Büyük Britanya Krallığı’nın arka bahçesi Suudi Arabistan Krallığı iki esas güce dayanır.

Birincisi: Fırka-mezhep; Vehhabilik… İkincisi: Aşiret-Kabile; Suudiler. Bu iki “esas güç”, Büyük Britanya Kraliyet Ailesi tarafından her daim alabildiğine desteklenmiş, hattâ, bu iki esas, bizzat “güç” olarak İngilizler tarafından oluşturulmuştur. Vehhabiliğin kökleri 18. asrın ortalarına dayanır… Suudi Arabistan Krallığı ise, Birinci Cihan Harbi cereyan ederken İngilizlerin önce Şerif Hüseyin’e Haşimi Devleti’ni kurdurması, daha sonra da bizzat bu devleti (1924 yılında) bertaraf etmesi neticesine…

Dolayısıyle önce Vehhabiliğin oluşumunu, sonra Suudi Arabistan Krallığı’nın nasıl kurdurulduğuna dair mâlumatları, en sonunda bu kukla devletin BOP dahilinde nasıl haraket ettiğine dair argüman, tahlil ve mülâhazaları icmâlen takdim etmeye gayret edeceğiz. Ki, zaten Birinci Cihan Harbi’nde mağlub olan, ağır yara aldıktan sonra da tarihe gömülen Osmanlı İmparatorluğu’ndan baki kalan topraklarda kurulan devletlerin neredeyse tamamının Fransa, İngiltere, İtalya ve Rusya gibi gayr-i müslim emperyalist devletler tarafından öyle veya böyle desteklendiğini belirtmekte fayda var. Yirmi birinci yüzyılda -şu an- bile bu devletlerin (birkaçı hariç) neredeyse tamamı, “işgal ve sömürü pastasına” sonradan ortak olan Amerika da dahil olmak üzere, herhangi bir emperyalist devletin güdümünde hareket etmektedir.

Lâkin Libya ve Katar, Bosna ve Kosova gibi, asırlık “emperyalist zinciri” kırmak ve “tam bağımsız” olmak için Anadolu-Türkiye’nin kendilerine tekrar sahip çıkmasını dört gözle bekleyen devletler elbette vardır ve Tarihi Misyonu’na tekrar kavuşan Türkiye, bu devletlerin umududur, kendisine teveccüh gösteren her devlete de, sonuna kadar destek olmaktadır.

Kısaca Anadolu, asırlardır zulme uğrayan bütün mazlumların ve hususiyetle Müslümanların umududur, umudu mevkîindedir.

Görelim Mevlâm neyler?..

Abdulvahhab ve Vehhabiliğin Doğuşu

1703 yılında Arabistan’da dünyaya gelen, zamanın medreselerinde din eğitimi gören ve birçok ilmi “kışır” tarafından ezberleyen M. Abdulvahhab netice itibariyle, “ilmin ağırlığı”nı kaldıramamış ve kendini “âllâme” olarak görmeye, böyle takdim etmeye (edilmeye) başlamıştır. Ağırlıklı olarak, 13. asırda Moğol istilaları zamanında zuhur eden ve kendisini “Hanbeli-Selefi” olarak gören, aslında ise bir “Müşebbihe-Mücessime” olan İbni Teymiye ve talebesi İbnü Kayyum el-Cezvi’yi referans alan Abdulvahhab neticede “Dört mezhebin hududunu inkâr ederim!” diyerek, ayrı bir mezhep kurmaya yeltenmiş ve bunu, İngilizlerin ve Suudilerin askerî ve siyasî gücünü arkasına alarak başarmıştır.

Kendisini aynen İbn-i Teymiyyeciler gibi, “Selefi” olarak takdim etmeye gayret eden Vehhabilik, her ne kadar bir kısım Şii ve Karaman gibi “Telfikçiler” tarafından “Sünni Mezhep” kategorisine dahil edilmek istense de, Sünnilikle hiçbir alâkası yoktur, zira, “Sünni mezheplerin hududunu” inkâr ettiğini ifade eden bizzat kendisidir. Dolayısıyle Vehhabilik İtikadî olarak bâtıl bir mezhep olmakla birlikte, mezhebin kuruluş aşamasında bir İngiliz casusunun hayli payı olduğuna dair küçümsenemeyecek hüccetler vardır.

Bu İngiliz casusu, Hampher’dir.

Hampher, 1710 yılında İngiliz sömürge bakanlığının emriyle Mısır, Irak, İran, Hicaz ve hilâfet merkezi İstanbul’da casusluk faaliyetlerinde bulunmak ve Batı çıkarları adına gizli bilgiler toplamak üzere görevlendirilmiş İngiliz-misyoneridir. Kendi beyanına göre İstanbul’da Ahmed Efendi adında bir Şeyh’ten Türkçe, Arapça, Kur’an ve Tefsir dersleri okumuştur. Daha sonra Basra taraflarına giderek Muhammed Bin Abdulvahhab ile dostluk kurmuş ve Arapları Osmanlıya karşı örgütlemek için çalışmalar yapmıştır.

Hampher der ki:

Sünni-Şii ihtilâfı konusunda Abdulvahhab’a dedim ki; Müslümanlar eğer yaşamanın anlamını kavramış olsalardı aralarındaki bu ihtilâfa son verir, birlik olurlardı.’

Şeyh Muhammed bin Abdulvahhab tam anlamıyla özgür düşünüyor, Sünnilik veya Şiiliğe karşı hiçbir taassup duymuyordu… ‘Kur’an’da var olan bize yeterlidir’ diyordu.

İslâm âlimlerine karşı düşmanlık beslemesi hatta Hülefai Raşidin’e kadar varan eleştirileri itibariyle bu iş için tam aradığımı kişiydi. Ebu Hanife’yi tahkir eder, ona itibar etmezdi.

Onun ruhunu etkileyerek müslümanların idaresi için sünnilikten ve şiilikten başka üçüncü bir yolu ona önermeye çalışmaya başladım.

Ben dışardan Safiyye içerden Muhammed Bin Abdulvahhab’ı geleceğe hazırlıyorduk.

Ve daha neler diyen; “Necid halkı beni Abdulvahhab’ın kölesi olarak tanırdı” diyen Hampher’in, Abdulvahhab’a yaptıracağı vazifelerin bir kısmı ise şöyle:

 “Şeyh, mezhebine katılmayan tüm müslümanları tekfir etmelidir.

Osmanlı devleti ile savaşmaya teşvik etmelidir.

Türbe ve mezarların birer putperestlik işareti olduğu ve Allah’a şirk olduğu dikte edilmelidir.

Mevcut Kur’an’da fazlalık veya eksiklik olduğu yayılmalıdır.” (1)

Netice itibariyle Vehhabi-Selefi kırmaları, son madde hariç, hepsini icra eylemişlerdir. Hattâ öyle ki, bir zamanlar kucaklarında büyüttükleri akımlardan bazıları kendilerini, Vehhabilikten ayrı “Selefiler” olarak görmüş, Vehhabiliği dahi tekfir etmekte herhangi bir mahsur görmemişlerdir…

Hampher tarafından “geleceğe hazırlanan” Abdulvahhab, Necd ve Derciyye çöllerinde bedevî Arap aşiretleri arasında faaliyette bulunmuştur. Netice itirabıyla Deriyye ahâlisi Şeyhi Muhammed bin Suud ile anlaşan Abdulvahhab, bu çöllerde tam hâkimiyet kurduktan sonra, güya- “İslâm Nizamı” kurmak yaftası altında, “Osmanlılar, Araplardan Hilâfeti gaspetmiştir, zâlimdir” benzeri iftiralarla 1790 tarihini müteakip Mekke Emiri Gâlip Efendi ile harp etmiş, Mekke ve Medine’yi yakıp yıkmıştır. Sonunda Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa bu isyanı bastırmıştır. Vehhabi alçaklarının Taifteki müslümanlara yaptığı işkenceler ve kadınların, çocukların barbarca öldürülmesi, Eyyüb Sabri Paşa’nın 1296 senesinde basılmış olan (Tarih-i Vehhabiyan) kitabında uzun uzun anlatılır. (2)

Abdulvahhab 1791 yılında, Muhammed bin Suud ise 1766 yılında vefat etmiş, yerine geçen oğlu Abdulaziz Suud ise 1803 yılında Deriyye câmiinde suikastçi bir Şii fedâî tarafından katledilmiştir.

O tarih itibarıyle Suud soyu “Krallık”, Vehhabi soyu ise “Müftülük” yapacak, diye bu iki müfteri grup anlaşmıştır. Bugüne kadar gelip-geçmiş Suudi Arabistan krallarının “kök atası” M. Suud, müftülerinin “kök atası” da Abdulvahhab’dır. Bugün, İslâmi hareketler içerisinde İslâm dünyasının en büyük yarası bu akımdır. Çünkü Şiilik, Bahailik, Kadıyanilik vb. akımlar Ehl-i Sünnete ittiba eden cemiyet tarafından pek itibar görmezken bu akım, gerek “Modern İslâm” gerekse “Selefilik” ve “Mezheplerin Telfiki” gibi yakıştırmalar ile faaliyet gösteren her fırkayı desteklemiş, hattâ bazılarını bizzat kendisi piyasaya sürmüştür. Bu akımlar vesilesiyle de Müslümanların içerisine nifak ve fitne tohumları atılmıştır.

Bu nifak ve fitnenin kökü kurutulmadıkça İslâm Dünyası’nın birlik ve beraberlik içinde hareket etmesini beklemek, abestir; ayrı bahis…

Devlet gücünü arkasına alan Vehhabilik, Suudilerin himayesinde kurulan “el-Râbıta” gibi örgütlerle İslâm dünyasının neredeyse tamamını “hallaç pamuğu” gibi sallamayı başarmıştır; riyal ve dolarla. Bugün birçok İslâm toprağında “Selefilik”, “Mezheplerin Telkifi”, “Kur’an İslâmı”, “Modern İslâm”, “Post-Modern İslâm” gibi yakıştırmalar altında gösterilen faaliyetlerin ekseriyetinin arkasında Vehhabi-Suud Krallığı vardır ki, “Hilâfet ve Saltanat” arasında derin ayrımlar olduğunu iddia eden, saltanatı tekfir eden Mevdûdî ve M. Kutup, Pan-İslâmist Reşid Rıza, Ezher Şeyhi M. Gazâli gibi nice birey bu devletin etrafında “pervâne” olmaktan kendilerini alamamıştır.

Hülâsa: Dün (1790) Osmanlı ahvâdının hâdimi olduğu Hicaz’a saldıran, (1990) Cidde’de Conileri konuşlandıran, bugün Yemen’i Şii gladyatörlerle bir kan deryasına çeviren, sapık Vehhabilerdir. Dün Abdulvahhab’ı piyasaya süren nasıl Hampher ise, dün, destek verdikleri Şerif Hüseyin’i devirip İbni Suud’u Kral yapan nasıl İngilizler ise, bugün arkaplânda, “Suudi Arabistan Krallığı”nı sevk ve idare eden yine İngiltere’dir, Amerika’dır; kâfir emperyalist Yahudi-Haçlı ittifakıdır.

Kabristan ziyaretinden mevtaya Kur’an okunmasına, sünnet namazı kılmaktan tesbih çekmeye kadar birçok âdet ve ibadeti “şirk” olarak yaftalayan ve kendinden olmayan Müslümanların neredeyse alayını “tekfir” eden Selefi-Vehhabiliğin tafsilatı da, ayrı bahis…

Suudi Arabistan Krallığı’nın Kurduruluşu

Osmanlı Devleti’ni parçalama gayesi güden İngilizler, Birinci Cihan Savaşı sürecinde Casus Lawrence vâsıtasıyle Mekke Emiri Şerif Hüseyin’i; “Hilâfeti gâsıp Osmanlı’dan alıp tekrar kendilerine tevdî edecekleri” vaadiyle aldatıp, 1916 yılında “Arap-Hâşimi” isyanını başlatmasına büyük katkıda bulunmuşlardır. Irak ve Suriye cephesinde Osmanlı Ordusu’nu arkadan vuran Arabîler, yani, Şerif Hüseyin’in birliklerine komuta eden oğulları Faysal, bir müddet Suriye ve Irak’ta krallık yapmış, lâkin 1956 yılında Irak’ta kanlı bir darbe ile tahttan indirilmiştir. Oğul Abdullah ise Ürdün Kralı olmuştur. Ürdün Kralları hep bu soydandır.

İcmâlen şunu da belirtmekte fayda var; “Birinci Cihan Harbi’nde Osmanlı’yı arkadan vuran bazı Araplar!” söylemi, kesinlikle bir “yafta” değildir lâkin, “bütün Arapların Osmanlı’yı arkadan vurduğu”nu iddia etmek, en azından tarihi bigâneliktir; Osmanlı ile her daim beraber olan Müslüman Araplara atılan iftiranın daniskasıdır. Birinci Cihan Harbi esnasında, hususiyetle de Çanakkale, Sakarya ve Dumlupınar gibi savaşlarda cenk eden ve şehid düşen Halepli, Şamlı, Bağdatlı, Gazzeli, Beyrutlu, Cezireli Müslüman Arab kardeşlerimizin mezarı bu topraklardadır. Bugün dahi, devlet çapında Müslüman Türk kardeşleriyle birlik olma azmi güden Katar ve Libya hakkında kötü söz söylenebilir mi? Başta Suudi Arabistan topraklarında olmak üzere Suriye, Irak, Filistin, Ürdün, Mısır, Tunus, Fas, Cezayir ve Yemen gibi ülkelerde yaşayan milyonlarca Müslüman Arabın, “Müslüman Türk Sevdası” yabana atılabilir mi?..

Şunu da hasseten belirtmekte fayda var; “Arab” ile “Arabî” kavramı aynı mânada değildir. Arab kısaca; asilzâde, kibar, şehir ve medeniyet görmüş Arablara, Arabî ise; lâf anlamaz, söz dinlemez çölde yaşayan kaba-saba Bedevîlere atfen kullanılan tâbirlerdir.

Ki, her kavmin içinde barbar da vardır, medeni de. Yine her kavmin içinden âdil de çıkar, zâlim de. Şeytanın askeri de çıkar, Allah’ın askeri de. Hak taraftarları da zuhur eder, Bâtıl taraftarları da. Bu çerçevede Marks’ın iddia ettiği gibi tarih “proleterya ile burjuvazinin savaşı” değil, Hak ile Bâtıl’ın savaşıdır; iman edenler ile inkâr edenlerin savaşıdır. Lâkin bu savaşta zaman zaman bâtıl ile bâtılın ve Hak ile Hakkın arasında da savaşlara şahid olunmaktadır, ayrı bahis.

Arabistan Yarımadası’na dönersek, Şerif Hüseyin 1916 yılı itibariyle kendisini “Hâlife” ilân edecekken birden bire “Arabistan Kralı” ilân etmek zorunda kalmıştır. Çünkü Şerif Hüseyin’in Halîfe olmasına hem dünya müslümanları pek teveccüh etmemiş, hem de ağababası İngilizler buna müsaade etmemiştir. Müsaade etmediği gibi 1924 yılında Şerif Hüseyin’i tahttan indirmiş; Kıbrıs’a kaçmak zorunda bırakmış, yerine Suudileri atamıştır.

Bu meseleye dair gazeteci Muhammed Kürd Ali’den kısa bir iktibas:

Bir keresinde Irak’ta üst düzey görevde bulunan bir İngiliz bana geldi. Bana dostum İngiliz oryantalist Üstad Margoliouth’dan selam getiriyordu. Vehhabilik hakkındaki görüşümü sordu. Ona bu mezhebi anlattım ve dedim ki: ‘Vehhabiler hurafelerden bir parça kurtuldular. Bunlar sizdeki Protestanlara çok benzerler.’ Bana, ‘İşin bu tarafı beni ilgilendirmiyor. Ben siyasi bir çıkış yapabilecek güçte olup olmadıkları konusundaki görüşünü almak istiyorum.’ dedi. Ona, ‘İngilizler de isterse olur’ dedim.  […] Kendisiyle Şam diyarının bölünmesi, Fransa ve İngiliz manda toprakları hakkında da konuştuk.  Birkaç ay sonra İbn Suud Hicaz’a yürüdü [1924] ve Kral  Hüseyin Kıbrıs’a kaçtı.” (3)

Bilindiği gibi akabinde Suudi Arabistan Krallığı kurduruldu. Ve binlerce yaltakçı bu devletçiğin peşine takıldı. Bu yaltakçıların önde gideni de önce II. Abdulhamid Han Hazretlerine ve ardından İttihatçılara, daha sonra 1916 yılında Arab-Haşimi isyanına liderlik eden Şerif Hüseyin’e, ardından Mustafa Kemal’e yaltaklık eden, “Pan-İslâmizm”in babası olan Efgani’nin tilmizi M. Abduh’un taklitçisi Reşid Rıza’dır.

Reşid Rıza’nın, “süper yaltakçılığı”na dair kısa bir iktibas:

Mekke'deki konumunu sağlamlaştıran Abdülaziz Ali Suud'un (1880-1953) davetiyle Hicaz'ın geleceğini görüşmek, hilâfet meselesi ve İslâmi hükümet mevzularını ele almak için 26 Zilkade 1344/7 Haziran 1926 tarihinde toplanan Genel İslâm Kongeresi'ne katılmak üzere bir kez daha Hicaz'a gider. Daha önce Şerif Hüseyin'in misafiri olduğu Hicaz'da bu defa Şerif Hüseyin'i Hicaz'dan kovan Abdülaziz'i tebrik eder. Hac vazifesini de ifâ etttikten sonra Kahire'ye geri döner.” (4)

Tarihte gayesi “Nizam-ı Âlem” olan, cihana adâlet dağıtan; Müslüman cemiyeti müreffeh kılan, küffara baş eğdiren İslâm Devletleri’nin hepsi “Ehl-i Sünnet Ve’l-Cemaat” mezhebinin itikadî düsturunu devlete hâkim kılan devletlerdir. Küffar ile her cephede çarpışan da, Sünni mezheplere ittiba edenlerden başkası değildir. Diğer-bâtıl mezhep mensupları küffar karşısında, “hava-civa” misâli, “numaracı” sınıftandır. Meselâ Mısır Fâtimî Devleti’nden Afrika’daki İdrisoğulları Devleti’ne, Şah İsmail’in Safevi Devleti’nden Humeyni’nin İran’ı ve Mâliki’nin Irak’ına kadar hiçbir Şii devletin küffarla çarpıştığı; küffara hakkıyla kılıç salladığı vâki değildir. Hattâ bu devletler “küffara kılıç çekmek” bir tarafa, (Safevi’lerin ikide bir Osmanlı gibi Ehli Sünnet devletlerle kapışması, ekseriyetin mâlumu.) Haçlı ve Moğol istilacılarıyla işbirliği yapmış; Mısır Fâtımîleri Haçlılara Kudüs’ü teslim etmiş; Irak Buveyhileri 12. yüzyılda Bağdat’ın kapılarını Moğollara açmış, 21. yüzyılda Irak’ı işgal için gelen Amerika liderliğindeki NATO-Haçlı ordusuyla bizzat Molla-Ayetullah Sistani işbirliği yapmış; Afganistan’daki Ezaze Şiileri 18. yüzyılda İngilizlerle işbirliği yapmış, 21. yüzyılda ise NATO-Haçlı ordusuyla işbirliği yapmıştır. Kurulduğu gün “Büyük Şeytanla Savaş” nârası atan Humeyni’nin İran’ı ise, “Büyük Şeytan”a 43 yılda 43 mermi sıkmak bir tarafa, Şii Gladyatörleri; İran’da konuşlanan “Bedir Tugayları”nı ve el-Câferi’nin Dâva Partisi’ni Conilerin emrine vermiştir. Irak’taki el-Hekim’in milisleri ise, Sünnileri katletmekten başka bir iş yapmamıştır. Suriye’deki Nusayri zındıklarının ise, her daim Müslümanları katlettiklerine şahid olunmaktadır. Bu Şii Gladyatörler şimdi, bizzat devlet eliyle Irak, Afganistan ve Suriye’de “Sünni avı” tertiplemektedir.

Suudi Arabistan Krallığı’nın da bu devletlerden hiçbir farkı yoktur, en az bunlar kadar şen’i ve âdidir. 1990 Körfez Krizi’nde mukaddes beldelerde Conileri konuşlandıran da, Yemen’de cereyan eden iç savaşta İran Şiası ile karşı karşıya gelip Yemen’i bir kan deryasına çeviren de Suudi Arabistan Krallığı’nın ta kendisi olduğu gibi, 2003’te Irak ve Afganistan’ın, Amerika ve emrindeki gladyatörler tarafından işgal edilmesine büyük katkılar sağlayan da KUKLA SUUD Krallığının ta kendisidir.

Fransa ile kriz yaşayan Türkiye’ye karşı Birleşik Arap Emirlikleri ve Mısır gibi kukla devletlerle birlikte, “Türk mallarına boykot” uygulayan âdi ve kukla bir devlet.

Dahası, eserler çapında âdilikler…

Beklenen Armageddon-Kıyamet Savaşı ve Suudilerin Rolü

Kıyamet habercisi olan bu beklenen büyük savaş için Büyük Ortadoğu Projesi adı altında icra faaliyetleri devam etmektedir. Ve bu icra faaliyetlerinde Suudi Arabistan Krallığı’nın çok büyük emeği vardır; gerek Yemen gibi ülkeleri bir kan deryasına çevirmesi, gerekse Amerika ve İngiltere tarafından kurdurulan terör örgütlerini finanse etmesi buna dair kuvvetli argümanlar olarak zikredilmeye değer.

“Arap Bahar” Büyük Ortadoğu Projesi icra faaliyetlerinde önemli bir yere sahiptir.

Seyyar satıcı Muhammed Bouzazi’nin kendisini yakmasından sonra Tunus halkının başlattığı isyan, 1987 yılından beri Cumhurbaşkanı olan ve 2009 yılı seçimlerinde yüzde 86 gibi bir oy alarak beşinci kez Cumhurbaşkanı seçilen Zeynel Abidin Bin Ali’nin 15 Ocak 2011’de Suudi Arabistan’a kaçması ve Başbakan Muhammed Gannuşi’nin, “yeni bir hükûmet kurucağız” şeklindeki açıklamasından sonra isyancıların evlerine dönmesiyle neticelendi. Yâni “Tunus İsyanı”, Batı fikir ve hayat tarzı yaşayanların ve emperyalist Batı’nın emellerine “köklü bir darbe” vuramadan sonuçlandı. Öyle ki bu memnuniyet, İngiliz Dışişleri Bakanı William Hageu’nun, Başbakan Muhammed Gannuşi ile görüşmesinin akabinde, “Tunus’ta ve birçok ülkede, korkmaktan ziyade benimseyeceğimiz bir fırsat anına tanıklık ediyoruz” şeklindeki ifadesiyle, açıkçası; bu değişimin Batı açısından hiçbir mahsuru olmadığı beyan edildi.

Tunus isyanının akabinde Mısır ve Yemen’de hükûmetin devrilmesi, Bahreyn’de Şii vesair ayaklanmanın bastırılması, Kuzey Irak’ta Sünnilerin ayaklanması gibi hâdiselerle birlikte Libya’nın NATO-Haçlı Ordusu tarafından işgal edilmesi, Suriye’deki Nusayri zulmü, Câferi İran’ın Nusayri tarafgirliği, hattâ, Türk Hizbullahının “yeniden yapılanması”; yayımladıkları deklarasyon, Ortadoğu’daki gelişmelerin sağlıklı bir şekilde tahlil edilmesi bakımından hiçbir zaman gözardı edilmemesi gereken hâdiselerdir. Yâni, Ortadoğu’da cereyan eden hâdiseleri muhkem bir şekilde değerlendirebilmek için cemiyetin itikadî hayatına yön veren “mezhep” faktörünün derinlemesine bilinmesi zarurîdir…

Bunlarla birlikte Siyonizmin, “Seçilmiş Irk Efsanesi”, “Arz- Mev’ud” ve “Davud’un Krallığı” gibi hedefleri; Hıristiyanların ise “Birinci bin yılda Avrupa’nın tamamı, ikinci bin yılda Amerika ve Afrika’nın bir kısmı hıristiyan oldu. Üçüncü bin yılda dünyanın tamamı hıristiyan olacak” şeklinde ifade ettikleri gayeleri, hep, Ortadoğu’da cereyan eden iç savaş, işgal ve buhranın kaynağı olarak görülebilir.

Bunların hepsinin tafsilatı ayrı bahis ki, bu ana dinamikler işaretlenmeden Ortadoğu’da cereyan hâdiselerin tahlil ve yorumu havada kalır. Kısaca; Ortadoğu’da cereyan eden iç savaş, işgal ve buhranların ana kaynağından birisi, belki de en mühiminin, “Mesih Beklentisi” olduğu iddia edilebilir.

Ki, “Mesih Beklentisi” hakkında,“Lânetli Kavmin Mesihi” adlı makalemize ve Haç’ın Hilâl Üzerine Savaş Manevrası adlı eserimizdeki “Edom’u Bekleyen Tehlike” bölümüne bakılabilir.

Burada kısaca şunu belirtelim; Emperyalist Batı, Osmanlı Devleti’ni parçaladığı gibi şimdi de Türkiye Cumhuriyeti’ni parça-parça etmek istemektedir. Haçlı Batı, “Üçüncü Milenyum’da Mesih’in Yeryüzü Krallığı”nı bir an evvel kurmak istemekte, dünyaya âdâlet (!) dağıtmayı fazla geciktirmek istememektedir. BOP bu projenin merkezidir. Son hamle olarak Türk Devleti’nin işgal edilmesi ve akabinde parçalanması vardır. Bunun için Batı, bin canı olsa dahi hepsini vatanı ve dini için fedâ etmeye namzet olan Türk Devlet adamlarına karşı veya Türk topraklarında yaşayan Müslüman halka karşı eylem yapan örgütleri, bunlara yataklık eden siyasi partileri, dernek ve vakıfları alabildiğine desteklemektedir.

Dahası, Amerika Ordusu 24 Temmuz 2002 tarihinde Nevada Çölü’nde, “2002 Millennium Challenge: Bin Yılın Meydan Okuması” adlı tatbikat düzenlemiş, bu tatbikatta; “üç tarafı denizlerle çevrili bir ülkenin dört gün içinde işgal edilmesi” mevzubahis edilmiştir. Yani, “Edom-Anadolu’nun işgali” tatbikatı.

Siyon-Haçlı İttifakı kendince, “Edom’un Fethi”nde sona yaklaşmıştır.

Bekliyoruz, gelin! Anadolu topraklarının altı, hepinize yeter…

Dolayısıyle “Bu Ülke”, bu tehlikelerle birlikte içeride de üç büyük tehlike ile karşı karşıyadır.

Birincisi; Dinler Arası Diyalog çığırkanlığı yapan dinî zümre. Bu zümre bir kısmı FETÖ ve bir kısım Mezhepsiz Zümre olarak ikiye ayrılır…

İkincisi; Mezhebî ayrılıkların körüklenmesi. Bu da ikiye ayrılır; İran perestişkârlığına mebnî olarak Şiilik, Suud perestişkârlığına mebnî olarak Selefi-Vehhabilik faaliyetleri…

Üçüncüsü; Batı güdümlü örgütlerin faaliyetleri…

Batı’nın dinsiz tarafına müştak olan zümre zaten ezelî ve ebedî düşmanımızdır.

Yukarıdaki bu üç zümreyi “Bu Ülke”de çekip çevirenler ise, mütedeyyin görünsün veya dinsiz olsun farketmez, Batı’ya müştak olan zümredir. Bunlar bizzat Batılı devletler tarafından desteklenmektedir. Bu iç belâlardan kurtulmak için bir an evvel tedbirler alınmalıdır.

Dış belâlara gelince; Amerikan, İngiliz, Fransız, Rus, hattâ Suudi ve Fars emperyalizmine karşı da derhal âcilen önlem alınmalıdır.

Barbar Batı, kendi silahlariyle vurulmalıdır…

Netice itibariyle Suudi Arabistan Krallığı hakkında birkaç mücmel kelam daha edecek olursak, şu:

Fransa ile Türkiye arasında yaşanan krizde Fransa’nın, “Türk Mallarına Boykot” uygulamasına destek veren BAE ve Mısır gibi ülkeleri ayartanın, Suudi Arabistan kukla krallığı olduğu mâlum.

Bununla birlikte Birleşik Arap Emirlikleri Veliahd Prensi Zayed’in paralı gazetecisi Hamad Al Mazrouei, İsrail gazetesine verdiği röportajda, “629 yılında Medine’den ihraç edilen Hayber Yahudileri için İsrailden özür diliyorum” demesi, akabinde; “Suudi Kralı Selman ve oğlu Muhammed bin Selman’ın başını çektiği Suudi yönetimini Yahudi örgütlerine tazminat ödemeye çağırıyorum. Paralarını, işlerini ve evlerini kaybettiler. Hicaz topraklarının sahibidirler. Suudi yönetimi şimdi bazı Yahudilere vatandaşlık vermeli ve onlara maddi tazminat ödemeli” tarzında saçma ifadeleri, BAE, Mısır ve Kuveyt gibi devletçiklerin de aynen Suudi Arabistan gibi, emperyalistlerin birer oyuncağı olduğuna dair kuvvetli argümanlar olsa gerektir.

Mazrouei’nin saçma mantalitesine göre, üç bin küsür yıl önceyi geçtik, 1948 yılında toprakları Siyonistler tarafından işgal edilen ve yurtlarından sürülen Filistinlilerden “özür dilenmesi” ve ser-sefil yaşayan insanlara “tazminat ödenmesi” gerekmez mi?

Bırakın “tazminat” ödemeyi, Gazze, yıllardır Siyonist kuşatması altında; Gazze’ye, Filistinlilerin, hattâ yabancıların dahi giriş-çıkışları tam serbest olmadığı gibi, insanî yardımların çoğunun da, Siyonistler tarafından engellendiği, mâlum.…

Allah Teâla, yedi düvelle savaşan, hem de askerî, siyasî, iktisadî ve kültürel alanların hepsinde savaşan bu Aziz Millete-Anadolu insanına, devlet adamlarına güç ve kuvvet, feraset ve basiret ihsan eylesin…

Kaynak:

1. Bkz; İslâmı Nasıl yokedelim, Bir İngiliz Casusunun Hâtıraları, Hâtırat-ı Hampher, Nehir Yay.

2. Bkz; Hüseyin Hilmi Işık, Vehhabiye Nasihat, 3. Basım, Işık Kitabevi, 1971, s. 288-289.

3. Bir Osmanlı-Arap Gazetecinin Anıları, Muhammed Kürd Ali, Çev: İbrahim Tüfekçi, Klasik Yay., Ocak 2006, s. 314.

4. İttihad-ı Osman’î'den Arap  İsyanına, Reşid Rıza, Ter: Özgür Kavak, Klasik Yay., Eylül 2007, s. 11.

Görüş: Sedat Bulut

Aylık Baran Dergisi 8. Sayı