Bir derbeder gibi sokakları dolaşıyordum. Artık bu şehirde hazzettiğim çok az şey kalmıştı. İstanbul geçmişten gelen bütün zarif taraflarına rağmen, bir güzelin sahte gülüşlerinden başka bir şey vaad etmiyor artık. Ona bu hâli, bu çehreyi kazandıran da biziz. Bütün hoyrat taraflarımızla, kötü bir ressamın tuvaline acemice fırça darbeleri vurması gibi her geçen gün daha berbat bir tablo oluşturuyoruz.

Ben de bir hayattan kopup giden bir çakıl taşı gibiyim, ayaklar altında oradan oraya sürükleniyorum. Herkesin hayata karşı bir refleksi var, hayatın getirdiği zorluk ve şartlarla mücadele etmek yerine türlü bahanelerle kendini bir köşeye atmak da bunlardan biri. Benim bahanem de bu galiba.

Mısır Çarşısı’ndan metroya doğru yürüyordum. Büyük postaneyi henüz geçmiştim. Etraftaki kalabalığın içinden kulağıma konuşulan diller arasında Türkçe kadar, boğuluyormuş gibi gırtlaktan zorlama seslerle Almanca ve birini fena halde pataklıyormuş gibi sert Rusça sesler de çalınıyordu.

Ve birdenbire bütün kakofoniyi bozan biri “Kaçıııın, kaçın” diye bağırarak kalabalığın ortasında koşarken belirdi. Kendisine birkaç beden büyük gelen bir ceket giymişti. Onu tanımayan ve ilk defa bu halde gören hemen yaftayı yapıştırırdı: Deli! Ben de birkaç defa görmüştüm onu, fakat böyle deli gibi bağırmıyor ve koşmuyordu. Delirten bir sıcakta ceket giymek gerçekten deli işiydi. Nasıl oluyordu da rahatsız olmuyordu hayret. Deli deliyi görünce sopasını saklarmış, derler. Böyle bir durum olsa gerek, muhtemelen sıcak ona tesir etmiyordu.

O kadar kalabalık içinde geldi ve yakama yapıştı. Korkmadım, ama şaşırdım.

“Dünyanın yükünden çok bir şey taşımamak lâzım.”

Dedi ve yine “Kaçıııın, kaçın!” diye bağırarak Yeni Camii’ne doğru koşmaya başladı. Arkasından bir süre bakakaldım. Kendime geldiğimde de herkesin bana baktığını fark ettim. Herhalde beni delinin arkadaşı zannetmişlerdi. Belki de deli gibi bağırarak koşan birinin yakasına yapıştığı adama verdiği sırrı merak ediyorlardı. Büfeden kafasını uzatan satıcı:

“Zararsızdır, merak etme!” dedi.

Esasında delilerin deli olduğuna inanmıyorum. Bana kalırsa son derece akıllılar. Düşünsenize hiçbir mesuliyetleri yok, bütün işleri diğer insanların üstüne yıkıyorlar. Kimse onlardan bir işin ucundan tutmasını veya bir evin geçimini sağlamasını beklemiyor. İstedikleri kadar başıboş dolaşabiliyorlar. Kim akıllı?

Biraz sersemlemiş olarak yoluma devam ettim.

Aslında gelişigüzel dolaşmıyordum, dün gece Hâdi aramıştı, “Abi bir iş için sana acil ihtiyacım var.” demişti. Sebebini sormak istemiyordum, ama sordum. Bazen çok tatsız durumlar içinde kalabiliyorum. Bu gibi bir duruma düşmemek için sormadan söz vermek istemedim. Yeni bir yer kiralayacakmış, mal sahibi ile görüşmede ve yerin görülmesinde benim de bulunmamı istiyordu. Tam olarak nasıl bir vazife icra edeceğimi anlamamıştım. Yeri kiralayan ben olmadığıma göre benim beğenimi merak ediyor olamazdı. Ama bir mizansen düşünmüş, ben bir uzman edası ile orada bulunacakmışım ve ederi etmez bahsinde görüş bildirecekmişim. Kendisi zaten yeri beğenmezse bana edeceği bir işmar ile bunu belli edecekmiş ve ben de menfi görüş belirtecekmişim. Tatsız bir vaziyet. Bu kadar oyuna ne gerek var? Beğenmedim, der ve çıkarsın. Çok ısrar edince hayır, diyemedim. El mahkûm gidiyordum yani. Yer Bostancı’daydı ve benim bir işim olmazsa asla uğradığım bir yer değildi. Beni metro istasyonundan alacaktı.

Trafik ışıklarına geldiğimde beklemeye başladım. Işık yayalara yansa bile buranın keşmekeşliğinde karşıya geçmek başlı başına bir dertti. Nihayet trafiğin tıkandığı bir ânda ben de kalabalığın akışına kapılarak ışığın yanmasını beklemeden karşıya geçtim. Orada daha önce rastlamadığım seyyar bir tatlıcı vardı. Tatlıcıyı ilk defa görmekten ziyâde tezgâhındaki tatlılar dikkatimi çekmişti. Ortası nerede ise kan kırmızı jöle kıvamındaydı. Üst ve alt kısımları hamur işiydi. Üst kısmı fırınlanmış gibi kızarmış, belki yüzlerce küçük karecikten oluşan bir görünümdeydi. Satıcı tepsideki tatlıdan düzgün, kare şeklinde parçalar kesiyor, elde yiyecek olanlara kâğıt arasında paket yaptıranlara da plastik kaplar içinde tatlısını veriyordu. Eli bu işe yatkın ve hünerliydi. Tezgâha yanaştım ve tatlının ismini sordum. “Hezarpare” dedi. Yabancı gelmedi bu isim bana. Ben daha bir şey söylemeden satıcı bana maharetli bir şekilde kestiği tatlıdan bir parça uzattı. İşte en etkili pazarlama usullerinden biri; malına itimadı olan onu muhtemel müşterisine bütün açıklığı ile arz eder. Çok lezzetliydi. Ondan iki porsiyon paketlemesini istedim. Bir tane de yolluk olarak yemek için aldım. Bir yandan metroya doğru yürürken bir yandan da yediğim tatlının lezzetinin şimdiye kadar duyulmamış olmasına hayret ediyordum.

Evet, pâre parça demekti, ama hezar ne demekti, bilmiyordum. Metroya girdikten sonra satıcıya isminin ne mânâya geldiğini sormadığıma pişman oldum.

Denizin altından bir tren vasıtasıyla geçmek aslında epey ürpertici olmasına rağmen alışkanlıkla bunu yapan insanları gördüğümüzden dolayı biz de bu maceraya gözümüz kapalı girebiliyoruz. Esasında milyarlarca ton suyun ve toprağın altındayken muhtemel bir aksilik durumunda içine düşeceğimiz tehlike ile aramızda hiçbir tedbir yok. Fakat dünyada örneklerinin olması bizi rahatlatıyor sanırım. Dakikalar içinde Kadıköy tarafında tekrar gün ışığı gördük. Trendeki kalabalık da bir nebze azaldı. Yanıma yeni biri oturmuştu. Güngörmüş temiz giyimli bir memur emeklisini andırıyordu. Belki de emekli bir öğretmendi. Elimdeki şeffaf kap içindeki tatlıya gözleri takıldı. Sırf merakı gitsin diye o sormadan ben söyledim.

“Güzel bir tatlı, ismi hezarpâreymiş. Ben de ilk defa aldım.”

“Hımm, dedi merak uyandıracak bir şekilde, ilginç bir isim seçmişler.”

“Nesi ilginç? Ne demek hezarpâre, biliyor musunuz?”

Daha iyi görebilmek için başını şeffaf kabın üstüne yaklaştırdı. Başını mânidar bir şekilde salladı:

“Hezarpâre bin parça, demek, herhalde üzerindeki şu minik desenler sebebiyle ona bu ismi vermiş olacaklar, fakat bir tatlı için ilginç bir isim.”

“Niçin, dedim tekrar ısrarla, pekâlâ siz şimdi söyledikten sonra bu ismi ona çok yakıştığını anlıyorum.”

“Hezarpâre, dedi derin bir nefes alarak ve sesini trenin madeni gürültüsü içinde belirginleştirmeye çalışarak, tarihte bir paşanın ismidir, Hezarpâre Ahmed Paşa yanlış hatırlamıyorsam Sultan İbrahim zamanındaydı, evvela yazıcı sınıfından bir bürokrat iken, hile ve rüşvet ile sadaret makamını ele geçirdiği söylenir.”

“Olur mu canım öyle şey, padişah böyle bir şeye izin verir mi?”

“Padişah da bir insan etrafında da insanlar var, siz de insanlara rüşvet veriyorsunuz, tabii onlar da sizi padişaha tavsiye ediyorlar. Her şeyin karışık olduğu bir dönemde her şey mümkündür.”

“Bir insanın bin parça gibi bir lakabı almasına ne sebeb olmuş olabilir?”

“Kimileri onu zalim, gaddar ve hilekâr olarak tarif etmişler, ama tabii bu siz öldükten sonra sizin arkanızdan yazılan ve anlatılanlar, yine de haklılık payı var gibi, zira padişahtan ordunun savaştaki yenilgilerini bile saklamış birisinden bahsediyoruz.”

Güzel konuşan ve güzel anlatan biriydi, kendini dinletiyordu. Ağzımda hâlâ tatlının lezzetli tadı varken onu konuşturmak istiyordum.

“Ama ona Hezarpâre denilmesine ne sebeb olmuş?”

“Tabii böyle biri yaptığı işlerle kendini korumak, padişahı memnun etmek isterken birçok düşman da edinirler, galiba yeniçeri ocak ağalarının epey bir düşmanlığını kazanmış, tuzak kurduğu adamlar tuzaktan kurtulunca kendisinin vazifesinden azledilmesini istemişler, Ahmed Paşa canını kurtarmak için kaçmış, ama kurtulamamış, sığındığı yerde yakalanmış, fetva ile boğulmuş ve cesedi Atmeydanı’nda bir çınar altına atılmış. Herhalde Ahmed Paşa’nın gadrine uğramış bir asker, cesedini parçalara ayırarak mafsal ağrılarına insan yağı iyi geliyor diyerek vücudundan kopardığı parçaları birkaç akçeye oradaki ayaktakımına satmış. Lime lime doğramışlar paşayı senin anlayacağın. İşte bundan dolayı ölümünden sonra Ahmed Paşa’ya Hezarpâre denilmiş.”

Duyduklarım karşısında irkilmiştim. Adama bakmıyordum bile. Herhalde herhangi bir yere de bakmıyordum. Gözlerim kararmış, karnıma bir yumruk yemiş gibi, midem fena olmuştu.

“Ee, tatlının tadı güzel mi bari?” dedi.

Kapılar açıldı, hangi durağa geldiğimizi bilmiyordum, ama neredeyse insanları ezerek kendimi dışarı attım. Oradaki banklardan birine çöktüm. Tatlı, kanlı hezarpâre artık elimde değildi. Muhtemelen bana hikâyeyi anlatan adamın eline tutuşturup kendimi dışarı atmıştım. Dirseklerimi dizlerime dayamış ve başımı ellerimin arasına almıştım. Gerçekten araba tutması gibi fena bir haldeydim. Tatlının ismi ve tadı aklıma geldikçe kusmak istiyordum.

Hâlimi hiç bozmadan elimi telefona götürdüm. Hâdi’nin numarasını çevirdim.

“Alo, Selamün aleyküm Hâdi, ben kendimi pekiyi hissetmiyorum, senin için mühim bir durum olduğunu biliyorum, ama bugün gelemeyeceğim.”

“Nereye gelemeyeceksin abi?” diye sorunca biraz bulantıyı unutur gibi oldum ve başımı kaldırabildim.

“Sen beni arayıp Bostancı’ya çağırmadın mı?”

“Tabii, çağırdım abi, ama yarın için çağırdım, hatırlasana!”

Birden neye öfkelendiğimi bilmeden ayağa kalktım, istasyondaki insanlara aldırış etmeden avazım çıktığı kadar bağırdım:

“Allah seni bildiği gibi yapsın Hâdi, ne hâlin varsa gör Hâdi, o tatlıdan sen de yersin inşallah Hâdi!..”

“Abi ben ne yaptım?” diyen Hâdi’yi dinlemeden telefonu kapattım. Hâdi’nin bir suçu yoktu elbette. Fakat o ân kendime olan kızgınlığı birine boşaltmam gerekiyordu. Aslında Hâdi de kabahatli sayılırdı, beni aramasa, bu taraflara işim düşmeyecek ve o tatlıcı ile karşılaşmayacaktım.

Tatlıcıyı düşündüm. Aynı yol üzerinden dönersem yine onunla karşılaşacaktım. Aklıma o çılgınlar gibi koşan deli geldi. Ne demekti dünyanın yükünden fazla bir şey tutmamak lâzım?

Dünyalık hırsı ile kendini başka insanlar üzerinde hak sahibi görenler ve başkalarının hakkına girenler bir bedel ödemeden gidemiyorlar öbür tarafa galiba.

Bu deliler gerçekten de akıllılar, iş yok, mesuliyet yok, vebal yok…

Aylık Dergisi 205. Sayı Ekim 2021