(...) Ekonomik sıkıntıların ötekileştirici psikolojiyi kabarttığı, cemiyetlerin nesep-etnisiteden de daha dar zümrelere bölünmeye başladığı bir dönemdeyiz. Yıllardır süregelen sosyal adaletsizliğin ayyuka çıktığı bu dönemde, maddî gücü elinde bulunduranlar “Fakirlerin yükünü niçin taşıyoruz?” gibi bir soru etrafında, insan yerine koymadığı alt gelir grubundan kurtulmanın hesaplarını yapıyor. Madalyonun diğer yüzünde ise, hayat şartları daha da zorlaşan alt gelir grubunun “Biz her geçen gün fakirleşirken birileri her geçen gün daha da zenginleşiyor, bu hayata mecbur muyuz?” sorusu aradaki zıtlıkları kuvvetlendiriyor. Cemiyetler etnik bölünmenin keskinliği kadar, sosyal bakımdan da keskin bir bölünmeyle karşı karşıya…

Böyle bir dönemde senelerdir konuşulan göçmen sorunu da artmaya devam ediyor. Rusya-Ukrayna savaşı bu bakımdan Batı dünyasına farklı bir tehdit daha oluşturuyor. Her ne kadar göçmen sayısının fazlalığı büyük bir problem olsa da, içtimaî bakımdan Batı’dan bariz farklılıklar arz eden Türkiye gibi bir ülkede bile sorun hâline gelen göçmenlerin, önümüzdeki dönemde Avrupa’da neleri tetikleyeceği açık. Bir de buna hâlihazırda Avrupa ülkelerinde kuşaklardır yaşayan yabancı unsurları eklediğimizde, özellikle Suriye gibi çeşitli İslâm ülkelerinde savaştıktan sonra Avrupa’ya giden, savaş tecrübesi olan Müslümanları da göz önünde bulundurduğumuzda, başta Fransa olmak üzere Avrupa’nın önümüzdeki dönemde savaş alanı hâline gelmemesi için hiçbir sebep yok. Hatta neredeyse tüm Avrupa devletlerindeki ayrılıkçı hareketlerin mevcudiyeti ortadayken, kıtada şehir devletlerinin ortaya çıkmaması için de bir sebep yok. Belki de Batı devletleri böyle bir senaryonun gerçek olma ihtimaline karşı hazırlanıyordur.

Savaş stratejilerinin değişimi

21. Yüzyılın bir önceki yüzyıla nazaran en önemli farklarından biri de savaş taktiklerinde yaşanan büyük değişim. Savaş stratejileri çok önemli bir dönüşüm yaşadı; Müslümanlar, silah ve teknoloji bakımından zayıflığı dolayısıyla yeni bir savaş taktiği geliştirerek Batı’nın hâkim devletlerine kök söktürmeye başlaması, Batı halklarının savaşları sorgulamasını beraberinde getirdi. İlk olarak, girdiği yerden paçayı kurtarıp çıkamayan ABD, savaşı özel şirketler aracılığıyla (Blackwaters gibi) yürütmeye başladı (buna aynı zamanda devletin askerî güç kullanma tekelini de sermayeye kaybetmesi nazarıyla bakılabilir). Özellikle meskûn mahalde muharebe için özel şirketler kullanıldı. ABD’yi diğer devletler takip etti. Bunun yanı sıra devletlerin yerine yerel unsurların çarpıştığı vekâlet savaşları da ortaya çıktı. İslâm coğrafyası başta olmak üzere tüm dünyada savaşlar yaşanırken devletlerin doğrudan karşı karşıya geldiği savaş sayısı ise yok denilecek kadar az.

Burada Taliban’a ayrı bir parantez açmak gerekiyor. Kuşkusuz Taliban’ın, devletsiz gücün en önemli örneği olarak dünyanın teknolojik bakımdan en ezici üstünlüğüne sahip olan Amerikan ordusunu, son derece kıt imkanlarla stratejik bir deha ve daha da önemlisi şeksiz imandan gelen çelikten iradesiyle mağlup etmesi bu yüzyılın en önemli hadiselerinden biriydi. Ve ABD tüm çabalarına rağmen bu mağlubiyeti tatmak zorunda kaldı. Taliban’ın bu başarısı, büyük ehemmiyetine mukabil teknolojik üstünlüğün her şey olmadığını göstermesi bakımından dünya savaş tarihine geçti. Savaşma azim ve iradesinin teknolojik üstünlüğün önüne geçtiği, devletlerin yükünü kaldıramayacağı uzun süreli, lokal çarpışmalar devrinin kapısını araladı.

Öte yandan Ukrayna Cumhurbaşkanı Zelenskiy’nin gönüllü savaşçıları Rusya’ya karşı savaşmak için davet etmesi, ABD ve Avrupa devletlerinin (özellikle Almanya) savaşa katılmak konusunda insanını hareketlendirmesi, belki de Avrupa devletlerinin meydana gelmesi muhtemel iç çatışmalar için kendi insanını diğer etnik ve dinî unsurlara karşı hazırlaması maksadına hizmet ediyordur. Fakat gönüllü olarak savaşlara katılıp savaş makinesine dönüşenlerin ülkelerine döndüklerinde sorun çıkarmayacak bir psikolojiye sahip olacağının garantisi var mı? ABD’nin Latin Amerikalıları, Avrupa’nın Afrikalıları bu alanda kullandığı ve dolayısıyla bu kişilerin mevzubahis devlet ve milletlerle ünsiyet kesb etmemiş olması düşünülürse bu mesele bir hayli tartışılır…

Türkiye’nin tek çaresi

 “Batı düşüncesinin ulaştığı her yer Batı” olduğundan, ne yazık ki bizim insanımız da Batı anlayışından nasibini aldı. Müslümanların vaziyeti pek iç açıcı görünmese de modernizme karşı yalnız İslâm’ın -Allah’ın vadettiği üzere- ayakta kalması, müntesiblerinin rüzgâra kapılmış görüntüsüne mukabil tam anlamıyla Batılı olamamasını da sağlıyor. Her ne kadar zaman zaman problemler çıkıyor olsa da, halkımızın başta Suriyeliler olmak üzere Müslüman göçmenlere bakışı müsbet ve Batılılara karşı çok farklı. Bu dahi iddiamızı isbata kâfi…

Zaman zaman göçmen meselesi etrafında sorunlar yaşanması ise devletin kimliği ve ulus-devlet yapısıyla alakalı… Esasında Kürt meselesi etrafındaki sorunların kaynağı da aynı… Nüfusun büyük çoğunluğunu Türklerin oluşturduğu memleketimiz, artık ikinci en büyük etnik grup olan Kürtlere ek olarak milyonlarca Suriyeli Arap’a ve binlerce Afgan vs. insana da ev sahipliği yapıyor.

Malûm olduğu üzere saydığımız tüm unsurların müşterek paydası İslâm… Türkiye nüfusu her geçen gün daha kozmopolit bir hüviyet kazanırken devletin de kimliğini buna nazaran güncellemesi-değiştirmesi acil bir gereklilik olarak karşımızda duruyor. Aksi takdirde Kürt meselesi başta, nesep merkezli çatışmaların, Türkiye’nin şu an elinde olanı da kaybetmesine sebep olmaması muhal.

Türkiye’nin ulus-devlet kimliğini terk ederek içerideki tüm unsurları İslâm müşterek paydasında birleştirmesi, içeride kurtuluş için tek çare iken dışarıda da Türkiye’ye çok geniş bir hareket kabiliyeti sağlayacaktır. Biraz evvel Batı’da ortaya çıkması muhtemel bir manzara resmettik; böyle bir manzara içerisinde “İslâm” kimliğine sahip bir Türkiye’nin Avrupa’da ne kadar nüfusu harekete geçirebilme kabiliyetine sahip olabileceğini düşünün. Bir de üzerine İslâm ülkeleri için Türkiye’nin bir cazibe merkezi hâline geleceğini ve savaş stratejilerinin değiştiği günümüzde, ÖSO gibi, Taliban gibi güçlerin Türkiye ile işbirliği içinde olması ihtimalini de ekleyin…

Neresinden tutarsak tutalım çıkan sonuç aynı olur:

Devletin kimlik değiştirmesi beka meselesidir!

Görüş: Faruk Hanedar

Makalenin tamamı için TIKLA