Her gün dünyanın farklı yerlerinden ayaklanma ve protesto haberleri gelmesi artık vaka-i adiye dönüşmüş vaziyette. Fransa, Şili, Hong Kong, İran, Irak, Lübnan, Mısır, Bolivya’da çığırından çıkma safhasına doğru ilerleyen ve Amerika’dan Çin’e dek geri kalan coğrafya üzerindeki pek çok memlekette de dil, din, ırk ve mezheb ayrımı gözetmeksizin için için kaynayan hareketliliklere şahitlik etmekteyiz. Bu hadiseler hakkında yapılan çalışmalara baktığımızda ekonomi, adalet, ümitsizlik ve özgürlük gibi pek çok kaygının ön planda ele alındığını görüyoruz. Esasında, her zaman olduğu gibi birileri filin tuttuğu uzvundan yola çıkarak bir tarif geliştirmekte ve bunun bütüne hâkim olduğunu iddia etmekte. Fakat biliyoruz ki halk hareketlerinin sırrı en az mantığındadır; aklın ötesinde bir sezgi ve kaynağını belki de eylemcilerin kendilerinin bile teşhis edemediği, adını koymak noktasında çaresiz kaldıkları ruhî buhrandan kaynaklanmaktadır. 

Ön plana çıkartılan gerekçelerden yola çıkarak tüm bu hadiselerin esas kaynağına doğru şöyle bir gezintiye çıkalım.

İktisadî ve Hukukî Sebebler
Pek çok ülkedeki ayaklanmaların fitilini ateşleyen kıvılcımın yapılan zamlar olduğunu göz önünde bulundurarak ilk sırada ekonomik sebebleri değerlendirelim. 2008 senesinde yaşanan ekonomik krizden sonra dünya çapında büyük çapta bir finansal daralma yaşandı. 2008 senesinde kadar, yapılan yatırımlara nisbetle çok büyük oranda kârlılık sağladığı için yıldızlaştırılan kalkınmakta olan ekonomiler, krizden sonra, değirmenlerine taşınan su kesilmeye başladığı için büyüme trendini sürdüremediler. Hızlı büyüme trendi esnasında doğan orta sınıf elde etmiş olduğu imkânları kaybetmekle yüzleşti. Yüksek enflasyon, aşağı ve yukarı yönlü hızlı kur hareketleri ile yüksek faiz neticesinde fakir daha da fakirleşirken, zengin ise parasına para kattı ve gelir dağılımındaki eşitsizlik uçurumu her geçen gün büyüdü. İşler iyiyken pek de bir yük olarak görülmeyen sağlık ve eğitim başta olmak üzere sosyal hizmetler, eski gelirlerin elde edilememesi dolayısıyla devletler tarafından terk edilmeye başlandı. Yalnız kalkınmakta olan ülkelerin değil, bütün ülkelerin eş zamanlı olarak ekonomik büyümelerinin yavaşlaması, durağanlaşması ve hatta yaşanan küçülmeler, tüm bunların yanı sıra bir de peşinden istikbâl kaygısını getirdi. Dünya çapında yapılan araştırmalara göre geleceğine özgürce yön verebileceğine inanan insan sayısı hiç olmadığı kadar azalmış vaziyette.

Ne Kadar Çok Para, O Kadar Eşitsizlik
Protesto gösterilerinin yaşanmakta olduğu Paris, Hong Kong ve Santiago’yu ele alalım:

Paris, Kasım 2018’den bu yana Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un akaryakıt vergisini arttırma kararına tepki olarak başlayan protestolara sahne oluyor. Şili’nin başkenti Santiago’da halk Ekim ayından beri Cumhurbaşkanı Sebastian Piñera’nin emriyle uygulamaya koyulan metro zammına karşı sokaklarda.

Çin’e bağlı olmakla birlikte, özerk bir idari yapıya sahip Hong Kong ise suçluların Çin’e iadesinin önünü açan yasa teklifine karşı Mart ayından beri ayaklanmış durumda.

Sürdürülebilir Kalkınma Çağı, Yeni Amerikan Ekonomisini Kurmak gibi kitapların da yazarı olan ünlü Amerikalı ekonomist Sachs’a göre, kendilerine has nedenlerle ayaklanmış olsalar da bu zengin şehirlerdeki ayaklanmaların yine de ortak bir noktası var:

“Bu protestolar bize, toplumun geneline bir adaletsizlik hissi ve düşük sosyal hareketlilik idraki hâkim olduğunda neler olabileceğini açıkça gösteriyor.

Bu ülkeler, geleneksel standartlar bazında son derece varlıklı ve rekabetçi olmalarına rağmen, vatandaşları, temel yaşam şartlarından memnun değil. 2019 Dünya Mutluluk Raporu’na göre, Hong Kong, Fransa ve Şili vatandaşları, hayatlarının bazı açılardan ciddi anlamda çıkmazda olduğunu düşünüyor.”

Yazar, araştırma şirketi Gallup’un her yıl dünya genelinde yaptığı bir ankette, katılımcılara “Hayatta ne yapacağınızı seçme özgürlüğünüzden memnun musunuz yoksa memnun değil misiniz?” sorusunun yöneltildiğinden söz ediyor ve yanıtları paylaşıyor:

“Kişi başına düşen gelir bazında dünya genelinde 9. sırada olan Hong Kong, vatandaşlarının yaşamlarına özgürce yön verdiklerini hissedip hissetmedikleri bakımından listenin çok daha gerilerinde 66. sırada yer alıyor. Aynı uçurum, kişi başına düşen millî gelirde 25., seçme özgürlüğünde ise 69. sırada olan Fransa ile söz konusu göstergeler bakımından sırasıyla 48. ve 98. sırada olan Şili için de geçerli.”

“Üç ülkede de varlıklı ailelerden gelmeyen şehirli gençler, makul fiyatlı bir ev ve düzgün bir iş bulabilecekleri konusunda ümitsiz. Emlak fiyatlarının ortalama maaşa oranı bakımından Hong Kong dünyanın en pahalı yerleri arasında. Şili, dünyanın yüksek gelirli ülkelerinin oluşturduğu Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü (OECD) bünyesinde, gelir eşitsizliğinin en yüksek olduğu ülke konumunda. Fransa’da ise seçkin ailelerin çocukları, diğer yaşıtlarına göre avantajlarla dolu bir yaşam sürüyor.”

Sachs, ev fiyatlarının çok yüksek olduğu bu şehirlerde, insanların şehir dışında yaşamak zorunda olduğunu, dolayısıyla ulaşımı etkileyecek her zamma tepki duyduklarını söylüyor.

Öte yandan, toplumsal hareketlilik krizleri ve eşitsizlik sorunları sadece Hong Kong, Fransa ve Şili’ye has durumlar değil. Gelir dağılımındaki eşitsizliğin benzeri görülmemiş seviyelere ulaştığı, halkın hükümete güveninin ciddi şekilde zedelendiği Amerika Birleşik Devletleri de artan intihar vakaları ve toplu katliamlar gibi içtimâî buhrana işaret eden olaylarla karşı karşıya.

Bu noktada belki de en önemlisi ve en az şaşırtıcı olanı, refah seviyesini değerlendirmeye yönelik klasik ekonomik ölçütlerin, halkın gerçek hissiyatını ölçmede yetersiz kalıyor olması.

Kişi başına düşen gayri safi yurt içi hasıla, bir ekonominin ortalama gelirini ölçer, ancak bu gelirin dağılımı, insanların hakkaniyet ya da adalet algısı, halkta oluşan finansal zafiyet duygusu ve genel yaşam kalitesini etkileyen, hükümete güven gibi diğer koşullar hakkında bir şey anlatmaz. Bilhassa stagflasyona giren veya gelişmesi yavaşlayıp durma noktasına gelen ekonomilerde halkın ortalama gelirinin azalması, insanlarda bir umutsuzluk ve yılgınlık hissiyatı oluşmasına yol açıyor.

Ölçekleri Çalışmayan Düzen
Diğer taraftan, Dünya Ekonomik Forumu Küresel Rekabetçilik Endeksi, Heritage Vakfı Ekonomik Özgürlük Endeksi ve Fraser Institute Dünya Ekonomik Özgürlük raporu gibi listelerin de, halkın adalet, yaşama dair tercihlerde bulunma özgürlüğü, hükümetin dürüstlüğü ve vatandaşların güvenilirliği konusundaki sübjektif algısını pek de yakaladığı söylenemez.

Bu ülkelere ilâveten Mısır, İran, Irak ve Lübnan gibi rejimleri tarafından milletlerin soyup soğana çevrildiği, devlet idaresinde rol alanlar ile bunlarla iş tutanların zevk-ü sefâ içinde yaşadığı, milletin geri kalanının sefâlete mahkûm edildiği ülkeleri de unutmamak gerek.

Hayatın Gayesi
Tüm bunlarla beraber, eskiden zenginlerle fakirlerin birbirinden haberi olmadan yaşadığı bir dünya artık yok. Ayrı ayrı sokaklar ve muhitlerde yaşasalar da sosyal medya başta olmak üzere herkes herkesin yaşadığı hayatı görüyor, izliyor ve beklentilerini de buna göre tayin ediyor. E bu beklentiler gerçekleşmeyince, hayatın gayesi sırf bu dünyanın maddî zenginlik ve zevklerine irca edilince de ister istemez çözümü yine yalnız maddî plana mahkûm olan çözümsüz buhran doğuyor. 

Hayatın gayesi deyince sanki son derece pratik bir mevzuyu teorik bir alana mahkûm etmeye çalışıyormuşuz gibi anlaşılabilir ve hatta tenkit de edilebilir; fakat unutulmaması gerekir ki yaşanan hayattaki gaye, hedef ve idealler, memnuniyet ve memnuniyetsizlikleri tayin eder ve hayatların gayesine göre şekillenir. Bugün dünya çapında hayatın gayesi olarak kabullenilenler nelerdir? Yapılan araştırmalara göre daha az meşakkatli bir iş, daha çok kazanç, daha iyi bir muhitte daha iyi bir ev ve kazanç ile beraber tüm bu şartlarda sürekli olarak beklenen iyileşme... 

Hayatın gayeliliğini merkeze alırken biz pratikten çıkıyor da teoriye giriyorduk ya, yâni birçoklarının deyişiyle realist davranmıyoruz ya hani, bakın bakalım, herkesin hayatının aynı anda yalnızca maddî bir cihetten sürekli olarak daha iyileşmesinin beklenmesi ne kadar gerçekçi? Ve bu çıkması kaçınılmaz olumsuzluk nasıl dengelenecek o ayakları yere basan realistler tarafından?
***
Düne kadar kendi işlemese bile ortaya koymuş olduğu istatistikler üzerinden yaşatılmaya çalışılan dünya düzeninin artık ölçekleri bile çalışmıyor. Çin, hayvandan aşağı şartlarda çalıştırdığı 1,5 milyarlık nüfusu ile insan emeği maliyetini sıfıra yaklaştırırken, el atmadık sektör bırakmıyor ve düşük maliyetleri sayesinde elde ettiği rekabet edilemez fiyat politikasıyla dünyanın geri kalanını üretim noktasında hadım etmeye doğru her geçen gün ilerliyor. 

Gelirlerin azalması, işsizliğin artması, sosyal devlet rolünün gerilemesi, alt ve üst yapı yatırımlarının yenisi yapılamadığı gibi eskilerinin tamirat ve tadilâtına bile para yettirilemiyor olması ve bir de tüm bunlara ilâveten hiçbir manevî dayanak kalmamış dünyayı daha önce hiç tecrübe etmediği yeni bir güne hazırlıyor. Türkiye’nin de bu dünyanın bir parçası olduğunu unutmamak gerek!
 
* Jeffrey D. Sachs’ın “Zengin şehirler neden ayaklanıyor?” başlıklı makalesinin Evren Serbest tarafından İngilizceden Türkçeye çevrilmiş ve fikirturu.com adresinde yayınlanmış hâlinden istifâde edilmiştir.


Baran Dergisi 671. Sayı