“Arap Baharı” olarak isimlendirilen ve toplumların otoriter rejimlere başkaldırısı şeklinde ifade edilen isyan dalgasının ilk başladığı günlerde Türkiye, bölge rejimleriyle olan tüm iyi ilişkilerine mukabil halkların isteklerinin gerçekleştirilmesi hususunda tavrını koydu. Nitekim Tunus’ta Zeynel Abidin bin Ali ve Mısır’da da Hüsnü Mübarek’in çekilmesiyle istenen netice elde edildi. İki ülkede de yapılan seçimler neticesinde Ak Parti Türkiye’sini kendisine rol-model olarak seçen yönetimler iktidara geldi. Bu süreçte Türkiye iki ülkeyle Arap Baharı öncesinde olduğundan daha yakın ilişkiler geliştirdi. Bilhassa Arap dünyasında özgül ağırlığı fazla olan Mısır ile Türkiye’nin müşterek bir fay hattı oluşturması bölge ülkeleri açısından ümit vadeden bir durumdu; maalesef bu ortaklık çok uzun sürmedi ve seçimler neticesinde Müslüman Kardeşler Hareketi’nin desteğiyle cumhurbaşkanı seçilen Mursî, kendi Genelkurmay Başkanı Sisi tarafından devrilince Türkiye ile Mısır arasındaki ilişkiler de kopma noktasına geldi.

Türkiye-Mısır fay hattı parçalandı

Bölgenin ve Müslümanların istikbali açısından son derece ehemmiyetli bir fay hattı oluşturma potansiyeli haiz ikinin ülkenin arası bu gelişmelerle birlikte açılırken 2013 itibariyle diplomatik ilişkiler maslahatgüzar seviyesinde devam etmeye başladı. Sisi’nin zulmüne maruz kalan İhvan-ı Müslimin’e Katar ile birlikte Türkiye sahip çıkmayı sürdürdü. Türkiye’nin bu tavrından rahatsızlık duyan Mısır ile ilişkiler o gün bugün sürekli gergin seyretti.

Mısır’ın kabul ettiği Batı kuyrukçuluğu rolü

Tıpkı Körfez’deki rejimler gibi İran sopasıyla korkutulan, ekonomik sıkıntılarıma çare bulayım derken burnundan halkalanan Mısır, ABD-İsrail ekseninde BAE ve Suud ile birlikte kuyrukçuluk rolünü üstlendi. Sisi, 2017’de Suudi Arabistan’da küreye elini koyan isimlerden biri oldu. İsrail için elinden geleni yaptı, Sisi liderliğinde Filistin davasının bitirilmesinde önemli bir rol oynadı. Her fırsatta Türkiye aleyhinde faaliyetlerini sürdürdü. Libya’da Türkiye’ye karşı dolaylı yoldan savaşma cüretini gösterdi. Doğu Akdeniz’de İsrail ile birlikte Türkiye’nin karşısında konumlandı. İslâm düşmanlığı ve firavunizm politikasıyla hâlâ modern çağın firavun krallığı olma yönündeki faaliyetlerini sürdürüyor.

Türk dış politikasında sert manevra

Son aylarda Türk dış politikasında son derece sert bir manevralar yapıldığı görülüyor. Amerikan başkanlık seçiminin ardından tüm ülkeler yeni Amerikan başkanı Biden’ın tutumuna göre pozisyonlarını güncellerken, Türkiye’nin ise henüz birkaç ay önce Doğu Akdeniz’de sıcak çatışmanın eşiğine geldiği Yunanistan’la diplomatik bir müzakere süreci başlattığı, yine Doğu Akdeniz ve Libya’da karşı karşıya kaldığı ve sürekli devlet başkanları nezdinde ağız dalaşına girdiği Fransa ile ilişkileri yumuşattığı, Dağlık Karabağ savaşıyla beraber İsrail ile yakınlaşmaya yeşil ışık yaktığı, 2013’teki darbeden beri diplomatik ilişkileri en alt düzeyde sürdürdüğü Mısır ile yeni bir diplomasi süreci başlattığı günleri yaşıyoruz. Bu keskin manevranın birtakım tavizleri içinde barındırdığı aşikâr. Belli noktalarda taviz vermeden istenilenin alınamayacağı da ortadayken, Türkiye her istediğini alıyormuş da, mevzu bahis devletler Türkiye’ye yanaşıyormuş gibi bir hava estirilmesi de dikkatlerden kaçmıyor. Zira vaziyet bu olsa idi, mesela iki gün evvel Türk-Yunan dışişleri bakanları görüşmesinde, zannediyoruz ki Yunan dışişleri bakanı herkesin şahit olduğu o küstahlıkları yapamazdı.

Elbette devletler menfaatleri çerçevesinde bir takım keskin manevralar yapabilir, bir sahada kavga ettiğiyle diğer alanda işbirliğine de gidebilir. Uluslararası politikanın tabiatı böyledir. Fakat bir takım önemli noktalar tesbit edilmez, kırmızı çizgiler çizilmez ve gerçekler sümenaltı edilmek istenirse, yarın karşılaşılacak problemlerin çözümü de bir o kadar zahmetli olur. Bu sebeple verilen tavizlerin ne olduğunun, karşılığında alınanların yeterli olup olmadığının da muhakeme edilmesi zaruridir.

Türkiye-Mısır görüşmeleri başladı

Bir-kaç aydır Türkiye ile Mısır arasında istihbarî düzeyde görüşmelerin yapıldığı biliniyordu. Mart ayının başında Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu bir açıklama yaparak ilişkilerin seyrine göre Doğu Akdeniz’de Türkiye ile Mısır arasında deniz yetki alanları sınırlandırma anlaşması imzalanabileceğini, daha sonra yaptığı bir açıklamada ise diplomatik temasların başladığını ifade etmişti. Bu hafta ise Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, Mısır Dışişleri Bakanı Sami Şükrü ile telefonda görüştü. Mayıs ayının başında ise Mısır’dan bir heyetin Türkiye’yi ziyaret edeceği açıklandı.

Türkiye’deki bu haberlere paralel olarak Mısır basınında Türkiye’nin taviz vermeye hazır olduğu yazıldı. Bazı Türk basın kuruluşlarında da Mısır’ın Türkiye’ye birtakım şartlar sunduğu Türkiye’nin de kabul etmeye yakın olduğu iddia edildi. Nitekim en ehemmiyetli haberlerden biri Mısır Dışişleri Bakanı Şukri’nin “Türkiye’deki Müslüman Kardeşler’e ait kanalların kapatılmasını istedik ve olumlu karşılandı.” şeklindeki beyanıydı.

Bugüne kadar darbeci olması ve Müslüman halkına zulmü sebebiyle Türkiye’nin karşısında yer aldığı Mısır ile görüşmelere başlamasını, hatta savunduğu Müslüman Kardeşlerle alakalı mevzularda taviz verdiği söylentilerini Arap dünyasını yakından takip eden Gazeteci-Yazar Mustafa Özcan’a sorduk. Özcan, bu hususta şu ifadeleri kullandı:

Geçmişi hatırlayalım, “İsrail’e koşun” diye bir şey vardı, Arap ülkeleri İsrail’e koşuyordu. Bugün de maalesef Tunus gibi ülkeler, Tunus’un Cumhurbaşkanı Kays Said esasında bir devrim ülkesini temsil etmesine rağmen karşı devrim merkezi olan Mısır’ı ziyaret etti. Son zamanlarda Mısır hiçbir şey yapmadan artıya geçti. Türkiye meselesinde de öyle.

“Türkiye kendi ayağına sıkar!”

Yukarıda ifade ettiğimiz gibi ortada bir takım tavizler verildiği iddiaları varken Mısır, Yunanistan gibi ülkelere karşı yürütülen bu yeni politikanın Türkiye’nin başarılarından kaynaklandığı iddiasını eleştiren Özcan, “Bu tenakuzları başarı olarak sunmak yanlış. Sonuç itibariyle Türkiye, darbeci vasfına karşı olmasından dolayı haklı bir duruşu temsil ediyordu; ama bugün gelinen noktada ister jeopolitik zorunluluklar diyelim, ister başka bir şey, Türkiye şu anda bu ilişkilerde talep eden konumda, talep edilen değil. Her zaman zeytinyağı gibi üste çıkmanın bir alemi yok. Bu ilişkilerde talep eden bir rolde olmamıza rağmen bunu başka türlü söylemek yanlış olur. Doğrusunu söylemek lâzım ki, yanlışlardan ders çıkartalım ve doğru bir politika izleyelim. Sonuç itibariyle denilenler büyük çapta doğru. Mısır daha fazlasını istiyor, Türkiye bunu veriyor mu? Hayır. Şöyle söyleyelim, Mısır’ın elinde zannediyorum listeler var ve Türkiye’den bazı isimleri istiyor, bunların birtakım kundaklama faaliyetlerine vs. katıldığını söylüyor. Tabiî ki, Türkiye’nin elinde buna dair bir belge yok. Mısır, Müslüman Kardeşler’in bir şekilde yok edilmesini, daraltılmasını istiyor. En başta muhalif basın organlarının, özellikle kanallarının susturulmasını istiyor. Bu çerçevede iki şey oldu. Birincisi M. Nasır diye siyasî yorumlar yapan adam süresiz bir şekilde programını askıya aldı. Keza Eş-Şark kanalında Mutez Matar isminde bir gazeteci vardı. Arap dünyasında Mısır’a yönelik olarak etkin bir isimdi. Bu iki etkin isim Mutez Matar ve M. Nasır muhalif Mısır kanalları içinde Mısır’ı sarsan yorumculardı. Bunlar süresiz bir şekilde izne çıkartıldı. Bunlar anlayışla karşılanabilir ama bundan ötesi ne olacak? Mısır, Türkiye ile ilişkilerin gelişmesi babında bazı ön şartlar ileri sürüyor. Türkiye bu ön şartları yerine getirdiği zaman kendi ayaklarına sıkmış olur.” dedi.

Mustafa Özcan

“Türkiye duruşundan vazgeçmemeli”

Türkiye’nin Mısır’ın talepleri karşılığında neler isteyeceğini de sorduğumuz Özcan, “Bu politikaları çok sağlıklı görmüyorum. Türkiye'nin bunun karşısında ne alması lâzım? Oradaki insan haklarının düzeltilmesi, hapishanedeki adamların çıkartılmasını istemesi lâzım. O zaman dengeli bir durum olur.” derken bu sözlerin alınmasının dahi değişikliğe sebep olmayabileceğini “Sen tek taraflı Müslüman Kardeşleri vereceksin, adamın orada ne yapacağı belli değil. Adamları hapishanede yargısız infaz yaparak öldürüyorlar. M. Mursi bunun en büyük örneklerinden bir tanesi. Burada jeopolitik zorunluluklar olabilir; ama temel duruştan da vazgeçmemek lâzım.” ifadeleriyle dile getirdi.

“Dış politikanın tutarlı yürümesi gerekiyor”

Türkiye’nin dış politikadaki sert manevrasını da değerlendiren Özcan şunları söyledi:

Burada inisiyatif ve duruş meselesi çok önemli. Bu noktalarda bir kırılma, geriye savrulmanın olduğu kesin, bunun inkâr edilebilir bir tarafı yok. Bunun karşılığında, “jeopolitik birtakım ilerlemeler sağlanabilir” deniliyor ama ben buna katılmıyorum. Bakın Yunanistan ile ilişkilerimizi tamir etmek istiyoruz, ne oluyor? Geri tepiyor. AB ile ilişkileri tamir etmek istiyoruz, ne oluyor? Bir protokol sorunu oluyor ve tekrar başa dönüyoruz. Bu işler hemen temenni ettiğin gibi düzelecek durumda değil. Doğrusunu yapmak lâzım, geçmişte yanlışlarımız oldu. Özellikle AB noktasında yanlış politikalarımız oldu. Onların yanlışı olmadı mı, oldu. Ama bizim de yanlışımız oldu. Bizim sorumluluğumuz kendi hanemizde yanlış yapmamak, Avrupalıların yanlış yapması onların kendi sorumluluğu, bizim mukabele etmemiz de bizim vazifemiz. Dış politika uzun nefesli ve tutarlı bir şekilde yürütülmesi gerekiyor. Günlük politikalardan, şahsi heveslerden kaçınılması lâzım. Bu dostumdur, şu düşmanımdır, şöyledir böyledir vs. bunlardan mümkün mertebe kaçınmak lâzım. Ama Türkiye’deki politikalar maalesef böyle yürüyor.

Karşılıksız taviz Türkiye’yi boğar!

Türkiye, dört bir taraftan envai çeşit düşman tarafından kuşatılmış vaziyette. Bu kuşatmayı yarmanın yolu taarruzdan geçerken son bir gayret tansiyonu yükselten taraf olarak görünmemek adına diplomasi masasına oturulması kanaatimizce beyhude bir çaba olsa da bir strateji olarak nitelendirilebilir. Bir faydası olmayacağını düşünsek de, Yunanistan meselesinde olduğu gibi en azından uyumsuzluğun bizde olmadığı uluslararası kamuoyuna gösterilebilir. Bir faydası olmayacağını söylüyoruz, çünkü düşman seni bir şekilde boğmayı kafasına koymuş durumda. Çemberi her geçen gün daraltıyor. Bu şartlar altında karşılığı alınmadan diplomasi masasında verilen tavizin, elini verip kolunu kaptırmakla eşdeğer olacağı asla unutulmamalıdır.

Görüş: Faruk Hanedar