Osmanlı Devleti’nin son yüzyılı taşıdığı problemlerin ciddiyetine paralel olarak toplum ve devletin geleceği merkezli zengin bir tartışma alanıdır. Özellikle Batıcı, Türk milliyetçisi ve İslamcı aydınların bu sorunlar etrafında geliştirdikleri çözüm reçeteleri çok zengin içeriklere sahiptir. Batıdan gelen fikrî cereyanlara karşı yerli, milli ve dinî cevaplar üreten aydınlardan birisi de ünlü A‘mâk-ı Hayâl kitabının yazarı Şehbenderzâde Ahmed Hilmi’dir. Karşısında olduğu Batıcı aydınlarla mücadeleye girişmiş ve temelde Batılaşma biçimlerinin kültürel formları başta olmak üzere materyalist ve pozitivist akımların fikirlerine karşı cevaplar üretmiştir. Dini ilimlerde yöntem arayışı, Müslümanlar arasındaki siyasal ayrılıkların giderilmesi konuları başta olmak üzere tasavvuf ve vahdet-i vücud düşüncesinin imkânları hakkında da görüşler beyan etmiştir. Kuzey Afrika’daki tasavvuf kültürünün Osmanlı dünyasında tanınması yolunda gayret göstermiştir. Siyaset, kelâm, felsefe, tasavvuf ve tarihle de meşgul olmuş, ayrıca şiir, roman ve tiyatro eserleri kaleme almıştır. İslâm düşüncesiyle Batı felsefi akımları arasında zaman zaman uzlaşma yolları aramıştır. Ludwig Büchner’in Madde ve Kuvvet’ini tercüme eden Bahâ Tevfik’e ve aynı eseri savunan Celâl Nuri’ye (İleri) eleştirilerde bulunmuş, metot olarak eklektizmi tercih etmiştir. Batı düşüncesi ve fikir akımlarıyla ilgili görüş ve değerlendirmelerinde geniş ufku, ilmî istidlâlleri ve felsefî tartışma seviyesi bakımından Şehbenderzâde’nin dönemin diğer İslâmcı yazarları arasında üstün bir mevkie sahip olduğu görülmektedir.

Filibeli Ahmed Hilmi eserlerinde tasavvufa geniş bir yer vermiş ve vahdet-i vücûd görüşünü benimsemiştir. O’na göre tasavvuf binlerce senelik dini devirlerin tekâmül aşamalarının özüdür. Din fikrinin bütün görünüşlerini ve safhalarını içeren bir yoldur. Tasavvuf oryantalistlerin belirttiği gibi İslam öncesi Zerdüşt ve Hind kültüründen alınmış değildir. Tasavvuf İslam’dan başka bir kaynağa bağlanamaz. Kur’ân ve hadis kaynaklıdır. Vahdet-i vücud kavramını da tevhid fikri içerisinde görüp İslam’ın en temel ögelerinden biri olarak açıklar. Öte yandan materyalizm felsefesine karşı ciddi eleştiriler ileri sürerken bu düşüncenin karşısına vahdet-i vücûd felsefesini koymuş ve sadece İslâm kelamcılarının fikirleriyle modern felsefî cereyanlarla mücadele edilemeyeceğini düşünmüştür. Bu sebeple İbn Arabî ekolünün sıkı bir savunucusu olarak vahdet-i vücûd düşüncesini eserlerinde sıklıkla kullanmıştır.

Filibeli, İbn Arabî düşüncesinin bir panteizm olmadığının da altını çizer. Öte yandan Batı felsefesi ve İslâm tasavvufuna derin vukûfiyeti olan Filibeli Ahmed Hilmi, döneminin materyalizm akımının karşısına kuvvetli bir muhalif olarak çıkmış ve bu konuda Baha Tevfik ve Celâl Nuri ile girdiği tartışmalarda savunduğu düşünceyi Batı felsefesinin düşünsel kaynaklarından faydalanarak ispatlamaya çalışırken, bir yandan da vahdet-i vücûdu Batılı bir felsefî dille, Batı felsefesine söyletmeye çalışır. Filibeli’nin eserlerinde materyalizme karşı maddeyi makul bir noktaya taşımaktansa onu tamamen reddeden tezleri ileri sürmesi, maddeci iddiayı bütünüyle ortadan kaldırmanın yanında vahdet-i vücûd düşüncesinin önünü açmaya yönelik bir tutumdur.

Şehbenderzâde, Müslümanların geri kalmışlığını gidermenin yolu olarak modern ilimler ve gelişmelerle irtibat kurma zaruretine vurgu yapar. Fakat bunu gerçekleştirmek için batı kültürünü ve medeniyetini aynen almak geçerli bir yöntem olamaz. Osmanlı toplumunun gelenek ve değerlerine ters düşmeyen bir modernleşme teklif eder. Çünkü başka toplumların kanunlarından yönetim şekillerine kadar birçok kültürel ve tarihsel kabulleri kendine özgüdür. Dolayısıyla başka milletleri körü körüne taklit bir toplumu kendi benliğinden uzaklaştıracaktır. Bu sebeple yapılması gereken şey dinî duygularla ilmî prensipleri bağdaştırmak ve onları birbirine yardımcı kılmaktır. Öte yandan körü körüne taklit kadar zararlı bir yaklaşım olarak da taassubu ve yeniliğe karşı tepki gösteren, ona ayak direten tutumları eleştirir. Yapılması gereken konusunda eklektik bir yöntem teklif ederek taklit ve taassup cenderesinden kurtulmayı savunur. Batıdan aldıkları fikir ve yaklaşımları yeni bir çözümmüş gibi halka sunan aydın tipini eleştirir. Oysaki aydın, batı kültür ve medeniyetinin dahi eleştirisini yapabilmelidir. Nitekim Ahmed Hilmi batı medeniyetinin sanayi inkılabı sonrası teknolojik ilerlemeyi başarmış olduğunu; fakat bunu ahlakî ilerlemenin takip etmediğini ve insanın makineleşmesine doğru giden bir sürecin önünün açıldığını vurgular. Batı, kendi gündemi özgürlük, eşitlik ve hürriyet olan bir medeniyet gibi gözükse de aslında sömürgeci bir toplumdur.

Şehbenderzâde’nin Batı düşünce ve kültürüne yönelttiği eleştirilerin odak noktasını, İslâm dünyasını da etkilemeye başlayan materyalizm ve pozitivizm gibi din karşıtı akımlar oluşturmaktadır. Materyalistlerin düşüncesinde yalnız dinin değil yüksek felsefenin bile yerinin bulunmadığını belirten Şehbenderzâde, biyolojik materyalizmin temsilcilerinden Ernst Haeckel’i tenkit eder. Buna göre her şeyi madde ve kuvvete indirgeyen Haeckel’in “fizyolojik soyutlama” diye tanımladığı kuvvete âdeta yaratıcılık, idrak ve şuurlu faaliyet fonksiyonu vermesi bilim ve felsefeyle dahi bağdaşmaz. Öte yandan materyalizmi eleştirirken ona atıflarda bulunarak düşünce dünyasında fikirlerin devamlı değiştiğini, ilim adamının sadece sınırlı tecrübelerinin sonuçlarıyla kesin hüküm veremeyeceğini, deneysel verilerin bir prensibe bağlanması gerektiğini söyler ve gerçekleştirilen son araştırmalarla maddenin kütlesinin bile artık kendi aslî unsuru sayılmadığını savunur. Faraziyelerin kesinlik ifade etmeyip daima değişebileceğini vurgulayan Şehbenderzâde, dönemin bilimsel kabul edilen nazariyelerine karşı en temkinli davranan şahsiyetlerden biridir. Ona göre nazariyelerin dayandığı hipotezler birer tahmin olup ilmî araştırmayı yönlendirme işlevi görür. Araştırmalar bitmeyeceği için bilim hiçbir zaman son sözünü söyleyemeyecektir. Bazıları tarafından bilimsel gerçekler diye sunulmaya çalışılsa da materyalist nazariyeler Avrupa’da artık eskimiş fikirler diye görülmeye başlanmıştır.

Şehbenderzâde pozitivizmin öncüsü kabul edilen Auguste Comte’a din konusundaki görüşleri sebebiyle eleştiriler yöneltir. Onun ilâhî dinleri inkâr etmesine rağmen kendi pozitivist dinini kurmaya meyletmesiyle içindeki din ihtiyacından kurtulamadığına vurgu yapar. Ona göre Comte’un bu durumu, en yanlış yönelişleri benimseyenler dâhil olmak üzere insanların mânevî ihtiyaçlardan uzak kalamayacağı gerçeğini ortaya koyar. Nitekim Comte bile bilim kilisesi kurma gibi bir amaca yönelmiştir. Yani hiçbir akıl sahibinin Allah’ı bütünüyle inkâr edemeyeceği bir realitedir.

Ahmed Hilmi’ye göre, din mabudu hissetmek ve anlamaktan ibarettir. Din fikrinde üç esas bulunduğunu söyleyen Ahmed Hilmi bunları şu şekilde sıralamaktadır. İlki bizim üzerimizde bize tabi olmaktan münezzeh olan yüce bir kudretin varlığı, ikincisi bu kudrete mahkûm ve tabii olduğumuzu hissetmek ve üçüncüsü de bu kudretle insan arası münasebetler (abdiyyet, mabudiyyet veya vahdet) ile ilgili hislerdir. Din umumidir fakat din hissi ise hiçbir zaman umumileşmez. Yani aynı dine inanan iki kişiden biri mensup olduğu dinin zahiri ibadetlerini harfiyen yerine getirmesine rağmen vicdanına ait duygularında bir değişme ve heyecan olmadığı şekilde ibadet edebilirken diğeri ibadetlerle vicdanında tatlı bir heyecan ve tarif edilmesi müşkül bir zevk hissedebilir. Yani dindar olmak ile dini hisse sahip olmak arasında fark görür. Din fikri ise, fıtrî ve lüzumludur, herkeste mevcuttur. Dini duyguları organize etmeden toplumsal ahlâkın kurulması mümkün olmaz.

Ahmed Hilmi’ye göre İslam’ın modernize edilmesi gereken bazı yönleri vardır. Dini bazı konularda yeni içtihatlar yapılmalı, zamanın gerekliliklerine uygun yeniliklere açık olunmalı, dini esaslar zorlaştırılmamalı; din, bilim ve felsefeye karşı olmamalıdır. O’na göre İslam esasları ve ayrıntıları itibarı ile son sözünü söylemiş müsbet bir dindir. Fakat İslamiyet, fen ve bilim, medeniyet ve ilerleme kavramları gibi durmak kabul etmez bir kavramdır. İslamiyet, kesinlikle karar bulmuş, son sözünü söylemiş, artık yapacağı kalmamış bir din değildir. Dinde yenilikler, yeni anlayışlar vücuda getirilebilir, fakat dinin esaslarına hiçbir surette dokunulmamalı, ayrıntılarda, anlayışlarda değişikliler ancak bu şekilde gerçekleştirilmelidir. İslamiyet’in esasları itibariyle bilim ve sanatın düşmanı değil, destekçisi ve teşvikçisi olduğunu belirterek diğer dinlerde görülen koyu taassubun İslamiyet’te görülmediğini ifade eder. Öte yandan itikadî esaslarda değişimin düşünülemeyeceğini, fakat sosyal hayatta farklı ihtiyaçların ortaya çıkabileceğini, bunun için içtihadın tekrar işler hale getirilmesinin gerektiğini vurgular. Yapılacak şey, içtihat anlayışı çerçevesinde dinî meselelere dair hükümleri ilmî esaslarla bağdaştırmak ve durmadan çalışıp fikir üretmektir. İçtihat kapısının kapandığını söylemek insanların sosyal ihtiyaçlarını görmemek demektir. Bu ihtiyacın karşılanması için bir yüksek içtihat meclisinin kurulması ve bütün mezheplerden yararlanmak suretiyle problemlere çözüm getirecek ortak noktaların belirlenmesi bir zaruret haline gelmiştir

Şehbenderzâde, dönemin birçok âlimi gibi istibdat olarak nitelendirdiği saltanata karşı meşrutiyeti savunmuş, bu sebeple İttihat ve Terakkî Cemiyeti’ni desteklemiştir. Koyu bir Abdülhamid Han aleyhtarı olmasına mukabil Batı’ya karşı panislâmist yaklaşımı öne çıkarmış, yayımladığı dergilerden birine “İttihâd-i İslâm” adını koyarak bu konudaki hassasiyetini göstermiştir. Derginin ilk sayısında Müslümanların dil ve ırk farklılıklarını bir tarafa bırakıp birlik sağlamaları halinde iç meselelerini çözebileceklerini ve karşı karşıya kaldıkları dış tehlikelerden korunabileceklerini, İslâm’daki kardeşlik prensibinin yanı sıra içinde bulunulan dünya şartlarının da Müslümanlar arasında birliği zorunlu kıldığını belirtir. Şehbenderzâde bununla tam bir idarî bütünlükten ziyade “ittihâd-ı ictimâ-i İslâm” adını verdiği, birbirini destekleyen farklı hükümetlerin varlığına imkân tanıyan toplumsal bir kaynaşmayı kastediyordu. Kendisini bu görüşe yönelten sebeplerin başında Osmanlı Devleti içinde milliyetçilik akımının hızla yayılması ve Balkanlar’da kopmalara yol açmasıydı. Osmanlıcılık düşüncesinin gerektirdiği ittihâd-ı anâsır fikrini sürdürmenin imkânsızlığını gördüğünden Müslüman milletlerin devletten kopmaması için gayret gösteriyordu. Müslümanların iyice zayıflayıp işgallere mâruz kaldıkları takdirde Kuzey Afrika’da olduğu gibi Batılı ülkelerin esaretine mahkûm kalacaklarını düşünüyordu. O’na göre Osmanlı toplumu, özellikle Müslümanlar siyasi münakaşa, seçimlere takdir, görev ve teşebbüs gibi meşruti bir hükümet için gerekli olan özelliklerden yoksundurlar. Bu durum ise sosyal ve siyasi noksanların çok açık bir şekilde ortaya çıkmasına neden olmuştur.

Kaynakça: DİA; Süleyman Hayri Bolay. Türkiye'de Ruhçu ve Maddeci Görüşün Mücadelesi. İstanbul: Yağmur Yayınevi, 1966; İDA.

Baran Dergisi 783. sayı