Peşinen ifade edelim: Yok…

Ancak, bir “kalkışma”da bulunma ihtimalleri her daim bâki. Farz edelim, böyle bir girişimi sabah başlatsalar, akşama ölülerini toplayacak taraftar bulamazlar.

FETÖ bile bu işi beceremedi de, tek başına bunlar mı becerecek?

Ceberrut Suudi Arabistan Krallığı hariç (ki, orada dahi bir “veliahd prensler savaşı” mevzubahistir) Vahhabi-Selefi mukallitler, iç karışıklık veya savaş olmayan hiçbir ülkede, ufak-tefek grupçuklar olmak hâricinde cemiyetin ekseriyetine nüfuz ve sirayet edebilecek toplu bir cemaat-örgüt veya post-modern deyişlerle tâbir edilen topluluklar dahi değildirler; kendi içlerinde tam ve mükemmel bir birlik olmaları bir tarafa, kendi içlerinde dahi sürekli muhalif gruplara gebedirler, ta ki eli silahlı en ceberrut bir lider belki bunları bir müddet hizaya getirebilir, getirir, belli dönemlerde getirmiştir de.

Farz-ı muhâl; İbni Teymiyye ve Bin Abdulvehhab’a tâbi olduklarını ısrarla vurgulayan ve kendilerini “selefi” olarak tarif edenlerin tamamı bir arada tutularak serbest faaliyet imkânı verilse ve bir de ellerinde silahları olsa, bu tekfirciler gürûhu önce kendilerine biraz yakın gördükleri veya menfaatlerinin daha çok ortak olduğu birkaç fırkayla birleşip başka; biraz beğenmedikleri bir fırkayı ya tekfir eder yahut öldürür. Daha sonra, ortak düşmana (!) karşı birlik içinde hareket eden fırkalar arasına nifak girer ve böylece, bir önceki icraatlarında görüldüğü üzere birbirlerini tekfir ederek, fırkalara ayrılırlar; CIA, dolayısıyle ABD tarafından Irak Ebu Gureyb hapishanelerinde kurulan terör örgütü ve sonra sözde Irak-Şam İslâm Devleti yaftasını boyunlarına takan hain işbirlikçiler ve Mısır’da, “oy vermek kâfirliktir” benzeri nutuklar atarak Mursi’yi tekfir eden, bu haltlarına rağmen emperyalistlerin bir kuklası olan Darbeci Sisi’yi destekleyen Nur Partisi militanları (!) misâlinde görüldüğü gibi...

Bunlar yeryüzünde iki kişi kalsa, (iki selefi yolda gidiyormuş, biri diğerine; ‘dünyada iki Müslüman kaldı’ demiş. Diğeri ise; ‘öbürü kim’ demiş, esprisi çerçevesinde) biri diğerini ya tekfir eder yahut öldürür. Kısaca, bunları düşmansız bir ortamda bıraksan birbirlerine düşman olurlar; bir zamanlar Türkiye’de Hizbullah adlı İrancı oluşumun İlim ve Menzil grubu olarak ikiye ayrılması, önce birbirlerini tekfir etmeleri ve daha sonra da, “domuz bağıyla boğma”, “asit kuyusuna atma” ve “üzerine beton dökme” gibi vahşi metodlar dahil olmak üzere binleri bulan cinayet vak’aları misâli, bu selefilik iddiasında bulunanların yahut bir kısım mihraklar tarafından “telefiler” olarak tavsif edilenlerin Irak ve Suriye’deki tekfirci zihniyetleri ve vahşi icraatları yanında sönük kalır.

Hasılı; bunları bölük pörçük de olsa gruplar halinde tutan dış düşmandır. Yani hem bunların bir kısmını, hem de hususiyetle ağababaları Suud’u acımasızca kullanan İslâm dışı veya bâtıl mihraklardır.

İsim zikretmeyeyim şimdilik, Türkiye’deki selefi şahıs ve fırkaların neredeyse tamamı tarafından “baş münâfık, fırfır, sinyalci” gibi çirkin lafızlarla anılan bir şahıs önce Ebu Hanzala ve IŞİD sempatizanı oluyor. Bir müddet sonra Ebu Hanzala ve IŞİD’i tekfir ediyor; yanındakilerle beraber. Sonra, yanındakilerin bir kısmı ayrılıyor. Fırfır’ın yanındayken fırfırla birlikte güya-davet yapan birisi, kendi adına davet (!) yapmaya başlıyor. Bu davetçiyi kınayan başka bir davetçi (!) de sonunda bu “fırfır” dedikleri şahıstan ayrılıyor ve yanındayken yere-göğe sığdıramadığı fırfırı, şiddetle tekfir ve tahkir ediyor.

Uzun ve karışık hikâye…

Kısaca; bu mukallitlerin ekserisinin Türkiye’de bir “iç savaş” çıkartma potansiyelleri yoktur, ancak bir iç savaşta kullanılma potansiyelleri her daim mevcut olarak bulundurulmaktadır.

Ha! Böyle muhtemel bir durumda ne olur?

Vahhabi-Teymiyyeci; tekfirci grupçukların, Büyük Britanya Krallığı, Kara Asiller, Yahudi ve Hıristiyan Mesihçiler ve İlluminaticiler; Müesses nizamın baş aktörleri, karanlıkların prensleri, para oligarkları ve filân ve falanlar tarafından Türkiye’de çıkartılmak istenen olası bir “iç savaş”ta bu, hani “dış mihrak” diye de tarif edilenlerin tamamı tarafından kullanılmaları pekâlâ mümkündür, hatta zorunludur.

Bir de Ankara’da Gar Patlaması, Gaziantep’te düğün alayının içine bombalı bebek arabası göndermek gibi, gayr-i insanî, şen’i ve âdi terör eylemlerinde kullanılırlar…

Anadolu’da bir “iç savaş” çıkartıp devleti yıkmak neredeyse mümkün değildir. Anadolu, Suriye veya Irak gibi yerlere benzemez. Tarihte onlarca bölgesel devlet, dört cihan imparatorluğu kurmuş bir ahvadın evlatları, ekseriyeti dış mihraklar tarafından güdülen bu sürüye asla geçit vermez. Daha ötesi, tarihin hiçbir devrinde Müslüman Türk toplumu içerisinde terör örgütlerinin tertip ettiği bir iç savaşta netice itibariyle tertipçiler gayelerine eremediği gibi, bu tür kalkışmalarda bulunanların kelleleri, fikrin emrindeki kılıçların ucundan damlamış veya darağaçlarını boylamışlardır.

Diğer taraftan, insanlık tarihinde hiçbir terör örgütünün kendiliğinden tam bağımsız bir devlet kurduğu görülmemiş ve belki de görülmeyecektir. Ancak, devletlerin içerisine, FETÖ misali sızmaları ve yine ancak süper güçlerin hegemonyasında uydu devletçikler kurmaları vâkidir. Bugün de böyle bir devletçik kurmaları pekâlâ mümkündür; üç-beş günlük IŞİD misalinde görüldüğü gibi…

Terör örgütlerinin tam bağımsız devlet kurmaları muhâldir

Konumuz, kendilerine “selefi” denilenler. Ki bugün, kendilerine “selefi” diyen veya selefiler diye adlandırılan şahıs veya grupçuklar, lügat itibariyle “selefi” değil, Selefi Salih’inin izinden gittiğini iddia edenlerdir, ancak iddialarından dolayı ve kısmen de olsa mânâ olarak kendilerine, “selefi” denilmesinin bir mahsuru yoktur. Şu da mühimdir ki, bir kısım mihraklar, hatta selefi olduğunu iddia eden bir kısım şahıs tarafından bunların “harici” veya “çağdaş harici” diye tavsif edilmeleri doğru olmasa gerekir. Zira Hariciler Sünnet-i Seniyye, İcma ve Kıyas’a pek önem vermez; dinde delil olarak kabul etmezler.

Hariciler; “Hakem olarak Kur’an yeter” şeklinde bir itikada sahiptirler.

Hazreti Ali (r.a.) tarafından meâlen; “Söyledikleri bu söz Hak, kasıt ve niyetleri bâtıl olan” bir topluluk olarak tavsif edilir Hariciler, tafsili ayrı bahis.

Bilindiği gibi bugün Vahhabi-Selefi akımın bir numaralı icracısı ve destekçisi Suudi Arabistan Krallığı’dır. Bu krallık da Birinci Cihan Harbi sonrası, önce Şerif Hüseyin’e; “Osmanlı gasıptır, Araplardan hilafeti gasbetti” şeklinde tahkir ve kendilerine iade vaadiyle Hicaz bölgesinde bir devlet kurduran, daha sonra da Suud aşiretine yem eden İngilizler tarafından kurdurulmuştur, öncü ajan Lawrence bu işte başroldedir. Suudi Krallığı dahi bu hakikati inkâr etmeye cesaret etmek şöyle dursun, her yıl şükranla yad eder.

Bunun şahitlerinden birisi de Muhammed Kürt Ali adlı Osmanlı gazetecidir. Bu şahsın ifadesine göre; “Bir dostu İngiliz oryantalist Margoliouth’tan selam getirerek Vahhabilik hakkında görüşünü” sorar. Gazeteci Kürt Ali de; “Vahhabiler hurafelerden bir parça kurtuldular. Bunlar sizdeki Protestanlara çok benzerler.” şeklinde cevap verir. Margoliouth ise; “… Ben siyasi bir çıkış yapabilecek güçte olup olmadıkları konusunda görüşünü almak istiyorum” der. Gazeteci Kürt Ali ise “İngilizler de isterse olur.” der. […] “Kendisiyle Şam diyarının bölünmesi, Fransa ve İngiliz manda toprakları hakkında da konuştuk. Birkaç ay sonra İbn Suud Hicaz’a yürüdü [1924] ve Kral Hüseyin Kıbrıs’a kaçtı.” şeklinde bu hadiseyi nakleder, yani isyancı Vehhabi-Suud Krallığına, İngiliz desteğini…

Bilindiği gibi akabinde Suudi Arabistan Krallığı kurduruldu. Ve binlerce yaltakçı bu devletçiğin peşine takıldı. Bu yaltakçıların önde gideni de önce II. Abdulhamid Han Hazretlerine ve ardından İttihatçılara, daha sonra 1916 yılında Arab-Haşimi isyanına liderlik eden Şerif Hüseyin’e, ardından Mustafa Kemal’e yaltaklık eden, Reşid Rıza’dır; “Pan-İslâmizm”in babası Efgani’nin tilmizi M. Abduh’un taklitçisi.

Bu mânada çok belge ve delil vardır, tafsilatı ayrı bahis.

Suudi Arabistan Krallığı iki temel güce dayanarak kurulmuştur; Birincisi, mezhep Vahhabilik. İkincisi, kabile gücü Suud Aşireti. Yani bu mânada bu devlet dahi bir “dış mihrak”ın yardım ve kışkırtmasıyle kurulmuştur; uydu devlet görevini ifâ etmesi şartıyle…

Göreve, son sürat devam…

Tarihte, devletlerin içine sızan, devletleri, devlet adamları ve âlimlere yapılan suikastlarla yıpratan lâkin kesinlikle tam bağımsız bir devlet kurma şerefine eremeyen birkaç terör örgütünden bahsedelim ki, “Türkiye’de selefiler tarafından bir iç savaş çıkartılacak” gibi iddiaların o kadar da mühim olmadığına dair misâl olsun; çıkartırlarsa çıkartsınlar; toprağın altında yer mi yok?..

Seyduna Hasan Sabbah’ın Haşhaşi Terör Örgütü. Kısaca; Mısır Fâtımî Devleti’nin de desteğini alarak önce Alamut Kalesi’ni ele geçiren, daha sonra da Bâtınî, İsmaili, Karmati, Nizari gibi Şii fırkalardan devşirdiği dâi ve fedâîlerle Büyük Selçuklu Devlet adamları ve âlimlerine suikastler düzenleyerek devleti bir hayli yıpratan Seyduna dahi tam bağımsız bir devlet kuramamıştır ki, Seyduna, en azından din ve itikad yönünden hani- “bir dış mihrak” tarafından değil, yerli-öz bir devletin yardımlarına mazhar olmuş ve bağlıları tarafından desteklenmiş, onların üzerinde yükselmiş bir liderdir…

Tapınak Şövalyeleri ve Jagues de Molay: Bilindiği gibi bu örgüt 1099 tarihinde Fâtımîlerin elinde olan Kudüs’ün Haçlılar tarafından işgal edilmesine müteakip kurulmuştur. Kurulduğu tarihten itibaren gerek Avignon Lateran Kilisesi içinde gerek Fransa gibi krallıklarda büyük bir söz hakkına sahip olmuş, bununla birlikte zaman zaman devleti ele geçirme teşebbüsleri olmuş, lâkin hiçbir zaman tam ve bağımsız bir devlet kurma şerefine erememişlerdir. Bunların, devleti ele geçirme bâbında son teşebbüsleri 13 Mart 1314 yılında vuku bulmuştur. Netice itibariyle Tapınak Şövalyeleri lideri Jagues de Molay ve 37 Şövalye Notre-Dame de Paris Kilisesi'nde, Fransa Kralının nezareti ve desteğinde olan Engizisyon Başyargıcı Papa tarafından yargılanır ve yakılma cezasına çarptırılır ve yakılırlar…

Tabii ki bu tür örgütler hem tarihte hem de bugün için bunlarla sınırlı değildir, olmayacaktır ve yeni oluşumlar da olacaktır elbet.

Selçuklu ve Osmanlı tarihi vetirelerinden hareketle genel tavsif içerisinde ifade edecek olursak; Büyük Selçuklu Devleti içerisinde örgütlenen Haşhaşiler, Devleti yıkıp, bağımsız bir devlet kuramamışlar, lâkin devlet adamlarına ve âlimlere düzenledikleri suikastler neticesinde devlet bir hayli yıpranmış, iç kargaşaya ve daha sonra devletin yıkılmasına zemin hazırlanmıştır.

Moğollar ile Anadolu Selçuklu Devleti arasında 1245 yılında cereyan eden Kösedağ Savaşı neticesinde Konya, esareti kabul etmiş, Moğol hâkimiyetini tanımak zorunda kalmıştır. Burada mevzumuza binâen de önemli bir husus olarak kısaca, Baba İlyas ve Baba İshak isyanlarından bahsetmek gerekir ki 1238 yılını müteakip Selçuklu ordusu bu ayaklanmalarda çok sayıda asker kaybetmiş, devlet bir hayli yıpranmıştır. Yani, bir “iç savaş” neticesinde yıpranan bir devlet başka bir devletin egemenliği altında girebilir, dikkat!..

Osmanlı devletinde ise Şeyh Bedreddin, Torlak Kemal, Celali ve Şah Kulu vb. isyanlar, bir başka ifadeyle iç savaş da denilebilecek hadiseler cereyan etmiş, fakat neticede bunların tamamı bastırılmış, devlet selâmete ermiştir. Bu misalden, her isyan veya iç savaş neticesinde bir devletin yıkılması her daim olmaz, neticesi çıkar. Ancak, Vahhabi ayaklanması, Mısır’da başkaldırı, ardından Balkanların ayaklandırılması, Şerif Hüseyin benzeri isyanlar neticesinde Osmanlı Devleti’nin parça parça doğrandığı, neticede öz vatanın işgal edildiği ve daha sonra da tarihe gömüldüğü nazar-ı itibara alındığında, iç savaş veya ayaklanmaların akabinde, dış müdahale veya destekle devletlerin yıkılmasının mevzubahis olabileceği unutulmamalıdır.

Özetlersek: Tarihte hiçbir terör örgütü tam bağımsız bir devlet kurma şerefine nâil olamamıştır, ancak “süper” tâbir edilen devletlerin kontrollerinde istenilen ülkelerde bir iç savaş çıkartılmasına ön-ayak olmuşlar, kullanılmışlar veya devletçikler kurmuşlardır.

Bu manada bir-iki modern misâl verecek olursak: Irgun, Hagana ve Stern adlı Yahudi terör örgütleri İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, Mutlak Fikir Başbuğu Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun ifadesiyle “Domuzlar Diktatöryası” olarak tabir edilen Birleşmiş Milletler Teşkilâtı vesayetinde, bugün bir Terör Devleti olan İsrail’i kurmuştur… Irak ve Suriye topraklarında DAEŞ’in bizzat CIA, dolayısıyle ABD tarafından kurulduğu ve bölgeyi nasıl bir kan deryasına çevirdiği, cümlenin mâlumudur.

İngilizlerin desteği de, şöyle dursun...

Bu kısa çerçevede; “Türkiye’de Selefi gruplar silahlanıyor, bir iç savaş çıkartacaklar, çıkartabilirler” şeklinde ifadelerin pek sağlıklı olmadığı fakat, müesses nizamın idarecileri ve Yeni Dünya Düzeni peşinde olan Yahudi ve Hıristiyan Mesihçiler ve İlluminaticiler tarafından Türkiye’de bir iç savaş çıkartılabilirse kullanılabilecekleri pekâlâ mümkündür, hatta zorunludur. Hatta Anadolu’nun parçalanması için bu ahmakların olası bir iç savaşa dahil edilmesi bir zorunluluktur.

Teşbihi doğru yapmak, teşhisi doğru koymak yahut en azından içini doldurmak lâzım.

Meselâ, bir kısım mahfiller tarafından kendisine “püsküllü” de denilen bir şahıs tarafından ortaya “Türkiye’de ikinci FETÖ Mustafa İslamoğlu’dur” şeklinde bir iddia atılmıştı.

Yahu! İslâmoğlu, değil “ikinci FETÖ”, FETÖ’nün dış kapı mandalı-bekçisi bile olamaz.

Mezhepsizlerin kanaat önderlerinin hepsini toplasan bir FETÖ etmez. FETÖ, Türkiye’de hemen her sahada derinlemesine örgütlenmiş bir nifak hareketi olduğu gibi, dünyanın yarısında örgütlenmiş bir ihanet örgütüdür. İlluminatisinden Yahudi ve Hıristiyan Mesihçilerle diyaloglarından tutun, CIA ve Mossad gibi istihbarat teşkilatlarına kadar, Musevi Para oligarklarından İngiliz Lordlarına kadar işbirliği ve derin diyalogları olan; ruhen güdük, lâkin cismen “böyyük” bir adamdır FETÖ. Değil İslâmoğlu, onlarca benzeri FETÖ’nün yanında sönük kalır. Ancak, dış mihraklar isterse her biri “Güdük FETÖ” olabilirler.

Hülasa; “Bu ülke”de Türk, Kürt, Laz, Çerkez, Boşnak, Arnavut, kısaca her Müslüman, din ve milletine bağlı devlet erkanı bunların olası teşebbüslerine şiddetle cevap verir; selefiler denilen gruplar FETÖ’den beter olurlar.

Görüş: Sedat Bulut

Aylık Baran Dergisi 6. Sayı

Ağustos 2022