Son yıllarda Türkiye’nin dış politikada öne çıkan üç rakibi var: Amerika, AB ve Rusya. Daha düne kadar ancak Yunanistan ve Ermenistan ile rekabet eden, kendisine ancak bunları düşman olarak seçebilen bir memleket için, dünya çapındaki güçler diyebileceğimiz Amerika, AB ve Rusya ile rekabet içine girebilir hâle gelmiş olmak tabiî ki son derece mühim bir gelişme.

Amerika, AB ve Rusya’yla girişilen rekabet yalnız Türkiye’nin ilerlemesiyle değil, aynı zamanda bu güçlerin gerilemesi yahut kabul edilmesi pek çokları için zor da olsa esasında sanıldıkları kadar büyük ve mutlak bir güç olmadıklarının anlaşılması ile beraber değerlendirilmelidir.

Her ne kadar Türkiye dünkü Türkiye değil ve Amerika, AB ve Rusya da eski konumlarından çok uzakta olsalar da, böylesine büyük güçlerle itiş kakış içine girmenin maliyetinin büyük olduğu da açık.

Katar’da Amerika, Yahudi Devleti ve onların güdümünde hareket eden Suudî Arabistan ve BAE; Suriye’nin kuzeydoğusunda Amerika’nın desteklediği, kuzeybatısında Rusya’nın desteklediği YPG-PKK, yine Suriye’nin kuzeyinde Esad ve İran’ın desteklediği Şii milisler; Libya başta olmak üzere Afrika’da Rusya, AB ve Amerika; Doğu Akdeniz’de AB, Yahudi Devleti ve Amerika ile onların güdümünde hareket eden Mısır; ve Kıbrıs’ta AB ile zaman zaman yüksek, genelde ise düşük yoğunlukla seyreden soğuk ve sıcak bir çatışma içinde bulunuyoruz. Bunun da ekonomik olanlar başta olmak üzere pek çok maliyetiyle yüzleşiyoruz.

Peki, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının memleketin içinde bulunduğu bu vaziyetten ne kadar haberi var?

Biz hiç üşenmedik, çıktık sokağa ve vatandaşa bunu sorduk. Kimse, Türkiye’nin böylesi bir vaziyet içinde olduğunu bilmiyor; fakat büyük PR dehası, İletişim Başkanı Fahrettin Altun sağolsun, Türkiye’nin içinde bulunduğu bu vaziyetten haberi olmayan herkesin Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın torununun sahibi olduğu, ismi pıt pıt mı, çıt çıt mı ne olan kediden haberi var.

Şimdi bir daha yukarıda genel hatlarını çizmeye çalıştığımız konjonktüre bakın, sonra da Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı eliyle vatandaşa dayatılan gerçeklik seviyesine. Biz burada iktidar kadrosu içinden belli başlı isimleri yahut kadroları gömmek istiyoruz gibi zanna kapılmayınız, üzerinde biraz durunca sizin de fark edeceğiniz gibi ortada bütün çıplaklığıyla duran bir vakıayı tesbit ediyoruz.

Samimiyet

Cumhurbaşkanı Receb Tayyib Erdoğan’ın vatandaş nezdinde meşruiyet bulmasının ve bugüne kadar girmiş olduğu bütün seçimleri kazanmasının tek bir sırrı vardı, o da samimiyetti. Erdoğan, bugüne kadar karşılaştığı bütün baskı ve sıkıntıları millet ile kurmuş olduğu samimi münasebet sayesinde aşmasını bildi. Millet kendisinin kapısına gelmiş olan Erdoğan’a bir kere olsun sırtını çevirmedi, karşısındaki güç odağı kim olursa olsun desteğini esirgemedi ve bugünlere gelindi. Fakat bilhassa Cumhurbaşkanlığı sistemine geçilmesiyle beraber işler tepetaklak oldu. Sanki o güne kadar millet ile kurmuş olduğu samimi münasebete muazzam derecede özen gösteren ve bu destek ile yükselen siyasetçi Erdoğan gitti, iletişim danışmanlarının vatandaşın zekâsıyla alay edercesine kurguladığı, samimiyetten uzak, sunî ve gerçeklikten kopuk bir performans sanatçısı geldi.

Yazının başında değindiğimiz konjonktüre burada bir kez daha atıfta bulunmakta fayda var, bizim milletimiz Türkiye’nin içinde bulunduğu bu vaziyeti tam mânâsıyla idrak edebilse, yâni Erdoğan bu konjonktür dolayısıyla yaşanan iç ve dış sıkıntıları tıpkı eskiden olduğu gibi samimiyetle vatandaşla paylaşıyor olsaydı, bugün çekilen pek çok sıkıntı vatandaş tarafından sefalet değil de bir oluş ıstırabı şeklinde idrak edilebilirdi; fakat gelinen noktada vatandaşın hükümete bakarken haklı olarak tek gördüğü, kendisi salkımı yerken vatandaşa talkını bile vermeyen, bunu yaparken bir de kendisiyle alay etmeye kalkan bir iktidar idrakinden öte değil.

Bu Bir Taktikse…

Bu berbat ve samimiyetsiz iletişim şekli kimileri tarafından bir taktik olarak da değerlendirilebiliyor ve hakikaten böyle de olabilir; fakat eğer ki bu iletişim şekli bir taktikse o kadar beceriksizce yapılıyor ki, yarın öbür gün kritik bir vaziyet hasıl olduğunda korkarım ki kimse kendisini ifade edebilmek için vatandaşla arasında bir köprü bulamayacak.

ABD, Rusya, AB…

Amerika çok kötü.

Hele bu Rusya, o başındaki Putin var ya, onlar da çok fenalar ha.

AB’nin kancık, ikircikli siyaseti bunlardan da beter.

Zaten bütün bunların arkasında İngilizlerle Yahudiler var.

Hepsi de Türkiye’ye düşmanlar.

Türkiye’nin dış politikasını yalnız şu dört cümlenin ihtiva ettiği mânâya mahkûm edip değerlendiren ve bizim kendimizin atması gereken adımlardan ziyade falanca bizi çimdikledi, filanca saçımızı çekti şeklinde sabahtan akşama utanmadan sıkılmadan zırvalayanlara, bunların ne kadar da kötü ve fena oldukları noktasında ilâve edeceğimiz hiçbir şey yok!

Cevabsız Sorular

Peki. Bunlar niçin Türkiye’ye düşmanlık ediyorlar? Anlaşıldığı yahut anlatılmaya çalışıldığı kadarıyla, Türkiye’de idareciler böyle bir düşmanlık olmasını istemiyor olmalarına rağmen bizi bunlara düşman kılan faktör ne? Türkiye tavizkâr bir tutum sergilediği dönemlerde bile bunlardan niçin dostane bir tutum göremiyor? Hepsinden de önemlisi, tüm bunlar Türkiye’den ne istiyorlar?

Şimdi soruları duyarlarsa, bazı kimselerin iç sesleri hemen konuşmaya başlayacaktır; “Türkiye siyasî ve iktisadî bağımsızlık yolunda ilerlediği…” Yahu bunları hadi millete yutturmaya çalışıyorsunuz da, kendi kendinize yapmayın bari.

Tüm Bu Soruların Tek Bir Cevabı Var

Burada sorduğumuz soruların tamamımın tek bir cevabı var, o da İSLÂM!

Tüm bunların Türkiye’ye olan düşmanlıklarının esas saiki Türkiye’de vehmettikleri ve kendi düzenlerine tehdit olarak algıladıkları İslâm!

Sırf İslâm gündeme gelmesin, İslâm konuşulmasın, İslâm’ın devlet nizâmına hitab eden bir tarafı olduğu bilinmesin, İslâm’ın bir dünya düzeni vazettiği işitilmesin diye dış görünümü normal, ruhu palyaçolaşmış tipler çıkıp, sabahtan akşama kadar ekranlarda zırvalayıp duruyorlar. İslâm’ı perdelemek için sergilenen bu performansın yarısı samimiyetle İslâm’ı hâkim kılmak için sergilenseydi, şimdiye kadar çoktan muvaffak olunurdu.

Adını Koymaktan Başka Çare Yok

Türkiye’nin artık bu işin adını koyması ve kendisini de bu isimle müsemma kılmaktan başka bir çaresi kalmadığı, bunun, bütün uydurma istatistikî beyanlar, sunî gündemler ve propaganda-yalan makinesinin palavralarının yanında artık bir varlık, yokluk meselesi olduğu hakikaten de idrak edilemiyor mu? Bunun için de Erdoğan ile millet arasındaki samimi münasebetin yeniden tesis edilmesi ve ardından Türkiye’de bir rejim değişikliğine gidilerek, düşman bizim ne olmamızdan korkuyorsa başına korktuğunun getirilmesi gerektiği son derece açık değil mi?

***

Şimdi, bu yazıda geçen bütün bahisleri unutabilirsiniz; fakat Pıt Pıt Şeker’i unutmayın emi, o çok önemli!

Görüş: Ömer Emre Akcebe

Baran Dergisi 768. Sayı