Hayatımızdaki bazı kelime ve mefhumlar sıkça kullanıldığı için mi sıradanlaşır yoksa sıradanlaştığı için mi bu kadar sıkça kullanılır, bilmiyorum; fakat her ne sebeble olursa olsun, pazarda yükselen fiyatlara inat birçok mücerret değer her geçen gün daha bir kıymetten düşüyor sanki. Değerini yitirmiş, sıradanlaşmış bu kavramlardan biri de şahsiyet…

Büyük Doğu-İbda’nın temel prensiplerinden biri olan şahsiyet, aynı zamanda varoluşla da alâkalı bir bahis olması dolayısıyla insanın insan olduğunun şuuruna vardığı andan itibaren temel meselelerinden birisi aynı zamanda.

Diğer bir taraftan devlete, millete, hadiselere, eşyaya ve hayvana da şahsiyet vermek gibi bir usûl de söz konusu ama tabiî bunlara şahsiyet verecek olan yine bir insan olduğu için mesele dönüp dolaşıp ferd şahsiyetine dayanmakta.

Burada şahsiyet meselesini müsbet tarafından değil de menfi tarafından ele alacağız. Şöyle ki, ferdin kendisini içinde idrak ederek “insan” olduğunun şuuruna erdiği cemiyeti ve bu cemiyetin ruh kökünü inkâr ettikten sonra adeta sıvı hâle gelişinin, sonrasındaysa hangi kabın içine konulursa onun şeklini alan ve nihayetinde de sıcaklık ve rüzgâr gibi dış tesirler neticesinde buharlaşarak yok olması mukadder olan insan tipinin şahsiyetinden bahsediyoruz.

Şahsiyetsizlik de derece derece… Meselâ insanın kullandığı otomobil, cep telefonu, makine veyahut diğer âlet cinsine, onu işlettiği istikamet üzere kendi şahsiyetinden şahsiyet vermesi gerektiği yerde, tam tersine insanlığın bu biçare, kendi başına aciz ve sefil âlet edevat üzerinden şahsiyet aradığı bir devirde yaşıyoruz. Aynı şekilde, bunun daha aşağı bir mertebesi olarak, yabancı ülkelerin sahib olduğu teknik karşısında çaresizce boynunu büküp, kendi şahsiyetsizliğini, yabancı ve yabancılaşmış adamlara benzemede aramak gösterilebilir.

19. asrın ilk yarısından bugüne dek Müslümanların büyük bir kısmının en önemli meselelerinden biri de yine şahsiyet olmuştur. En aşağılık muameleye tâbi tutulması gereken işbirlikçilik ve hainlik aksi takdirde nasıl olur da şahsiyetli insanlar arasında bu kadar muteber mevkilerin kapılarını açabilirdi? Tabiî ki açamazdı.

Müslümanlar savaş kaybettikleri için değil, şahsiyetlerini karşılarındaki düşmanın kullandığı teknikte aramaya başladıkları için mağlub oldular. Batılı psikolojinin temellerinden biri de “şok doktrini”dir. Büyük travmaların sonrasında şahsiyetler silikleşir ve onun yerine bir yenisi inşa edilir. Müslümanların girdiği savaşlar ancak şok idi; biz bu travmalardan sonra kendi şahsiyetimizi bulamadığımız gibi bir de onların kurtarıcı diye bizlere dayattığı işbirlikçilerinin benliklerimizi, hüviyetlerimizi, şahsiyetimizi şekillendirmelerine de rıza gösterdik.

Anadolu’da Üstad Necib Fazıl ve Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun canlarını ve hayat konforlarını feda etmek bahasına milletimize telkin ettikleri şahsiyet dışında (bu şahsiyet 15 Temmuz gecesi bütün Anadolu’dan tütmüştür) dünya çapında hâlen bir yaprak kıpırdamadığı açık.

Ömer Emre Akcebe