Osmanlı Devleti, II. Abdülhamid Han’dan sonra Jön Türkler ve İttihat ve Terakki Cemiyeti eliyle serdedilen entrikalar sebebiyle yıkıma sürüklendi. Bunlar tarafından, düşmanlarla yapılan işbirlikleri neticesinden Osmanlı süratle özünden ve ruh kökünden uzaklaştı. Devlet, aynı zihniyetin hatalarının kurbanı olarak 1. Dünya Savaşı’na katıldı; iç ve dış düşmanlar eliyle tarihin sahnesinden çekildi.

Ardından sıra çağdaş yeni devletin kuruluşuna geldi. Toplum mühendisliğinin tüm enstrümanları kullanılarak adım adım her alanda cebri değişim ve dönüşümler yapıldı. Cumhuriyetin kuruluşundan önce saltanat kaldırıldı. Tarih 1922… Sonra 29 Ekim 1923 tarihindeki TBMM’nin toplantısında Cumhuriyet ilan edildi. Bu toplantıda meclis toplam mevcudu olan 289 milletvekilinden 158'i oy kullandı, o gün 159 kişi vardı, geri kalan 130 kişiye haber verilmemişti, onlar cumhuriyetin bu şekilde ilanına muhalifti.

Bunu hilafetin kaldırılması ve Şer’iyye mahkemeleri (1924) ve Mecelle’nin ilgası (1924-1937) takip etti… 1925’te Şapka Kanunu çıkarılarak herkesin şapka giymesi mecbur kılındı. Aynı yıl türbe, tekke ve zaviyeler kapatıldı. 1926’da medreseler kapatıldı. Harf inkılabı adı altında bin yıldan fazladır kullanılan Arap alfabesi kaldırılarak kültürel köklerimizle bağlar koparıldı ve yerine Latin alfabesi getirildi, tarih 1928 idi... Medeni kanun da 1934’de kabul edildi.

Yıllarca “inkılaplar” inkılabı kovaladı durdu. Geçmişe dair ne varsa berhava edilmek istendi. Hatta bir dönem alaturka musiki öğretimi yasaklandı, tarih 1926 idi… “Atatürk”ün bir meclis konuşmasından sonra 8 ay süre ile alaturka musikinin icrası da yasaklandı, tarih 1934 idi… Alaturka musiki öğretimi yasağı tam 50 yıl sonra 1976’da bir Türk Müziği Konservatuvarı kurulmasına kadar titizlikle tatbik edildi…

Zaman geçti. Atatürk 1938’de ölünce, tekke ve zaviyelerin kapatılmasından 13 yıl sonra ülkedeki türbelerin tamamından daha büyük bir alanda, sonradan “Anıtkabir” adı verilecek olan resmi “türbe”nin inşası için harekete geçildi. 1943 yılında inşaatına başlanan türbe 1953 yılında ancak tamamlanabildi. 750 bin m2 alan üzerinde kurulan ve 24 ton altın karşılığı harcamayla tamamlanabilen türbede devlet erkânının uyması gereken birçok yeni kural ihdas edildi. Zamanla bunlar adeta birer dogma haline getirilerek tenkidine dahi tahammül edilmeyecek şekilde kutsanmaya başlandı… Diğer türbe, tekke ve zaviyeleri kapatma fikrinin arka planında bu büyük türbeyi öne çıkarma gayreti mi vardı? Bilinmez!

Sonra... Daha sonra köprünün altından çok sular aktı… Kutsallarımız örselendikçe örselendi. Yıpratılan değerlerimizin yerine çağdaş tapınma biçimleri edinildi. Stadyumlar futbolun mabetlerine dönüşürken, resmi türbe de devletin mabedi olarak tüm ritüelleriyle protokoldeki yerini aldı.

Ne oldu bize?... Adeta büyük bir beyin travması geçirmiş tuhaf bir topluma dönüşmüş gibiyiz. Değerler, ölçüler birbirine girmiş vaziyette. Kim kimden yana belli değil? Tam bir kargaşa halini yansıtıyor toplumun yapısı. Bir milleti millet yapan temel değerlerden söz edemiyorsunuz neredeyse. Ne oldu bu millete, bu milletin insanlarına? Eskiden bir çırpıda tefrik edilirdi her şey. Bu tefrik kültürümüzden sanatımıza kadar her yerde kendini gösterirdi.

Hatırlayın, yabancı filmlere “yabancı film” diyen olmaz idi. Onun adı ecnebi filmdi. Bu milletin değerlerini yansıtmayan her şey “ecnebi” kavramıyla tefrik edilirdi. Oysa şimdi ecnebiliğin her çeşidini kanıksadık. Hem de o kadar güzel bir kılıfla ruhumuza, benliğimize kabul ettirildi ki, fark edemedik bile ecnebileştiğimizi.

Sonra da şaşakalıyoruz tabii onları görünce. Onlar… “Bizim”, “bizden” dediklerimiz… Onları bizden, milletin değerleriyle bütünleşmiş zannederken, bu hüsnü zannımızı boşa çıkaran davranışlarıyla cevabımızı alıyoruz: “Biz farklı bir dünyanın insanlarıyız.” der gibi bir halle karşılaşıyoruz. Biz kimiz, onlar kim? Biz başka onlar başka da kendimizi mi aldatıyoruz yoksa! Bu durum bizi tarihi bir yanılgıya götürüyor gibi. Daha düne kadar mülevves bir inançtan ve o inancın değerlerinden sakınan bizler, yanına yaklaşmadığımız ve inanç dünyamıza tamamen aykırı bir putperestlikten sakınan bizler, eskilerin atalarının dini yaşatmasına ilişkin batıl inançlarının uzağında duran bizler, bugünlerde maalesef, inancımızı örseleyen, bir değirmen misali öğüten bir süreç içinde yuvarlanıp gitmekteyiz.

Böylesine temel değerlerimizden uzak bir inanç/inançsızlık bataklığına saplanmamızın sebebi ne ola ki? Bize özgü değerlerden çok mu uzaklaştık acaba? Yoksa bunun sebebi, yiyip içtiğimizin helâlliğine ve temizliğine yeterince dikkat etmeyişimizden midir?

İnancımızın kesin kabul etmediği böylesine ecnebi hükümleri/kararları veren bu milli değer karşıtları ve dahi aymazları kimlerdir? Kimin adına işliyorlar bu şenaatleri? Bu memlekette giderek kaybolmaya yüz tutan putperestliği yeniden ayağa kaldırmak için sanki hususî bir eylem planı hazırlanmış gibi harekete geçenler kimin adamları?

Dağın yamacında ya da okulun bahçesinde ya da kuruluş ve kurtuluşun çıkış yolunu gösteren efsane lider gibi görülen, bu milletin mukaddesatına, değerlerine savaş açan kartondan kahramanları diriltmek “bizim bildiğimiz” idarecilerin inanç yapısıyla bağdaşıyor mu?

Artık arkadan gelen muhafazakâr nesil eliyle, dindarlıkla putperestliği telif ederek yeni bir din mi icat ediliyor? Adeta problemlere çözüm üretmekten aciz bir yapının icraatına eş, nedir bu ölüm yıldönümlerinde ya da bayramlarda yoğun bir katılımı sağlama konusundaki heves? Bu milletin derdine derman olacak çözümler üretilmesi gerekirken, kemikleşmiş malum militarist ve ideolojik zihniyete öykünmek de neyin nesi? Bu milletin bu zihniyetle tarihin hiçbir döneminde barışık olmadığı bilinmiyor mu? Bu durum karşısında akıl sahipleri soruyor; “fe eyne tezhebun?”

Hâlbuki yakın zamana kadar öncülerimiz, elden geldiğince şekli ziyaretlere ve kutlamalara iltifat etmeyerek milletin derdiyle dertlenmeyi esasa alıyorlardı. Rutin ziyaretlerde bile konuşmaları milletin değerlerine saygılı ve son derece ölçülü oluyordu. Millete hakareti şiar edinen ecnebileşmiş kimselere de gereken hitap yapılmaktaydı. Böylece milli değerlerden taviz vermeyen söylemler esas alınmış oluyordu.

Yönetimdeki bu aşırı sekülerleşmenin/dünyevîleşmenin doğurduğu vahim neticeler ortadayken bunun görülmemesi kabil mi? Biz mi değiştik/dönüştük yoksa? Dünyevî makamlar bize tatlı geldiği için mi Hakk’ın dile getirilmesinde umursamazlık baş gösterdi? Bu gidiş, gidiş değil! Bu dönüşüm, hayra alamet değil! Statükonun istediği seküler/dünyacı bir hayat tarzının kabulü, onların yaşam kültürüne ayak uydurulması ülkenin problemleri için çözüm müdür?

Bir yandan Allah'ı razı ederken, öte yandan onların kutsallarını, düşüncelerini baş tacı etmenin, hele bunu sürekli dile getirmenin izahını yapacak olan var mı? Cemiyeti özünden uzaklaştırarak dönüştürdükten sonra, istediğimiz kadar İmam-Hatip Okulları açılsın! Neye yarar?

Acaba yukarıdaki idarecilerin Hakkı hâkim kılma niyeti sahih olarak ayakta iken, yanında, sağında ve solunda bulunan alt kademedeki idareciler mi amirlerinin yanılgılarına zemin hazırlıyorlar? Yaşanan olumsuzluklar sebebiyle, Milletin aklına takılan sorulardır bunlar. Bir de üst kademedeki yöneticilerin, bu ilkesiz ve çıkarcı çevreleri halâ neden yanlarında tuttukları konusunda, büyük öneme haiz olan bu soru, ciddi manada güvensizliği pompalamaktadır.

Sen ne diyorsun arkadaş!

“Şimdi bunları dile getirmenin zamanı mı?” diyorsunuz gibi geliyor bana… Evet çiçekten/böcekten bahsetmek varken, böylesine hassas bir konuyu dile getirmekle gerçekten mayınlı bir alana girdiğimizin farkındayız! Mayınlı alanlarda serbestçe yürümenin zorluğunu da biliyoruz. Bazen mayınlı alanlarda yürümek attığımız adımlara dikkat etme alışkanlığı edinmemize yardımcı olabilir… Böyle bir faydası da vardır! Ayrıca, “erken öten horozun başını keserler” özdeyişinden hareketle “şimdi bunları konuşmanın zamanı değil” deyip Hakk’ın kelimesinin yücelmesini terennüm etmeyi sürekli ertelemeli miyiz? Meselelerimizi ve problemlerimizi inanç, irfan ve ruh kökümüze ait tüm değerlerimizi kaybettikten sonra mı konuşacağız?

İyi, doğru ve güzele yöneliş, selim bir kalple Hakk’ın ve Peygamber Efendimiz’in buyruklarına tutunmakla olur. Yarın o dehşetli günde “emaneti nasıl kullandınız?” diye sorulduğunda verecek makul bir cevabımız var mı? Bunu başta idarecilerimiz olmak üzere hepimiz kendimize sormalıyız…

Görüş: Sırrı Kadem

Aylık Baran 7. sayı