Anadolu topraklarında İslam’ın artık iyice neşvünema bulduğu bir dönemde yaşamış olan Sadreddin Konevî, 605/1209 yılında Malatya’da doğdu. Babası Mecdüddin İshak b. Muhammed, Anadolu Selçuklu sultanı Gıyâseddin Keyhusrev (ö. 607/1211) ve oğulları İzzeddin Keykâvus (ö. 616/1220) ve Alâeddin Keykubad’a (ö. 634/1237) hocalık yapan ve idârî işlerde yardımcı olan etkili bir devlet adamıdır. Konevî babasının yakın çevresi veya himâyesinde bulunan bilginlerin gözetiminde eğitimine başladı. Kütüphanesindeki kitapların kıraat ve semâ kayıtlarındaki bilgiler göz önünde bulundurulduğunda Konevî’nin eğitiminde hadis ilmine ayırdığı mesai önemli bir yer tutmaktadır.

Sadreddin Konevî tasavvuf konusunda Evhadüddîn-i Kirmânî ve İbnü’l-Arabî’den istifade etti. Özellikle babası Mecdüddin İshak ile Mekke’de (600/1203) tanışan ve onunla birlikte Malatya’ya gelen İbnü’l-Arabî’den oldukça fazla etkilendi. Konevî ile İbnü’l-Arabî arasındaki hoca-talebe ilişkisinin yanında aralarında bir sıhriyyet bağının bulunduğu, İbnü’l-Arabî’nin Mecdüddin İshak’ın vefatı (618/1221) sonrasında Konevî’nin dul kalan annesiyle evlendiği şeklinde kaynaklarda çeşitli bilgiler mevcuttur. İbnü’l-Arabî’nin başta el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye olmak üzere pek çok eserini kendisinden okudu. Evhadüddîn-i Kirmânî ile tanışıklığında ve yakın ilişkiler tesis etmesinde İbnü’l-Arabî’nin payı büyüktür. İbnü’l-Arabî’nin yönlendirmesiyle Sadreddin Konevî, Evhadüddîn-i Kirmânî ile birlikte hacca gitti (630/1233).

Sadreddin Konevî ömrünün yaklaşık ilk yirmi yılını Malatya’da, gençlik ve orta yaşlılık dönemini (626-643/1228-1245) Anadolu dışında Mısır, Hicaz ve Suriye’de (çoğunlukla İbnü’l-Arabî’nin yanında), son otuz yılını da (643-673/1245-1274) Konya’da geçirdi. Aralarında Mevlânâ, Kadı Sirâceddin el-Urmevî, Ahi Evrân, Sa’deddîn-i Hammûye, Mahmûd-ı Hayrânî gibi dönemin meşhur sûfîleri ve âlimlerinin de bulunduğu zevât ile yakın ilişkiler kurdu. 673/1274’te Konya’da vefat etti ve adına inşa edilmiş olan zâviyeye defnedildi.

Tasavvuf tarihinin -İbnü’l-Arabî dışarda tutulacak olursa- en etkili düşünürü Sadreddin Konevî’dir denebilir. İbnü’l-Arabî ve Sadreddin Konevî ile birlikte tasavvuf nazarî bir disiplin veya “müdevven bir ilim” olma hüviyetini kazanmıştır. Tasavvufun tarihi açısından yeni bir döneme işaret eden bu tarihsel kesiti, İbnü’l-Arabî ve Sadreddin Konevî “olgunluk/kemâl dönemi” olarak nitelemişlerdir. Diğer nazarî disiplinlerin dönemlendirilmelerinde görüldüğü üzere tasavvuf için de bir mütekaddimîn ve müteahhirîn ayrımı yapılacaksa şayet, bu dönem söz konusu teşebbüs için bir başlangıç kabul edilebilir. Serrâc, Kelâbâzî, Kuşeyrî gibi dördüncü ve beşinci yüzyıl müellifleri, mevzu-mebâdî ve mesâil bakımından tasavvufu hadis, tefsir ve fıkıh gibi şer’î ilimler ile birlikte değerlendirerek, tasavvufa alan açma ve çeşitli açılardan tasavvufu adı geçen ilimlere yaklaştırma gayretini güttüler. Ancak sonrasında İbnü’l-Arabî ve Sadreddin Konevî ile birlikte tasavvuf, felsefe ve kelâmın da yer aldığı aklî ilimler çatısı altında kendisine yer bulma amacıyla hareket etti. Bu amaç doğrultusunda Sadreddin Konevî tasavvufu, ilm-i ilâhî (metafizik) olarak tanımladı.

Konevî bu girişimi ile Fârâbî ve İbn Sînâ gibi meşşâî filozofların metafiziğe ilişkin görüşlerini tasavvufî dil ve tecrübenin eşlik ettiği bir formasyonla yorumladı. Metafiziğin diğer cüzi ilimler ile olan ilişkisini Konevî “ilm-i ilâhî” kavramında karşılık bulan bilgi alanına taşıdı. Yani tasavvuf ya da bu dönemdeki adıyla ilm-i ilâhî diğer ilimlerin ilkelerini kendisinden aldığı tümel bir disipline dönüştü. Nitekim dönemin olgunluk/kemâl olarak vasıflanması da bu çabayla irtibatlı bir sonuç idi. Sadreddin Konevî’nin tasavvufu teorik bir çerçeveye dahil etme girişimi, herhangi bir ilkeye ya da yönteme dayanmaksızın nas yorumculuğu yaptıklarına ilişkin sûfîlere dönük dışarıdan gelen eleştirilerin ve zâhir-bâtın ya da şeriat-hakikat ilişkisi bağlamında yapılan aşırı yorumların yol açtığı ibâhilik hususunda içeriden dile getirilen tenkitlerin önüne geçme amacına matuftu. Bu bağlamda Konevî tasavvufu, objektif kriterleri haiz homojen bir yapı olarak vazetti. Böylece de Miftâhu’l-gayb adlı eseri başta olmak üzere Konevî sâyesinde tasavvuf kısmen tedrisi mümkün bir forma bürünmüş oldu.

Sadreddin Konevî’de ilm-i ilâhî ile birlikte ilm-i tahkîk, mârifetullah gibi kavramlara karşılık gelen metafiziğin konusu, Allah’ın varlığı; ilkeleri, Allah’ın “varlığının lazımı olan ana hakikatler” yani ilâhî isimler; meseleleri ise, isimler ile ortaya çıkan hakikatler yani Allah-âlem arasındaki ilişkinin izahıdır. Metafiziğin konusunu Allah’ın varlığı yapmakla Konevî, İbn Sînâcı perspektifin dışına çıkmıştır. Bu hususta Konevî’nin tasavvufî hassasiyetleri öne çıkaran bir tavrı benimsediğini söylemek mümkündür. Konevî’ye göre Allah mutlak yani zorunlu varlıktır, dolayısıyla da mümkünlerin varlık sebebidir. Allah’ın mümkünlere varlık vermesi ve yaratması belirli bir sebebe taalluk eder. İbnü’l-Arabî’nin dile getirdiği şekliyle bu sebep, Allah’ın bilinme arzusu ve sevgisidir. Bu ise ilâhî isimlerin açığa çıkması ve kemallerinin zuhûru talebidir. Çünkü Allah için zâtî ve esmâî olmak üzere iki tür kemâlden söz edilir.

Zâtî kemâl Allah’ın münezzeh ve aşkınlığına işaret eden bir kavramdır, Allah bu yönüyle âlemle herhangi bir şekilde ilişkili değildir. Ancak isimlere âit kemâlin gereği Allah âlemi yaratmıştır. Konevî’ye göre yaratma, yaratan ile yaratılan arasında bir yönüyle benzerlik bir yönüyle de farklılaşma meydana getirir. Konevî’nin bu yargısı Miftâhu’l-gayb’da belirttiği temel iki ilke dolayısıyladır: “Bir şey kendisinden farklı ve ona zıt bir ürün meydana getirmez.” “Herhangi bir şeyden bütünüyle kendisine benzeyen bir şey meydana gelmez.” Konevî yaratmayı sudûr teorisiyle irtibatlı bir mesele olarak ele almakla birlikte teorinin yol açtığı zorunlu nedensellik fikrini reddederek yaratma sistemine vesileciliği yerleştirmiştir. Bu durumda Konevî’nin yaratma fikri, sudûrun formel yapısını çağrıştırması yönüyle filozoflardan, içeriğin izahında ise kelamcıların cevher-araz teorisinden etkiler taşımaktadır. Nedenselliğin reddi ile Allah-âlem arasındaki ilişkinin sürekliliğine vurgu yapmak amaçlanmış, bunu izahta “tecdid-i halk” yani Allah’ın âlemi bir defa da değil sürekli ve her ân yeniden yaratması fikri devreye sokulmuştur ki bu durumda âlem -Eş’arîlerin cevher-araz teorisinin temel cümlelerinden biri olan- Allah karşısında iki anda baki olmayan arazlar toplamı olarak kalmaktadır. Dolayısıyla Konevî’nin yaratma teorisiyle, Allah’ın her ân eşyâyı yarattığı ve Allah’ın her ân eşyâ ile birlikte olduğu fikrini temellendirmeye çalıştığı söylenebilir.

Konevî’nin varlık düşüncesinde en önemli konulardan birisi nefs ve nefsin mahiyeti meselesidir. Tasavvufta genel itibariyle “Nefsini bilen Rabbini bilir” sözünden hareketle nefis Allah’ı bilmek için aracı bir hakikat olarak kabul edilir. Konevî nefis kavramı ile insanın hakikatine gönderme yapmaktadır ki insanın hakikati (ayn) Allah’ın ilminde ezeli bir hakikat olarak bulunur (sübût). İbnü’l-Arabî Allah’ın ilmindeki bu bulunuş hâlini vücûd ile değil de sübût kavramıyla, mevcut olan şeyi de ayn veya hakikat kavramıyla karşılamaya özen göstermiştir. Aslında İbnü’l-Arabî ve Konevî’ye göre bir şeyin hakikatinden söz etmek, onun ilâhî ilimde bulunuşundan yani ayn-ı sâbiteden bahis açmaktır, dolayısıyla bir şeyi bilmek de ilâhî ilimdeki hâli ile o şeyi bilmektir. İlâhî ilimde insanın hakikati, gayr-i mec’ûldür yani yaratılmamıştır. Sudûrdaki hiyerarşiyi andıran bir yapı ile nefis kesafet kazanarak şehadet mertebesine kadar iner. Varlığı dâirevî olarak düşünen sûfîler tarafından bu süreç nüzûl olarak adlandırılmaktadır. Sürecin devamında nefsin ilk bulunuş hâline ya da hakikatine ulaşmak ise urûc ile yani nefsin tecerrüdü ile mümkün hâle gelecektir.

Kaynakça:

Ekrem Demirli. İslam Metafiziğinde Allah ve İnsan: İbnü’l Arabi ve Vahdet-i Vücud Geleneği. İstanbul: Kabalcı Yayınevi, 2009; DİA; İDA.