İslâm dini, peygamber merkezlidir. Modernizmde ise peygamber dışlanır. Öyle ki “Modernist Müslümanlar” denilen bir zümre tarafından peygamber postacı derekesinde görülür. Halbuki Allah tarafından âlemlere rahmet olarak gönderilen Allah Resûlü, Kâinatın Efendisidir. Kur’ân O’na indirilmiştir ve O’nun ahlâkı Kur’ân ahlâkıdır. Öyle ki Kur’ân, peygamber olmazsa varlığını koruyamaz.

Kur’ân, Allah kelâmı olup mucize vasfı taşıyan temel kaynaktır. Kur’ân’a canlılık veren ise kendi hayatında tezahür ettiren Hz. Peygamber’dir. Kur’ân onun nefsidir ve Hz. Âişe “O, yürüyen bir Kur’ân’dı.” demiştir. Kur’ân’da birçok âyette O ve sahâbîleri “en hayırlı ümmet” olarak vasfedilmiştir. Hz. Peygamber olmasaydı Kur’ân teoriden ibaret ve kütüphanelerin raflarında bir kitap olarak bilinecekti. İslâm’ı yaşamak, imânını hissetmek isteyen her mü’min, Resulullah’ın eteğine sığınmak, onun ruhaniyetinden istimdad etmek zorundadır. İlim ve irfanını da ondan almalıdır. Marifetü’n-nefs ve marifetullah ancak Allah Resûlü vasıtasıyla temin edilebilir.

Dine istikamet veren Hz. Peygamber’dir. Sadece Kur’ân olsa teorik bir din olur, hayatla bağı olmaz idi. İsteyen istediği şekle sokar, din araçsallaştırılırdı. Bu dinin omurgası Hz. Peygamberdir. Kur’ân’daki tanımlamaları ortaya çıkaran, sınırlarını çizen, bu dini hayata tatbik eden Hz. Peygamber’dir. Kur’ân tafsilata ve tatbikata fazla girmez. Namaz gibi birçok ibadeti, kısasları, diyetleri, zekât nisabını vs. her şeyi, Peygamberin hayatında ve hadislerde buluyoruz. Abdurrahman el-Evzâî bu durumu özlü bir şekilde ifade eder: “Kitabın sünnete ihtiyacı, sünnetin kitaba ihtiyacından çoktur.”

İslâm’ın temel şiarı gereği “Muhammed Ümmeti”nin Hz. Peygamber ile bağı çok güçlüdür. Her adımda, her anında Hz. Peygamberledir, onunla doğar (kulağına ezan-ı Muhammedî okunur), onunla yaşar (daima sünnet ile içiçedir ve hayatını tanzim eder), onunla ölür (selâlarda Hz. Peygamber’e hüzünle yalvarılır). Müslüman sık sık Peygamber’ine salât ve selâm getirir, zira hadisle de sabit olduğu üzere Peygamber diridir ve salât ve selâm O’na ulaşır.

BD-İBDA İslâm’a muhatap anlayışı, Hz. Peygamber mihveri etrafında sistemini kurmuş ve sahâbîleri de en ileri toplum kabul etmiştir. Bu hususun ehemmiyeti çağımızda kendini daha çok hissettirmektedir. Zira “Peygambersiz İslâm” anlayışı günümüzde propaganda edilmektedir.

Necip Fazıl, Allah Resûlü’nü zâhir-bâtın bütünlüğünde ele alır. Bu anlayışta şeriat ve tasavvuf birleşmiştir. Bu hususu Çöle İnen Nur’da şöyle izah eder: “Halbuki şeriat Onun, Allah Resûlü’nün zâhiri, tasavvuf da bâtınıdır. Biri, içinde nur cümbüşü kopan, perdeleri kapalı elmas sarayın dışı, öbürü de içi ve ziyafet sofrası… Ve her şey Onunla ve Ondan…” Necip Fazıl hitabelerini, “Allah’ın inayeti ve Resûlü’nün ruhaniyeti üzerinize olsun!” diye bitirir.

Büyük Doğu davası, Hz. Peygamberi merkeze koyan bir anlayış olarak, Peygamber Halkası olan sahabîlerin mümtaz yerini de işaretlemiş ve hepsini sevmiş, Peygamber bâtınına bağlılığı düstur edinen veliler (tasavvuf) yolu ile de Resûller Resûlü’nin eteğine tutunmayı ilke edinmiştir. Müslüman Anadolu ahalisine de bu anlayışı billurlaştırmış ve bundan dolayı da çok sevilmiştir. Onun şiirlerinde ve nesirlerinde peygamber aşkını görmek mümkündür. Hayatında, aksiyonunda da bu husus bârizdir. Bizim seviyemize hitap etmesi açısından, mesela bir ilmihal kitabından, Kur’ân ve Hadislerden daha fazla istifade ettiğimizi nazarı dikkate alırsak, Büyük Doğu’nun da merkeze taşıyıcı sütun rolünü ve toplumdaki etkileyiciliğini daha iyi anlarız. Zira herkes müfessir olamaz, muhaddis olamaz. Ancak zincire tutunduğumuz son halka ile ana halkaya vâsıl oluruz. İnsan, tabiî olarak zincire en yakın halkadan tutunur. Kişi, çağının çocuğudur ve ana halkayı sahih olarak temsil edenlerle Allah’a ve Resûlü’ne ulaşmış olur.

İslâm büyüklerinin her birinin vasıta rolü farklıdır. Mesela, Elmalılı bir sütun oluşturmuş, gidip aynı şekilde öyle bir tefsir yazmaya gerek kalmamıştır. Eğer yeni bir ihtiyaç doğarsa o zaman yeniden başa dönüp yeniden inşaya bir nevi Selefîlik yapmaya da gerek yoktur. Zincire eklenen yeni bir halka olunur, bu da ihtiyacı karşılar. Batı, büyük değişimler yaşadığı Rönesansında bile geçmişini koruyarak bunu yapıyor. Onların buna ihtiyacı bizden fazla. Çünkü her felsefe bir öncekini nefyediyor. Şimdi yeniden Aristo’yu tanımlıyorlar. Bizde ise, Üstad’ın şiddetle karşı koyduğu modernist ve Selefîlerde görüldüğü üzere bir öncekini (geleneği) örterek ortaya çıkıyorlar. Halbuki alttakini yıkarak değil, üstüne yeni katlar çıkarak zuhur etmek gerekiyor. İmâm Gazâlî, İbn Âbidin, İmâm-ı Rabbânî her biri bütünün bir parçası olarak geliyor. Necip Fazıl ve Salih Mirzabeyoğlu da bu silsileye eklenen bir halka olarak sistemini kurmuş oluyor. Geleneği harmanlamış ve yeni bir tarzda sunmuş olarak zuhur ediyorlar. Bize düşen de, müctehidliğe kalkmadan, bu halkaya kendi oluşumuzu gerçekleştirmektir.

İslâm dininin peygambersiz yaşanamayacağını dillendiren Necip Fazıl, Peygamber hayatını ve O’nun hadislerini de içselleştirir. Onlara yoğunlaşarak hem ruh feyzini ikmal eder hem zihin ve his dünyasını zenginleştirir. “Müjdecim, Kurtarıcım, Efendim, Peygamberim; / Sana uymayan ölçü, hayat olsa teperim!” der.

İnsanın hakikati tek başına (akıl ile) bulup bulamayacağı mevzuunda Necip Fazıl, Allah Resûlü’nün hayatını 63 levhada şiirleştirdiği Esselâm eserinin takdiminde şöyle der:

“Tek başına “doğru” diye bir şey yok; O’nun getirdiği “doğru” diye bir şey var... Bu eser, o gayenin vecd pırıltılarından bir çakıntı ve aşk haykırışlarından bir ses... O kadar...

Ben “hakikat”ten O’na giden değil, O”nu topyekûn kabullendikten sonra O’ndan hakikate gelen müminim.

Hakikat mi? Hakikat sadece Allah’ın dilediği ve O’na bildirdiğidir. Ötesi, yine Allah’ın yarattığı olarak ve müstakil vücudu olmayarak yokluk... Var olmaya bakalım!.. O ki, varlık o yüzden...”

Peygamberin her şeyin mihrakı oluşunu ifade eden Necip Fazıl’ın yukardaki satırlarından sonra şu hususları ilave edelim. Hakikat, Allah’ın tecellileridir. Eğer bildiren olmazsa biz hakikati bilemezdik. Allah, peygamberler vasıtasıyla bildirdiği için biz hakikati biliyoruz. İlm-i kelâmda hüsün-kubuh meselesi bununla ilgilidir. İyilik ve kötülüğün akıl tarafından bilinip bilinemeyeceği şeklinde özetleyebileceğimiz bir meseledir. Mâtürîdîler, aklın bazı şeylerin iyilik ve kötülüklerini idrak etse bile dinî bakımdan gereklilik ve sakıncalarını idrak edemeyeceğini söyler. Eş’ârîler ise, akıl hiçbir şekilde bilemez ve nakle muhtaçtır, der. Her iki mezhep de insanın hakikati bilmesi için dinin işaretine ihtiyacı olduğunu söyler. Ehl-i Bid’at fırkaları olan Cehmiyye, Mu’tezile, Kerramiye ve Şîa’ya göre hüsün ve kubuh aklîdir, akıl ile bilinebilir.

Necip Fazıl, Hz. Peygamberi Allah’a ulaştıran misilsiz bir köprü olarak görür. Ona göre Allah Resûlü, “Gaye-İnsan ve Ufuk-Peygamber”dir. İnsandan murad o iken, aynı zamanda “Resûller Sultanı”dır.

Allah tarafından Hz. Peygamber’e verilen “Allah’ın Sevgilisi” ismi ile Necip Fazıl O’na yakarır. Yine Necip Fazıl’ın sıkça kullandığı bir isimlendirme “Kâinatın Efendisi”dir. Bir başka isimlendirmesi ise, “Varlığın Nuru”, “Varlığın Tâcı”dır. O’na olan sonsuz muhabbeti ve aşkını eserlerinin her satırında görmek mümkündür. “Habîbullah-Allah’ın Sevgilisi” hitabının mazharı olarak O, aynı zamanda “Habîb-i İbâd – Kulların Sevgilisi” olmuştur. Hiçbir sevgili onunla mukayese edilemez.

Hz. Peygamber bir beşerdir yani kul-peygamberdir ve insandan sâdır olan her hususun halline dair ipuçlarını hadislerde bulmak mümkündür. Hadisler olmadan din anlaşılamaz, yaşanamaz. Hadisler ve sünnetler dinin canlılığı demektir. Aksi halde sadece teorik ve kuru bir din olurdu. Yahudilik ve Hristiyanlık gibi dinlere kıyasla İslâm’ın canlı oluşu onun Hz. Peygamber imajı ile hadis ve sünnetin hayatla örtüşen tablolarıdır.

İnsan, hayatı yaşayanlarla yaşıyor, hissediyor, daha iyi algılıyor. Müslüman için hayatın dinamizmi ise, savaşlarından evliliğine, yemek adabından cemiyet nizamına kadar capcanlı bir peygamberin varlığıdır.

Kaynak:

1- Muhsin Koçak-Nihat Dalgın-Osman Şahin, Fıkıh Usûlü, Ensar Yayıncılık, İstanbul, 2013, s. 64.

2- Necip Fazıl Kısakürek, Çöle İnen Nur, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul, 2020, s. 260.

3- Necip Fazıl Kısakürek, Çile, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul, 2015, s. 81.

4- Necip Fazıl Kısakürek, Esselâm, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul, 1973, s. 7.

5- Bekir Topaloğlu-İlyas Çelebi, Kelâm Terimleri Sözlüğü, İSAM Yayınları, İstanbul, 2017, s. 136-137.

6- Bilal Kemikli, Türk İslâm Edebiyatı Giriş, Emin Yayınları, Bursa, 2017, s. 118.

Kazım Albay