Süleymaniyeli Baban ailesinden Mustafa Zihni Paşa’nın oğlu olarak, babasının görevi sebebiyle Bağdat’ta doğdu. Bağdat Mekteb-i İbtidaî ve Rüşdiyesi’ni bitirdikten sonra İstanbul’a geldi ve Mekteb-i Sultanî’den (Galatasaray) ve Mülkiye Mektebi’nden mezun oldu. Dönemin teamüllerine uygun olarak dışarıdan medrese dersleri aldı. Bir süre Hariciye ve Maarif nezaretlerinde çalıştı. Istılahât-ı İmliye Encümeni’nde yer alarak felsefe, tabiî ilimler ve sanat ıstılahlarına Türkçe karşılık bulunmasında etkin rol üstlendi. 1910 yılından itibaren dışarıdan hoca olarak ders verdiği Dârulfünûn’da 1915’te Ruhiyât ve Ahlâk Kürsüsü müderrisliğine getirildi ve 1933 Üniversite Reformu ile zorunlu olarak emekliye sevk edilene kadar ruhiyât (psikoloji), mantık, ahlâk, mâ baʻde’t-tabîa (metafizik) ve genel felsefe dersleri okuttu. Dârulfünûn’daki felsefe hocalığı vesilesiyle felsefe alanında telif-tercüme pek çok esere imza attı. Sırât-ı Müstakîm/Sebîlürreşâd kadrosu içinde yer alarak hadis tercüme ve şerhleri yanında milliyetçilik, kadının konumu ve fıkıh usulüne dair tenkit-tartışma metinleri kaleme aldı. TBMM’nin kararı ve Diyanet İşleri Başkanlığı’nın teklifi üzerine başladığı Tecrîd-i Sarîh Tercümesi çalışmalarını sürdürdüğü sırada evinde öğle namazını kılarken secdede vefat etti.

Çağdaşlarıyla kıyaslandığında Arapça ve Fransızca'ya bir filolog derecesindeki vukufiyeti, İslâm kültürüne dair engin birikimi ve gönülden bağlılığı ve çalışmalarında kendini hemen gösteren muhakkik tavrıyla temayüz eden Ahmed Naim, Arap edebiyatından, psikolojiye, milliyetçilik tartışmalarından ahlâka, fıkıh usulünden metafiziğe, mantıktan hadise kadar geniş bir alanda ortaya koyduğu eserlerle hem II. Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’e uzanan süreçteki entelektüel hayatın hem de Dârulfünûn’daki görevi sebebiyle yükseköğretim dünyasının önde gelen isimlerinden biridir.

Mülkiye mezunu olmasına rağmen dönemin Maarif Nâzırı Emrullah Efendi’nin ısrarları neticesinde Dârulfünûn Felsefe Şubesi’nde psikoloji (ruhiyât) dersleri vermeye başlayan Ahmed Naim, emekliye sevk edildiği 1933 yılına kadar felsefenin farklı alanlarında verdiği dersler ve bu dersler için kaleme aldığı telif/tercüme-uyarlama türünden eserlerle Türkiye ve Türkçedeki felsefe literatürüne önemli katkılarda bulunmuştur. Ahmed Naim’in felsefe çalışmalarını iki temel kaygının yönlendirdiği söylenebilir. Bunlardan birincisini, Beşir Fuad, Baha Tevfik ve Abdullah Cevdet gibi isimler tarafından hararetle savunulan materyalist ve pozitivist yaklaşımların, gelişen “müspet bilimler” karşısında artık herhangi bir anlam ve değerinin kalmadığı yönündeki hücumlarına karşı felsefenin hâlâ anlamlı bir etkinlik olduğunu savunma oluşturmaktadır. Ahmed Naim, “ulûm-ı ecsâm/kevniye” olarak adlandırdığı biyoloji, fizik ve matematik ile “ulûm-ı maneviye/ruhiye” adını verdiği tarih bilimleri, dil bilimleri ve toplumsal bilimlerin varlığına ve bu bilimlerde görülen hızlı gelişime rağmen hâlâ herhangi bir bilime konu olamamış iki alanın var olduğunu ileri sürmektedir: Ruh ve Allah. Antik dönemlerden bugüne bütün felsefe ekollerinin çözmeye uğraştığı problemler temelde kendini “İnsan nedir?” ve “Allah nedir?” sorularında göstermektedir ve insan hakkındaki soru, insanın duyularımıza konu olması sebebiyle Allah hakkındaki soruyu öncelemektedir. Bu iki soru/konu çerçevesinde felsefeyi (i) felsefe-i nefsiye/maneviye/enfüsiye ve (ii) felsefe-i ûlâ/mâ baʻde’t-tabîa/âfâkiye şeklinde iki ana kısma ayıran Ahmed Naim, birinci kısmın altına psikoloji, mantık, ahlâk ve estetiği; ikinci kısmın altına ise bilim felsefesi, metafizik/ontoloji ve teolojiyi yerleştirmektedir.

Ahmed Naim, psikoloji ile metafizik arasında, tam anlamıyla teorik olmaları açısından bir ortak noktanın bulunduğunu belirterek bunları “teorik felsefe”, hatasız düşünme sanatı olarak tanımlanan mantık ile güzel yaşama sanatı anlamındaki ahlâkı ise “pratik felsefe” şeklinde sınıflamaktadır. Teorik felsefenin pratik felsefeye önceliğinin genel kabul gören bir anlayış olduğuna dikkat çeken Ahmed Naim, mevcut durumumuzun, ideal durumumuza kıyasla tarafımızdan daha iyi bilindiğini ve bu sebeple mevcut durumumuz hakkında düşünmemizin daha kolay olduğunu vurgulamaktadır. Ayrıca daha çok bildiğimiz problemlerden başlayıp aşama aşama ilerlemek suretiyle daha az bildiğimiz konulara yükselmek çağdaş bilimlerce kabul edilen yönteme daha uygundur. İnsan ruhu hakkındaki bilgimiz ne kadar az olursa olsun, yine de ilk ilke ve sebeplere kıyasla ona dair daha çok şey bildiğimiz muhakkaktır. Dolayısıyla Ahmed Naim’e göre incelememize insandan başlayıp oradan metafizik konularına geçmek ve nihayet tanrılığa dair meselelere yükselmek, bir başka ifadeyle psikolojiyi teoloji için bir zemin olarak değerlendirmek en uygun yoldur ve onun tercihi felsefede, sebepliden sebebe, sonuçtan ilkeye yükselme yönteminin kullanılması yönündedir. Akıl, varlıkları bilmeye girişmeden önce kendisini bilip tanımaya koyulmalı, dolayısıyla metafiziğin öncesinde psikoloji yer almalıdır. Bu durumda onun tabiriyle felsefenin konusu “marifetullah ve’n-nefs, yahut marifetullaha mukaddime olmak haysiyetiyle marifetü’n-nefs” olarak belirlenebilir. Ahmed Naim bu doğrultuda felsefe alanındaki ürünlerini özellikle psikoloji alanına yoğunlaştırarak Paul Janet’nin Traité de Philosophie adlı eserinin psikoloji bölümünü önce Hikmet Dersleri, ardından Felsefe Dersleri adıyla tercüme-uyarlama tarzında Türkçeye aktarmış, ayrıca Georges L. Fonsegrive’in (ö. 1917) Eléments de Philosophie isimli çalışmasının psikolojiye dair birinci cildini Mebâdî-i Felsefeden Birinci Kitap: İlmü’n-Nefs adıyla tercüme etmiştir.

Ahmed Naim’in felsefe çalışmalarına yön veren ikinci kaygı ise Batı’da gelişen “yeni” felsefenin “halen dipdiri olan kadîm felsefemiz” ile ilişkisinin nasıl kurulacağı meselesidir. Bu noktada modern felsefe terimlerinin Türkçeye nasıl aktarılması gerektiği konusunda hem dil hem de muhteva itibariyle dakik bir yaklaşım ortaya koyan ve Fransızcadan yaptığı tercümelerde bu yaklaşımını açık bir şekilde gözler önüne seren Ahmed Naim’e göre, Batı’yı bilen aydınlar açısından meçhul olsa da medresede okutulan derslerle iştigal edenlerce çok iyi bilinen ve kelam ilmine dair terimlerle iç içe geçmiş durumdaki kadîm felsefemizin terimleri ile modern felsefenin terimleri arasında sadece şeklî bir fark vardır. Dolayısıyla felsefenin bizim dünyamızdaki “parlak mazisi” dikkate alındığında modern felsefe terimlerini kadîm felsefemizle hiç irtibat kurmadan Türkçeye aktarmaya çalışmak, yani geçmiş ile şimdi arasındaki ilişkiyi tümüyle kesmek, kişilik bölünmesi gibi hastalıklı bir duruma işaret etmektedir. Bu durumda Ahmed Naim’e göre felsefe açısından öncelikli olarak yapılması gereken şey, yeni bir şey ortaya koymaktansa kadîmin keşfedilmesi ve onun yeni yani modern olanla ilişkisinin tespit edilmesidir. Bu hassasiyet doğrultusunda Fransızcadan yaptığı çevirilerin dipnotlarında terimlere dair uzun açıklamalar yapan ve kadîm felsefemizin terimlerini İbn Sînâ’dan Seyyid Şerif Cürcânî’ye geniş bir literatürü göz önüne alıp kendi dönemindeki alternatif karşılıkları da değerlendirmek suretiyle modern felsefe terimleriyle ilişkilendirmeye çalışan Ahmed Naim, terimlere karşılık önerirken hem Arapçanın hem de Türkçenin imkânlarından olabildiğince yararlanmayı da bir ilke olarak her daim gözetmiştir.

Ahmed Naim’in, felsefenin mahiyeti, psikoloji meseleleri ve felsefe terimlerinin Türkçeleştirilmesi etrafında şekillenen felsefe çalışmaları dışında özellikle dönemin milliyetçilik tartışmaları açısından önemli bir yerde duran İslâm’da Dava-yı Kavmiyet ile İslâm ahlâkının temel özelliklerini Batılı ahlâk anlayışlarıyla karşılaştırarak ele alan Ahlâk-ı İslâmiyenin Esasları isimli eserlerindeki görüşlerine de ana hatlarıyla değinmek gerekmektedir.

Balkan savaşlarının sebep olduğu travma sonrası Osmanlı coğrafyasında daha da alevlenen milliyetçilik tartışmalarını İslâmcı zaviyeden değerlendiren Ahmed Naim, isim vermeden “halis Türkçü” olarak nitelediği grubun İslâm’ı tamamen yok sayarak tek “mefkûre” olarak Türklüğü kabul eden yaklaşımını bir tür dinsizlik olarak görüp “Türkçü-İslâmcı” olarak tanımladığı hem dinî hem de kavmî imanı bir araya getirmeyi hedefleyen tutumu kendisine muhatap alarak kavmiyet meselesini “Kitap ve sünnete istinâden” incelemektedir. Ona göre dinin temel kaynakları, dava-yı kavmiyet ve cinsiyeti bir tür dava-yı cahiliyet olarak görüp reddetmektedir. İslâm dini açısından dünyadaki siyasî ilkenin ve âhiretteki kurtuluş vesilesinin her daim cemaat ve ümmet olduğunu vurgulayan Ahmed Naim, insanın kendi ırkıyla meşru sınırlar içinde övünmesinde bir beis olmasa da Müslümanların birliğini bozacak tarzda kavmî ve cinsî yaklaşımların ön plana çıkartılmasının neticede İslâm ümmetinin yok olmasına yol açacağını belirtmektedir. Ahmed Naim’e göre Osmanlı’nın ve dolayısıyla İslâm ümmetinin gittikçe azalan siyasî gücünü tekrar kazanmasının yolu, Türklük ile İslâm’ı uzlaştırmak değil, hiss-i kavmîyi, hiss-i İslâmî içinde eritmekten geçmektedir; zira Türklüğü kurtaracak tek ideal vardır, o da İslâm’dır.

Maarif Nâzırı Emrullah Efendi’nin Ağustos 1328/1912 tarihinde Lahey’de yapılacak II. Beynelmilel Terbiye-i Ahlâkiye Kongresi’ne Osmanlı Devleti’ni temsilen katılmasını ve tebliği sunmasını istemesi üzerine İslâm ahlâkının temellerini Batı dünyasına anlatmak için Ahlâk-ı İslâmiyenin Esasları adlı eseri kaleme alan Ahmed Naim, hem teorik hem de pratik açıdan ancak din temelli bir ahlâkın başarılı olabileceğini vurgulayarak dinin ahlâk düşüncesi ve ahlâkî müeyyide açısından eksik olduğu durumlarda bu eksikliği felsefe tarafından kapatılmaya çalışıldığını, ancak felsefî ahlâk teorilerinin hiçbir zaman din kadar kural koyma ve kuralı kalplere yerleştirme gücüne sahip olamadığını belirtmektedir. Ahmed Naim’e göre felsefî ahlâk teorileri içinde rasyonalist yaklaşım diğerlerine kıyasla daha ön plana çıksa da o da –Kant’ın ödev/vazife ahlâkında görüldüğü üzere- ahlâkî müeyyide konusunda çok yetersiz kalmaktadır. Buna karşın İslâm dini hem ahlâkî ilkeleri, özellikle de ödev/vazife fikrini temellendirmesi, hem de bunların hayata tatbiki açısından çok güçlü bir çerçeve sunmakta ve bu çerçevenin geniş bir kitle tarafından benimsenip uygulanması için somut teşvik ve cezalar öngörmektedir. Bir eylemin “ahlâkî” olabilmesi için gerekli olan sorumluluk ve irade özgürlüğü düşüncesiyle İslâm’ın kader inancı arasında ilk bakışta görülebilecek çelişkiyi de gidermeye çalışan Ahmed Naim, kader inancının cebrî bir tarzda yorumlanmaması gerektiğini, bilakis kaderin sünnetullahın bilincinde olmayı sağlayan dinamik inanç olduğunu vurgulamaktadır.

Kaynak: İDA; DİA; İsmail Kara, Türkiye’de İslâmcılık Düşüncesi, İstanbul 1986, I, 273-308. TDEA, I, 274-275.

Baran Dergisi 781. sayı