahribinden mi ahir zamandır bilinmez; fakat madde ve teknik planında sabah elde edilen verimlerin daha akşam olmadan eskidiği bir devri idrak ettiğimiz muhakkak. Böylesi bir vaziyet eşyaya vasıta gözüyle bakan biri için rahatsız edici olmayabilir; fakat kendisini eşyaya teshir ettiren insanlık için bunun ne büyük felâket olduğunu bilmiyorum hissettirebiliyor muyuz? Evet, hikmet planının genişliği dolayısıyla sonsuz deryalara dalma istidadında yaradılmıştır insan, bu doğru; fakat “mutlak”ı olmayan, bir bildireni olmayan, iyi-doğru ve güzel kıstaslarını kaybetmiş bir insanlık için, böylesine süratli bir değişim trendinin, bu kadar uzun bir vade teşkil etmesi, insanı insan ve cemiyeti cemiyet yapan şahsiyet başta olmak üzere bütün ruhî keyfiyetleri tahrib etmesi ve neticesinde arkasında hayvan bile değil hayvandan aşağı bir mahlûkat yahut cemiyet değil bir sürü bırakmış olması muhakkaktı. Bu da şuurunda olunsa da, olunmasa da bir noktadan sonra ruhî bir ıstıraba sebeb olmakta, ferdî ve içtimaî buhranların büyük çoğunluğu da bu yaradılış gayesiyle yaşayış gayesi arasındaki tenakuzdan doğmaktadır.

Dünyaya Bakalım

Bildiğiniz üzere Pazartesi günü itibariyle Hicrî 1443 senesine girdik. Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun şehadetinden evvel “Hicrî 1400 Gergini” diye tanımladığı, 1440 ile 1444 seneleri arasında bulunuyoruz hâlen.

Zevken idrak edilmesi gereken bâtınî meselelerin hele ki inanmayanlara karşı argüman olarak kullanılmayacağı muhakkak. Biz de Baran Dergisi olarak bu çeşit hususları gündeme getirmekten azamî derecede kaçınıyoruz. Bununla beraber artık bedahet hâline gelmiş olan şeyleri de göze sokmaktan çekinecek değiliz.

Şimdi elimize bir tarih kitabı alsak ve zamanın eski bir döneminde ortaya çıkan bir salgın hastalığın bütün insanlığı evlerine kilitlediği, hava sıcaklıklarının yükseldiği, yangınların çoğaldığı, sellerin, kuraklığın ve depremlerin arttığı bir döneme rast gelsek, bu bölümü muhakkak ki daha dikkatli ve hayretler içerisinde okuruz. Biraz evvel dedik ya, insanlar hadiseleri değil hadiseler insanları teshir ediyor diye, bu iddianın isbatı olmak üzere, bugün biz yaşadığımız olağanüstü şartları idrak etmekten bile aciziz. Ancak tarihte kalmış, artık statik hâle gelmiş ve sorumluluğumuz olmayan olağanüstü yaşanmış dönemlere de acayip ilgiliyiz.

Amerika’da yaşanan kongre baskını, Amerika ve avanesinin Afganistan’daki hezimeti, Fransa ve İngiltere’deki ardı arkası kesilmeyen protestolar, Avrupa’da yükselen İslâm düşmanlığı, global iktisadî planda yaşanan krizler, yaşanan büyük çaplı yangınlar, bir tarafta kuraklık diğer tarafta seller, salgın hastalık, teknolojideki tekamülün inanılmaz sürati, Türkiye’nin yeniden Ortaasya, Ortadoğu ve Mağrib’e açılma gayretleri, Afrika’daki açlık-susuzluk ve dünyanın uzak doğusundan yükselen Batılı Çin. Tarih kitabları yazıyor olsaydı ne kadar heyecanlı bir dönem olurdu değil mi?..

Dikkat ediyorsanız, yaşanan tüm bu hadiselerin tarafları arasında ruhun hakkını teslim iddiasını savunan tek biri bile yok!

İslâm İnkılâbı

Tekrar dönelim, kıtalar çapında beklediğimiz İslâm inkılâbına.

İslâm inkılâbı, insan ve toplumu değiştirmek, ferdin fertten, ferdin toplumdan ve toplumun fertten razı olacağı, ferdin iç düzeni, fert ile toplum, toplum ile fert arasındaki düzeni kurmak, insanı eşya ve hadiselerin hükmünden çıkarıp, eşya ve hadiseleri insanın hükmü altına almak iddiasındadır.

Ki bu yalnız kuru bir iddia değil, tarihin farklı zamanlarında defalarca kez Müslümanlar tarafından tecrübe edilmiş inkılâbın bugün yeni bir anlayışla yeniden gerçekleştirilmesinden ibarettir.

Rönesans’a Garblı, “kilise saçmalığına karşı aklın intikamı” der. Aklın, kiliseden intikamı. Bizim yeniden doğuşumuz, Rönesansımız ise ruhun intikamı olacak. Ruhundan arındırılmış ve madde planına prangalanarak eşya ve hadiseler karşısında mahkûm edilmiş akıldan, ruhun intikamı!

Her şeyi teshir edecek, tam bir madde hakimiyeti kuracak ve bunun içli dışlı dünya görüşünü de Batılı ve Batıcılarınki gibi dayanaksız şekillerde değil, İslâm’a bağlı, en kemalli şekilde tesbit ve tanzim edecek, hadisata da derinliğine ve genişliğine nüfuz edeceğiz!

Bu da tabiî olarak yeni bir insan, yeni bir rejim ve yeni bir toplum idealinin gerçekleşmesiyle mümkün olacak.

Yaşanan hadiselerin seyrine baktığımızda, Üstad Necib Fazıl’ın gerçekleşmesini mukadder olarak gördüğü kıtalar çapındaki İslâm ihtilâli ve inkılabının eşiğine çoktan adım atmış bulunmaktayız.

Allah, 1443 senesini Müslümanlar için hayırlara vesile kılsın ve bizleri Hicrî 1400’den beri gerilmekte olan zaman okunun yayından fırlamasına vesile kullarından eylerken, istikametten şaşırtmasın!

Görüş: Ömer Emre Akcebe