Kumandan Salih Mirzabeyoğlu, 22 Temmuz 2014’te cezaevinden tahliye olduktan sonra Haliç Kongre Merkezi’nde tertiplenen Adalet Mutlak’a konferansıyla Anadolu ile kucaklaştı… Haliç Kongre Merkezi’nde tarihî bir güne ve tarihî bir kalabalığa şahidlik edildi. Konferans salonu tıkabasa dolarken, dışarıda kalanlar konferansı kongre merkezinin koridorlarına kurulan dev ekranlardan takip etti. İki saatten fazla devam eden fikir ziyafetinde Kumandan Salih Mirzabeyoğlu çok ehemmiyetli meseleleri ele aldı.

İşte o konferansın tamamı:

Bismillah’la başlayalım…

Herkes İçin Adalet Platformu, “Salih Mirzabeyoğlu Sevenleriyle Buluşuyor” adı altında malûm bir sohbet, konferans hazırladı. Murad belli; Salih Mirzabeyoğlu, sevenleriyle kavuşuyor… Dostlar, sevenler, tanışıklar, merak edenler elbette sevmeyenler de olabilir, ama herkes kendi rızasıyla burada bulunuyor ki bu “buluşmak” kelimesini asgarî müşterek olarak kabul etmemizi sağlıyor. Yâni, seven de sevmeyen de neticede “buluşmak” kelimesinde asgarî müşterekte birleşmiş oluyor. Bunu, şunun için söylüyorum, “buluşmak” kelimesini biraz sonra farklı mânâlara taşıyacağım...

Farkındasınız belki, bana gaz veriyor telegram… Onun için sesim çatallaşıyor, onu da söyleyeyim size, o konuyu da dikkate alın ben konuşurken.

“Buluşmak kelimesini asgarî müşterek kabul edebiliriz” dedim, muhabbet duyanlar için sanırım en azından bir şiirimde ifade ettiğim şu hâl kâfi:

“Aslı saklıyor delil,

sesin sözden bir başka;

bahanede sarhoş dil,

hizmet ederken aşka”

Yâni giden-gelen kelimelerden daha çok, bu muhabbet bizi buluşturmuştur burada.

Biraz daha daraltalım:

“Gönül, ne kahve ister ne kahvehane;

gönül sohbet ister, kahve bahane”...

Şimdi bunu biraz daha fikre doğru, sohbet mânasında daraltmış olduk. Yâni sadece buluşmanın dışındaki sohbetin dışında, biraz daha sohbetin getirdiği bir hoşluk anlamında

Sonra benim Üstad’ım için söylediğim söz; “adam tanımak, surat tanımak değildir.” Burada fikir meselesi giriyor araya… Yakınlığın bir kıymeti var, zaafı da var; uzaklığın da bir kıymeti var, bir de zaafı var… Şimdi biz bunun felsefesine girecek değiliz tabiî. Yâni her ikisinde de, dikkat edin, sizi fikre davet edici yerlerde olacağım için bunların neresinde olduğunuzu tayin etmek, ne olduğunuzu düşünmek size düşen bir şey… Hangi fikirden olursan ol, “bendeki sen” ve “sendeki ben” meselesinde bir nisbet sahibi ol. Yâni, sizin her biriniz bende, ben de sizin her birinizde ait olmak üzere, bunu kendi aranızdaki ilişkilere de tatbik edebilirsiniz; “bendeki sen” ve “sendeki ben” meselesinde bir nisbet sahibi olunuz. Yâni, kurusıkı şuna bağlılık değil; neyi değerlendirirsen, o sende tezatsız bir bütünlük göstersin. Neyi değerlendirirsen, o sende tezatsız bir bütünlük göstersin! Yâni, lafın bir yerinden kapıp da bizzat lafın nereye gittiğini bilmez durumda olunmaması için söylüyorum… Tabiî bunları sohbet havasında söylediğimi zannediyorum; ama diyorum size, telegram (Salih Mirzabeyoğlu’na 2000 yılından beri yapılan uzaktan elektro-manyetik sinyallerle zihin kontrolü işkencesi) beni rahatsız ediyor. Yâni, normal olarak şu kalabalığı görüp heyecanlanmamak mümkün değil zaten, böyle bir hoşluğu görüp de... Ama özellikle şu var; ruhumdan ziyâde şu ânda, şu muhabbet rahatlığı içinde olmam gerekirken, telegram beni incitiyor… Yâni o da, sizin karşınızda benim bu işi yarım yamalak yapmam ve hoşnutsuz ayrılmanız için gereken gayreti gösteriyor, bunları söyleyip söyleyemeyeceğimi de buraya gelmeden önce çok tarttı, yâni bu bahsi açıp açmayacağımı… Size bunu hem söylemiş oluyorum, hem havale etmiş oluyorum.

Zihin kontrolü mevzuu biliyorsunuz ki telegram… Bizim tam tamına 15 sene geçişli dönemlerde yaşadığımız şeydi bu. En son adlî tıb mevzuu oldu, adlî tıb mevzuunda da benim mesela bu vesile ile serbest bırakılabilmem gibi... Ben tabiî bunu katiyen kabul etmedim. Ben, aklı başında, her zaman olduğu gibi -yakınlarım bilir- içerde kalmayı ve onun yerine hasta ve zafiyeti olan insan olmayı kabul etmedim. Bunu da size söylüyorum, yâni benden fevri bir hareket görmüş olursanız bunu da başka yerlerde arayacaksınız… Telegramcıları da ikaz ediyorum, benim ağzımdan kötü bir söz çıkmaması için edepsizliklerine devam etmesinler!

(Bu sırada Kumandan’ı Ilich Ramirez Sanchez namı diğer Çakal Carlos Fransa Poissy Cezaevi’nden telefon ile arıyor. Kumandan’ın Carlos’a: “Selâmünaleyküm, şimdi bütün dostlarım toplandı çoğunluğuyla, sevgili dostlarımın toplandığı bir yerden, kitabımda sana imzaladığım şeyi söylüyorum: Sen hayâtı lüzumsuz yere geçmeyen nadîr insanlardan birisin ve hâlâ “Filistin Davası”nın hapiste de olsa seslendiricisisin. Aynı gönüldaşlık bağı içinde senin de kurtulmanı diliyoruz ama içeride de olsan, dışarıda da olsan seni taşıyan, seni anan yürekler var, bunu hiçbir zaman unutma. Bir devrin gurur kahramanıydın ve onun da ne kadar kıymetli olduğu bugünlerde daha çok anlaşılıyor. Sana hayırlı ömürler diliyorum, inşallah buluşuruz…” diyor, Av. Güven Yılmaz ise Kumandan’ın Carlos’a söylediklerini tercüme ediyor.)

Şimdi, konuşmamıza devam edebiliriz. İmâm-ı Azam Hazretleri’nin sözü –aslında şöyle bir şey var, kimse “İmâm-ı Azam” dedim diye bunun karşısındayım diyerek kurusıkı karşı çıkmasın. Yâni bir de nereden olursa olsun, hikmet hikmettir, o noktadan bakmak lazım.- “Söz kalbden gelince kalbe tesir eder.” Tesir demek, ille kendinden kılar demek değil, o senin şöyle veya böyle olmuş, muvazenene katılmış, bir nev’i terazi kefelerinin denkliğini bozmuştur. Meselâ vücudumuza dışarıdan aldığımız her şey vücudumuz tarafından ya sindirilir ya dışarı atılır yahut faydası tutulup, zararlısı dışarı atılır. Yâni vücut, o yeni giren şeyle yeni bir dengeye girmiştir. İmâm-ı Azam Hazretleri de diyor ki; “söz, kalbten geldiği zaman kalbe tesir eder.” Bu mânâda, hangi davadan olursan ol, dikkatinizi çekiyorum, hangi davadan olursan ol ileriye doğru kendini derin derin izah etmeye bak! Kendini derin derin izah etmeye bak; yoksa başladığın yerlerde “sen şunu yedin, sen bunu yedin, o yedi de, bu yemedi de, o onu tuttu da peki bu onu tutmadı mı” falan gibi demagojilerle bir yere varılmaz.

Şimdi mesele şundan ibaret; biraz evvel gazeteci arkadaşlarla konuşurken bunu kendilerine ifâde ettim, genel itibariyle de nazik bir şekilde kabul ettiler diyelim; silâhlar sustuğu zaman, gazetecinin konuşacak bir lafı kalmıyor… Veyahut da silâh yerine başka bir şey olarak “o yedi, bu bunu itti” falan filan… Şimdi mevzuu şundan ibaret; sen şuraya geldin, senin hiçbir düşmanın da yok, sen buraya nasıl bir şey teklif ediyorsun? Hangi düşünceyi teklif ediyorsun? Şimdi böyle bir durumda kalır kalmaz herkes kendine düşman aramaya başlıyor, çünkü düşman yoksa, kendi de yok gibi bir vaziyette… Bu anlamda da bizim söylediğimiz bir lâf var, burada fasıllara ayırmıştım ama erken girmiş oluyorum. Hangi düşünceye mensub olursa olsun, insandan çıkmış olan her şeyin muhakkak insanı ilgilendiren bir tarafı var. Şimdi burada doğruların, yerinde doğruların genelleştirilmesinden düşülen yanlışlıklar vesaire vesaire… Şimdi bu söylediğim lâfı da herkes karşı taraf için söyleyebilir; mevzu şundan ibaret: Bütün dünyaya sunulabilir, bütün insanlığa sunulabilir bir ideolocyan yoksa –bütün dünya derken bütün insanlığı kastettiğimi anladınız- bir de her ferde tek tek sunulabilir bir ideolocyan yoksa senin fikrinin fikir haysiyeti yoktur. Şimdi neticede herkes fikrini kâinat muhasebesi içinde, kâinatı bir bütün olarak izah içinde, onun için de kendisinin gayet tabiî ferdî ve toplum olarak yaptığı izah içinde her meselenin kendine mahsus problemlerini getirdiği düşünce ile çözebilecek, önce düşünceyle çözebilecek biri…

Enteresan bir şeye rastladım, onu size söyleyeyim; Süryanice lûgatta –tabiî lûgat günün şartlarına göre değişiyor falan, bunu da nazara alıyorsunuz- çok hoş bir karşılığa rastladım, Süryanice lûgatta diyor ki, –kelimeyi tam olarak telaffuz edemeyeceğim çünkü Süryanice telaffuz edemem onu- Komünizmin karşısına Radikalizmi koymuş… Bakın şimdi! Komünizmin karşısına Radikalizmi koymuş. Ve şunu söyleyelim, en geniş çapta her şeyi kendine göre izah etmeye çalışan, -doğrusu yanlışı ayrı mesele bunlar konuşulur- bu çabada olan bir düşünce değil mi Marksizm? Öyle idi veya… Ve bunun tam karşılığı da radikal… Şimdi, oturmuş solcu geçinenler, “radikal” diye İslâm’ı kötülüyor. “Radikal Müslüman” dediğin, her meseleye kendi zaviyesinden fikrî çözüm getirebiliyor ise bunun sadece bu yüzden haysiyeti vardır; benim aynı Marksizm’e verdiğim gibi… Ben, Marksizm’e fikri derinliğinden dolayı değer vermiyorum dikkat edin! Her meseleyi kendine göre çözme gayretinden ve iddiasından dolayı… Dikkat ediyor musunuz? Hâlbuki bugün bizde “radikal”, küfür gibi kullanılıyor. Radikal, sonra ılımlı vesaire… Şimdi siz bana yarım Marksist diyebiliyor musunuz? Yâni, yarım Marksist olur mu? Yarım Müslüman olur mu? Şimdi bir fikir, fikirdir; bütün olarak benimsersin veya benimsemezsin. Sonra saçma sapan lâflar, “herkes düşüncesini istediği gibi yaşasın”... Peki, sol kendi düşüncesini istediği gibi yaşayabilir mi? Ben varım, ben onun düşündüğü gibi yaşamam. Sol’u burada misâl olarak veriyorum, yani ırkçılık, milliyetçilik, hatta PKK falan gibi de yayabilirsiniz rahatça konuşmayı…

Şimdi, mevzu şundan ibarettir: Silahlar sustu, çatışan çatışıyor… Bakın onlara da bir tevil payı bırakıyorum, adaletin meşru müdafaa karşılığı olan bir anlamı var: “dad”. Dad, hâlihazırda size karşı mevcut olan bir şeyi defetmek, belâyı defetmek… Şimdi, siz bana saldırıyorsunuz, ben de size mukavemet ediyorum. Bu benim mukavemetimde meşru müdafaa bulunduğu için bu, adalete uygundur. Karşılıklı taraflar kendilerini haklı görürler, haksız görürler bu ayrı mesele… Neticede çatışılıyor, ortada böyle bir durum var. Şimdi gelelim çatışmayanlara; çatışmayanlar ne yapıyor? Fikirde derinliğine doğru diyorum, yâni kâinatı bir bütün olarak izah edeceksin veya izah edilemezliğini izah edeceksin, ondan sonra bunun toplamı ve sonra insana tatbik edilebilir şeyleri söyleyeceksin… Yâni, insan ve toplum meselelerinin hâlli davasında bir küll fikrin olması lâzım… Buna dâir ölçülerin olduğu yerde her kesim için kendisine göre tekamül edilecek taraf belirtilmiş demektir. Ondan sonra da mevzu şuradadır; şu fikirlerden hangisi doğru? Bunların bir karşılaşması olacak… Şimdi gayet seviyesiz; o yedi, o aldı, o kaçtı falan… Bütün bunlar olmasa bir sürü adamın konuşacak lâfı da yok gibi bir ortam… Biz burada herkese diyoruz ki; kendinizi bütün insanlığa gösterebilir, tavsiye edebilir bir fikrinizin olmadığı yerde zaten o fikir, fikir değildir.

“Karşınızda bir fikir ve aksiyon adamı olarak bulunuyorum” diyorum… Aksiyon, eşya ve hadiseler üzerine fikrin pıhtılaştırılmasıdır. Şimdi, Batı’da daha ziyade şuraya fikri koyuyorsun, buraya da aktörü koyuyorsun… Yâni, aktör de o fikri pratiğe döken diyelim. Bizde, İslâm ile karşılaştığını zanneden insanların durumu yanlış, ama hemen de şunu söyleyeyim; İslâm ile karşılaşan insanların durumunun o olmasında bizimkilerin de katkısı var, bunları da burada düzeltmeye çalışacağız.

Ben, buraya “sevenleriyle buluşuyor” mevzuu içinde geldiğime göre, bugüne kadar hep talep piyasası oluşturmak gibi bir yerde bulundum, fikirde, harekette… Talep piyasası oluşturmak gibi bir yerde bulundum, arzım hep böyle oldu. Çoğu zaman bu arz piyasasına, bizi boğmak üzere arsızlığa varacak kadar sululuk, bazen hain beleşçiler de oldu… Onların da istismarcısı bize bakacak yerde, “onların da istismarcısı”, yâni karşısındaki taraf, onların hazır karikatür hâllerini esas alarak zıddımız, beleşçiler oldu.

Burada Büyük Doğu diye bir şey var; Büyük Doğu külliyâtı var, dünya çapında iddiası olan bir şey var ve bu memleketten çıkmış tek orijinal fikirdir bu. Şimdi, adam bunu bırakıyor, birilerinin peşine takılarak hani, “İslâm bu” demeye getiriyor…

Aranızda özürlü olabilir, sakat olabilir, aranızda böyle insanlar olabilir; yanlış anlama olmasın. Şimdi, 80-90 arası paneller yapıyor, yahut televizyona çıkarıyorlar. Beş tane şık giyinmiş tip, bir tanesinin ekonomik durumunun berbat olduğu belli, gözü veya burnu arızalı, böyle garibanca diyebileceğim bir tip. Müslüman tipte onu konuşturuyorlar. “Görüyorsunuz Müslüman olanın hâli belli, Müslüman olmayanın da hâli belli.” Anlatabiliyor muyum? Bir nev’i Müslüman’a kendi yer biçmiş oluyor; bir de bunu, herkesin fikrine hürmetimiz var havasında yapıyor.

Şimdiye kadar Necip Fazıl niye oturup da eleştirilmemiştir, bugüne kadar konuşulmamıştır? Tabiî Necip Fazıl derken sakın aklınıza Necip Fazıl’ın arkasına saklanıyorum gibi bir mânâ gelmesin. Ben burada “Yürüyen Büyük Doğu” olarak, burada “Yürüyen Büyük Doğu” olarak kendi İBDA fikriyatımı da katarak söylüyorum bunu.

2000 senesinden sonra da safha safha artan bir dozda da talep piyasasında arz şeklinde bir durum oluştu. Yâni bizim sürümümüz anlamında diyorum. Her kesimin kendi içinde bir bezginlik, bir bıkkınlık gördüğüm içinde bulunduğumuz şartlarda bu ne demek? Şimdi, artık beylik, bunu herkes biliyor; dünyada müesseseleşme olmuyor. Teknolojinin geliştiği sürat içinde örf olmuyor, âdet olmuyor, ahlâk olmuyor ve fikir de doğrudan doğruya teknoloji üzerinden işliyor. Baştan şöyle koyalım; yâni ahlâk oluşmuyor, ki ahlâk müesseselerin daha lâtif şeklidir, sonra yaptırım hâline getirirsin müesseseler oluşur. Eşya ve hâdiseler karşısında ruhun “nasıl” tavrına karşı, akıl “niçin”lerle yaklaşır ve fikir meydana gelir. Fikrin içine işlemiş işletici sıfat ahlâktır ki, kendisinden doğduğu fikri ileriye doğru zuhur ettirir. Bir de şöyle bir hâdise söyleyeyim; bunlar tabiî pratik şeyler olduğu için söylüyorum. Burada felsefe vardır, burada bu felsefenin doğrulayıcısı, yâni bundan pay almış olan bir ilim vardır. Sonra da bu ilmin bildiğimiz teknolojiye ayrılan bir tarafı vardır. Fakat şimdi dünyadaki seyir şöyle; uzmanlık bütünlüğün aleyhine işliyor. Kuvantum fiziğinde de böyle. Kuvantum fiziği derken böyle bir dekor eşyası gibi “kuvantum’dan da bahsediyor” filân gibi bir numara içinde zannetmeyin diye söylüyorum. Fizik veya sadece fizik değil, tıp, kimya bilmem ne... Bu ilimlerin her birinin neticede kendilerinin fikre sarktığı bir yer vardır. Kendilerinin fikre sarktığı yerdir ki, sonradan ilim onu doğrulayacak veya yanlışlayacaktır. Bu mânâda söylüyorum. Şimdi teknoloji bir mevzu. Diyelim uzmanlığa giriyorsun, uzmanlığa girdikten sonra o uzmanlıkta derinleştiğin nokta bu bütüne uymuyor. Bütüne uymadığı gibi kendine uygun ya müphem bir bütünlük yapıyor yahut da kendini bütün addediyor. Şimdi tabiî bunun karşılığı olarak da mesele uzmanlaşma olmasın demek değil. Şimdi uzmanlaşmanın, bütünlüğün aleyhine işlemesinin sebebi doğrudan doğruya bunların hepsini pençesine alıcı bir fikrî izah olmamasından dolayıdır, bir dünya görüşü olmamasından dolayıdır. Fakat biraz sonra yeri gelince belki göreceğiz. İslâm’da “istidraç” denilen, yani İslâm istidraç adını takmıştır, sahte kerametler vardır. Şaman, bilmiyorum ilgilenen var mı? Psikolojinin daha derin bir buudu olarak kendini empoze etmiştir, ilgi çekmiştir. Castaneda biliyorsunuz bir nesli, özellikle 60-70 neslini besleyen Castaneda, “Don Juan’ın Tütünü” vesaire şeyleri ondan sonra bunlar hippi kuşağının da başucu kitaplarından olmuştur. Bunları biliyorsunuzdur yahut bilenler artık anlatır. Şimdi burada tek tek ayrıntısına giremem de, misâllerle atlamak zorundayım.

Şimdi ben burada şu bardağa şöyle yapıyorum, kaldırıyorum. Bu bir keramet. Aynı şeyi burada İslâm dışı biri yapıyor. Peki buna “keramet” diyorsun, buna niye “istidraç” diyorsun, yâni “sahte keramet” diyorsun? Şimdi mevzu şundan ibarettir; kerametin sonraya verecek cevabı vardır, sonrası olan bir şeydir. Bu kendi kendinde biten bir şeydir. Bunu biraz sonra konuşacağız.

Şimdi bu teknolojinin gelişmesi için de -biliyorsunuz bizim Büyük Doğu “İdeolocya Örgüsü”nde bunları anlatır- I. ve II. Dünya Savaşları teknolojiye bir ruh aramak için yapılan savaşlardır. Bir izah getirmek için. Olmadı filân. Şimdi böyle mücerret fikirlere girmeden pratiğe girelim. Teknoloji, meselâ “uzaktan haber alma” diyelim. Yâni bir insanın bünyesi müsait, özellikle şamanlarda falan da bu tip şeyleri görüyorsunuz; uzaktan haber verme, bir insanın meselâ aklından geçeni anlayabilme, duyabilme vesaire falan gibi şeyler… Şimdi, bunun yerini teknoloji almıştır; şamanlıktaki hadiselerin ve İslâm’deki o küçük keramet denilen hadiselerin yerini almıştır. “Zihin kontrolü” diyoruz… Ben, zihin kontrolcüleriyle cep telefonundan daha pratik, daha net ve daha çok çeşitleri olan bir şekilde görüşüyorum. Sesi oradan veriyor, buradan veriyor, belki çoğunuz bunu bilmezsiniz; beynin içine veriyor, vücudumu o sese göre hazırlayabiliyor, algımı hazırlayabiliyor, vücut algımı hazırlayabiliyor ki sesini tesirli yapmak üzere falan… Bunları şunun için söylüyorum; bugün teknoloji o tip şeyleri kaldırmıştır, bunları kaldırmıştır. Fakat burada İslâm için bir şans doğuyor… Eskiden, şamanlık ile İslâm tasavvufunu birbirine karıştırırlardı. İlkel kavimlerde örneklerini gördüklerinde şaşırırlardı; “bunlar da bize benziyor” gibi… Bugün teknoloji bunu kaldırmıştır. Bu, teknolojinin zaferi gibi empoze edilmeye çalışılırken; fakat başka bir şey ortaya çıkıyor; ruhun intikamı ortaya çıkıyor ve gerçek ruhçuluğa yer açılmış oluyor. Yâni sahteyi teknoloji kaldırdı, gerçek ruhçulara da yol açıldı; “buyurun, ne yapacaksanız gösterin” tarzında… Gazeteci arkadaşlara söyledim mi bilmiyorum, çok sık verdiğim bir misâldir. II. Dünya Harbi neslinden bir profesör diyor ki: “Bizim neslimiz için bir tas çorbaydı mutluluk… Fakat oğlum, elinde bir sürü imkân olmasına rağmen bunu şiddetle reddediyor”. Bunu biz kendi çevremizden de, kendi hayatımızdan da fevkalade bir şekilde biliyoruz. Yâni bir takım ihtiyaçlar, bir takım şeyleri fark etmemize mâni olurken; o bir takım şeyleri fark etmemize mâni olduğu gibi, öyle bir mesele olduğunu bile bilmediğimiz şeyleri, bu ihtiyaçlar kalktıktan sonra fark ediyoruz. Meselâ ne derseniz deyin; sanat var, şiir var, müzik var, şu var, bu var vesaire… Bunların hepsi var, bunların hepsi toplumda fonksiyonel bir anlama doğru yürümüyor. Böyle kişi zevkleri gibi, başı-sonu belli olmayan veyahut kendini izah edemeyen… Özellikle ressam arkadaşlar olabilir aranızda, onlar için söylüyorum; şimdi meselâ Batı’dan gelmiş bir takım ekollerin terimlerini söylüyorsun, burada karşılığı yok onların… Şu resme nasıl bakmam gerektiğine dair, senin sanatına dair düşünce içinde bir şeyler vermen lâzım. Yani, bu resim sadece bir resim değil; bu resim, bende buna bakabilmek için bir fikir mevzuu olması lazım.

İkincisi de, şimdi başka bir mevzuya geçeyim; 1970 veya 80 yanlış hatırlıyor olmayayım, Fransız Talebe Birliği başkanı, bu ayaklanmalar olduğu zaman –bizde de oldu ya, 70’lerde- bunlar olduğu zaman fevkalade bir lâf söylüyor. Diyor ki; “Biz mevcuda inanmıyoruz, memnun da değiliz mevcuttan. Eğer bize derseniz ki yerine ne koyalım, onu da biz bilmiyoruz. Onu bulmak da yönetici olarak sizin göreviniz.” Bu gençlik olayları hakkında benim bulduğum en harika söz budur. “Ne olduğunu bilmiyorum; ama onu bulmak da senin görevin.” Şimdi söyleyeceğimi kendinize, akrabaya, eşe dosta bakarak değerlendirebilirsiniz; psikolojik bir rahatsızlık söz konusu olduğu zaman, umumiyetle onu izah etmesi gereken bir kötü olması gerekir… Hâlbuki böyle yapmakla onu da zora düşürüyorsun, aslında onun böyle bir kötüsü yok da, hâlini anlatamıyor. Tam olarak demesi lâzım ki; “ne bileyim ben bana ne olduğunu” ve çoğu insan “ne bileyim bana ne olduğunu” şeyinde olmadığı için -yani, bir takım karı-koca ilişkilerinden tutun, çoluk çocuk işlerinden tutun, gençliğin bunalımından tutun- bütün bunların içindeki demin söylediğim cümleyle aynı mânâ var. Yâni şunu demek istiyorum; insan ve toplum meselelerinin hâlli babında ortaya tezatsız ve bütün bir fikir ortaya koyma… İnsan meseleleri diyorum, yâni psikolojik bir hâl de insan meselesi değil mi, benim anlatamadığım sıkıntım da insan meselesi değil mi? Yani şimdi bu, o kemirdi, o yedi bilmem ne meselesi değil. Şimdi silahlar sustu, silahlar sustuğu ânda bizim konuşacak bir şeyimiz yok. Bunun olmaması için, bu dediğim kurallar çerçevesinde her kesimi kendini izah etmeye davet ediyorum. Şimdi, ben içeride bulunduğum esnada biraz da fikir haysiyetini yaşatmış bir insan olduğum için, belki de fikirci arkadaşlar bu tarafından benle buluştuğu için, -onların yardımlarını gördüm çünkü- onun için bunları da rahatça söyleyebiliyorum, böyle aşağılamak ya da yukarılamak için söylemiyorum. Genel konuşuyorum. Herkes için geçerli olan, sonra daha özeline gideriz. Şimdi bu cümleden olarak müsaade ederseniz, biraz tabiî işi can sıkıntısından kurtarmak lâzım, bilmiyorum bu kadar açık konuşmak doğru mu, dolayısıyla çok da lüzumsuz değil söyleyeceğim şeyler… Hani dedim ya “ben devamlı talep piyasasına kitap sürmedim, arz piyasasını ortaya getirdim”. Hatta bizim içinde bulunduğumuz hareketler sırasında 48-50 yayınevi, gazete toplanıp “bizim bunlarla hiçbir alakamız yok” diye bildiri yayınladılar. İşler tutarına girdikten sonra bu kiminin arka bahçesi oldu, kiminin ticaret metaı oldu falan… Ve tabiî ki hepsinin ortak gömmesi gereken de biz olduk. Fakat bugün o arkadaşlara ben bunu sitem hâlinde söylemiyorum; çünkü yanlıştan dönenin altından köprüler inşâ etmeli… Biz dünyaya birbiriyle didişmeye gelmedik, mevzu bundan ibarettir.

Şimdi, biz diyoruz ya; “yaşama hakkı” falan filan… Biz dünyaya aslında yaşama görevi ile geldik; o hak da o görevden doğuyor. Bunu da biraz ilerleyince göreceğiz.

Bir televizyon muhabirinin televizyona çıkacağını haber verdiği ama çıkmayan bir haber var. Bu arkadaşımız da burada sanırım. Bu konferans hakkında tanıtımının bir kısmını ben aynen aktarayım:

Mirzabeyoğlu ezber bozacak, Mirzabeyoğlu’nun gong sesi Haliç’ten duyulacak, 28 Şubat’ın kimine göre mağduru, kimine göre teröristi Salih Mirzabeyoğlu, 16 yıl süren cezaevi hayâtı sonrası bu konferansla geri dönüyor. Haliç Kongre Merkezi’nde 29 Kasım’da düzenlenecek konferansa, Cumhurbaşkanı Erdoğan, CHP Lideri Kılıçdaroğlu, MHP Lideri Bahçeli ve HDP Eşbaşkanı Demirtaş’ın da aralarında olduğu geniş bir yelpazeden konuklar davetli. ‘Mirzabeyoğlu 28 Şubat’ın terör örgütü lideri mi, fikirleri yüzünden tutsak olmuş bir fikir adamı mı?’ sorusuna ilk kez mahkeme salonunda değil, konferans salonunda cevap verecek.”

Hemen cevap vereyim, Salih Mirzabeyoğlu ezber bozan; ama bunu sadece ezber bozmak için değil, insan ve toplum meselelerinin hâllinde bir dünya görüşü sunan, sanıyorum bu yüzden de bilhassa rahatsız edici olandır.

Şimdi, silahlar sustuğu zaman ne konuşacağız demiştim ya, buna dair bir misâl vereyim... Cevat Rıfat Atilhan, bizim kuşak iyi tanır onu; ama şimdiki gençler bilirler mi bilmiyorum. Yahudilik ve masonluk hakkında çok eser vermiştir. Bu işlerin de telkini bakımından, insan tarafından alınması kolay olduğu için de suyu çıkmıştır. Onun üzerinde duracağım. Yahudilik hakkındaki kitapları halkta öyle bir hâle döndü ki, “uyuz ilacı” gibi oldu. “Onu yapma, bunu yapma sakın, masonların oyunudur.” Bir adam ortaya çıktı konuşuyorsa eğer “aman bu bizi olaylara çekmek istiyor” bunun gibi şeyler… Tuhaf bir şey, “onu yapma, bunu yapma, şunu yapma” falan derken, çok sonra Üstad ile olan beraberliğimiz sırasında ben bir takım şeyleri Üstad’a söylerken bu mevzuyu da sıkıştırdım: “Üstadım bu Yahudi oyunudur, o mason oyunudur derken iş öyle bir tuhaf oldu ki, acaba kimse bir şey yapmasın diye bunları da mı Yahudi yayıyor?” Bu ucuzculuk içinde birinin bir kitabı çıkmıştı, Yahudilerle uğraşan birinin... Diyor ki: “Şunu yapınca Yahudi çıkar, bunu yapınca Yahudi çıkar” sonra şirketleri sıralıyor. Yahudi realitesini kim reddedebilir? Mevzu o değil. Sonra kendi düşüncesine ters düşmemek için neticede diyor ki; “önce dünyaya hâkim olalım, sonra Yahudilerle mücadele ederiz”. Anlatabiliyor muyum? Şimdi bizim 70’lerin, 80’lerin nass’ları Sol’du. Şimdi milliyetçisi olsun, Müslüman’ı olsun… Hani toplumcu olmak için kıyıdan köşeden bir şeyler yapar. O zamanın geçer akçesi oydu; orduda olsun, üniversitede olsun, yargıda olsun… Tuhaf birşey, hâlâ da o geleneği devam ettirmeye çalışanlar var. “Ben ilericiyim, sen gericisin”, konuşmaya böyle başlayacağız adamla… Yâni ben burada konuşuyorum “geri” oluyorum, o da “ilerici”ymiş… Yâni bu kadar komik yaftalamalar oluyor. Adam en tepede söyleyecek lâfı yok, kalkıyor diyor ki, “gericiler şöyle yapıyor”... Oğlum ne gericisi? Affedersiniz, özür diliyorum... Şimdi burada biz bir fikir söylüyoruz, söyleyecek bir şeyin varsa çık söyle ve biz de diyoruz ki konuş. Burada da çok iddialıyız bak, hile yapıyor gibi gözükmek istemem; “bir ilmin butlanı müntehasında ortaya çıkar” diye bir şey var. Bir ilmin başlangıcından itibaren süreci devam ederken, devam ederken, devam ederken, onun yolunun doğru olup olmadığı nihayetinde ortaya çıkar. Bundan dolayıdır ki felsefeler değişti, onlar değişti, bunlar değişti, klasik felsefenin yerini psikoloji aldı, onun yerini şimdi kuvantum aldı… Bir yerden bütünlük kurmaya çalışıyorsun, bunların hepsinin üzerinde duracağız. Şunu demek istiyorum; her devrin nass’ları var.

Özal dönemi geldi, o zamanın da nass’ları, iş beceren tipler... “Ben zenginleri severim”… Kısaca söyleyelim, acımasız hür rekabet falan… “Hür rekabet” diyorsun, hayvanlığa gidiyor iş. Bizde “hür rekabet” diye bir şey yok. Nasib denilen bir şey var, -bunlar hayatî reailitelerdir- komşu denilen bir şey var, arkadaş denilen bir şey var, bilmem ne… Kimse dünyaya birbirinin gözünü oymak için gelmedi. Fakat şimdi orada meselâ öyle gaddar ki, çıkarı için her şeyi yapabilen Ceyar tipler, sonra mafya… Dünyanın her yerinde yoksul kesimden çıkar mafya; yoksuldur, çalmaktan çırpmaktan başka yapacak bir şeyi yoktur adamın, işi yoktur. Şimdi böyle bir şey de müesseseleşir, palazlanır; milletvekillerinden, polisten bir takım adamları da kendine bağlar falan… Biz de tuhaf birşey, bir devrin devletinin kullandığı gençleri, -ülkücüler- bu adamları hapse atmışsın dışarı çıkıyorlar, yaş şu olmuş, iş yok. Bu adamları sümük mendili gibi hem içeri attın, hem de dışarıda işsiz kaldı… Mafyada tepeden başlıyor, etiketli adamlar. Biliyorsunuz, aranızda bilenler vardır; Türkiye’deki kapitalist kesimlerin nasıl türediği falan… Dünyanın her yerinde kendiliğinden kapitalist kesim türerken, Türkiye’de devlet eliyle o şartlar meydana getirildi. Şimdi bir devirde empoze edilen o acımasız, tuttuğunu koparan, güçlü olan yaşar gibi bir şeylerdi… Ondan sonra çete özentileri, mafyalar, babalar falan idealize edilen… Oradan oraya atladı iş.

Sonra ise bir “cici demokrasi” çıktı ortaya, demokrasi diye bir cici çıktı… Şimdi, adam diyor ki; “Mahir Çayan, demokrasi için şehid olmuştur”. Ya ayıp denilen bir şey var, ben Marksist değilim bak! Bu adamın bir ideolojisi var, bu ideolojisine göre şöyle davranmıştır, onun teorik olarak, pratik olarak, bilmem ne olarak eleştirisi yapılabilir. Yâni bunlar konuşulacak... Şimdi orada iki tane bez asacak ya görüntü için; “Mahir, demokrasi için şehid olmuştur” diyor. Bunu ülkücüler için de söylüyorum gayet tabiî…

Şimdi, Avrupa Birliği meselesi… Avrupa Birliği’ne herkes karşıydı, bir rüzgâr esti ne oldu anlamadık, herkes Avrupa Birliği’nin güzelliği üstünden başlıyor konuşmaya, nass’lar oluşuyor…

Bir zaman üniter devlet, üniter devlet... Amerika Birleşik Devletleri üniter bir devlet değil. Üniter devletini falan bırak sen! Neticede mesele şuradadır; buradaki şu doğan problemleri ne türlü çözeceksin? Yok “biz birbirimizden kız aldık, kız verdik, biz komşuyuz” falan filan… Bunlar ölçü olmaz ki… Sen o zaman ona bakarsan çocuğunun kafasını yardın, karının gözünü çıkardın bilmem ne yaptın. Bu tip misâllerle bu hikayeler olmaz ki! Neticede şöyle bir hadise var, sen ne diyorsun; “ben Kürt’üm.” Bana sonuna kadar anlat Kürtlüğünü… Bakın dikkat edin; kavganın bittiği yerde lâf da bitiyor. Bunu da bir hayli emek sahibi olarak söylemek durumundayım: Mesela, her toplumun hafızası süzülmüş olarak lûgatinde topludur. Şimdi, herkes kendi dilini sahici olarak izaha kalksa, millet birbirini zenginleştirir. Amerika’dan, Avrupa’dan şuradan buradan bu kadar kelime sızıyor buraya, bu ihtiyaçtan dolayı doğan bir şey değil mi? Yâni sen bunu temellendir; ilminle temellendir, edebiyatınla temellendir, bilmem neyin ile temellendir…

Kürt meselesinde olan haksızlıkları bilmem ne anlatırsın; ama bunları söylemek seni haklı çıkartmıyor. Beni Kürt meselesinden çok Kürt meselesinin ne olduğu ilgilendiriyor. Bu soruyu sorduğum ânda Türklere de diyorum ki; “Beni Türkler’in ne olması ilgilendiriyor”. Şimdi, samimî bir muhabbet havası içinde söylüyorum, Altaydan geldik, dünyayı çiğnedin, dünya ayaklarının altında falan… Kimse kimsenin şanından dolayı değil… Siz dinleyicisiniz, niye geldiniz buraya; buraya geldiniz, belki bana duyduğunuz muhabbetten dolayı, bire bir... Bakın, birebir bir muhabbetten dolayı buraya geldiniz veyahut da meraktan dolayı geldiniz, “acaba bu adam ne söyleyecek” diye veyahut da sevmediğinizden dolayı geldiniz, bir falsosu olursa yakalayayım diye, birebir… Şimdi, “bu kalabalığın karşısında o konuşuyor biz de dinliyoruz” diye aklınıza geliyor mu? Gelmiyor. Şunu demek istiyorum; sen şimdi Almanya’ya gidiyorsun Türksün, Kürtsün falan filan… Daha iyi bir iş kapabilmek için Almanca öğrenmeye çalışıyorsun… Bunlar zaruretlerdir, tabiî olacaklardır. Ben bunu demiyorum, sizin konuştuğunuz Kürt dili, Türk dili diye konuştuğunuz dil, günlük sokak, çarşı, pazar konuşmasının dışında bir şey değil ki… Dil, mesele konuşarak yaşar; senin dilinin derin fikre doğru girmesi lâzım. Bugün üniversitelerde şu kadar branş var, bugün biz fizik, kimya, matematik diye beylik bölümleri sayıyoruz ama aslında bizim bilmediğimiz daha da derin kürsülere ayrılmış durumda bölümler… Şunu demek istiyorum; bunların toplumda bir pratiğini, realitesini görmediğimiz zaman diyorum ki; “ya bu kadar bölüm niye var üniversitelerde?” Ve meselâ dış dünyaya gezi oluyor, onlarla ticarî mevzular… Zaten başka bir şey konuşamıyorsun, “aldık, verdik”... Bir başka memleketle alâka kurduk demek illâ ticarî olmaz ki. Tabiî ki kültür bakımından da bağ kurmak lâzım… Aklına geliyor; dört tane zıplayan adam, iki tane gıy gıy... Bu da kültür değiş tokuşu oluyor. Böyle bir şey olabilir mi? Bizim insanımız şu kadar zaman Batı’dan gelen kitapları gördü, değil mi? Bizim onlara göndereceğimiz kitaplar yerine o kitaplar oraya gitti… İsmini söylemeyeyim, bir politikacı: “Bizim Orta Asya’ya açılmamızdan çekinmeyin, sizin viskinizi de götüreceğiz” diyor. Anlatabiliyor muyum? Yâni bu kadar perişanlık olamaz!

Şimdi, söylediklerimden şöyle bir hadise çıkıyor; aydınların, aydın tabaka olarak belirmesi lâzım… Yâni, aydın tabaka, insanların kendisinden örnek aldığı tabakadır; insanların benzemeye çalışacağı tabaka, aydın tabaka olmalıdır. Bizdeki “aydınlar aristokrasisi” aydın tabaka bizde imtiyazlıdır. Burada imtiyazlı deyince akla hemen parası pulu olanlar gelmesin, aydınlık herkesin kendi çapında katılacağı bir şeydir.

Parti liderleri ile parti mensublarının arasındaki ilişki nasıldır çok iyi bilemiyorum… Ama hem CHP’den, hem MHP’den, hem BDP’den hem de AK Parti’den milletvekilleri benim ziyaretime gelmiştir, ben hepsine de çok teşekkür ediyorum. Gazeteci arkadaşlarıma da teşekkür ediyorum, geç kalmış olarak burada hepinize de teşekkür ediyorum bu bahane ile…

“Bismillah” ile başladık, size hoş bir tevafuk; Bismillah’ın fikir ve aksiyon hâlinde metodunu gösteren “Büyük Doğu”nun kendini takdimine… Şimdi, Süryanice’ye cennet lisânı da denir. –Bakın bunları biz kendimizden söylüyoruz ama bize mukabili olarak söyleyecekleri olanlar vardır, söylesinler- Süryanice’ye cennet lisânı da derler. Hintçe ve Arabca’nın bundan türediğini söylerler. Bazı İslâm büyükleri de “hayır aslolan Arabca’dır, Süryanice ondan türemiştir; Arabca’dır cennet lisânı” derler. Biz, Süryanice’de çok hoş, devrimize çok hitap eden, ruhî şeylere ve fikrî şeylere çok hitap eden kelimelerle çok haşır neşir olduğumuz için, bunu da o arada bulduk: Süryanice “Bismillah”, “Büyük Doğu takdimi” lâfzına tevafuk ediyor. Yâni, “Büyük Doğu takdimi” lâfzı, Süryanice “bismillah” lâfzına tevafuk ediyor, uyum sağlıyor. Bu bir fikir metodudur aynı zamanda, bunun nereye de tevafuk ettiğini görelim; -Müslüman arkadaşlar da dikkat ediyordur inşallah, çünkü Necib Fazıl’ın süslü kelimeleri için, “içinde Bismillah yok” falan diye saçma sapan konuşurlardı, iş tekerlemede değil, iş keyfiyette… Ve Bismillah’la başlayıp saçma sapan konuşmak yerine, sen kendin Bismillah’la başla dinlemeye de, saçma sapanı alma; eğer saçma sapan varsa, iyiyi de aldıysan iyidir zaten.- Şimdi, bugün “gizli düzen”, “kaos teorisi” diye geçen şeyler… Bu, Hegel’den başlar; Hegel, bir mutlak fikir kabul etmiştir, bu eşya ve hadiselere tahakküm eder. Onun mutlak fikri her ne kadar konuşmuyor ise de, eşya ve hadisenin seyrinden, ona dâir edineceğin fikirlerden sen bunu çıkarabilirsin makamında bir şeydir falan… Şimdi, bir türlü Bismillah’a gelemedik. Bismillah, Kur’an’daki her sûre başında bulunurken, her sûre bir nev’i Bismillah’ın keyfiyetini gösteren açılımı gibi, şerhi gibi bir mânâya geliyor. Bu mânâda da hepsi zaten Bismillah’da toplanmış oluyor. Şimdi bakın dikkat edelim, Büyük Doğu’nun kendi takdimine:

“Koskocaman, top şeklinde gibi iplik iplik sarılı, kangal kangal bükülü, ilk ucundan son ucuna kadar üst üste devşirili; dışarıya doğru lif lif dağınık ve içeriye doğru kol kol toplu, muhitte nâmütenahî çok ve merkezde nâmütenahî tek; ve nihayet gelmiş ve gelecek zaman boyunca bütün eşya ve hâdiseler zeminini avlamaya memur bir fikir ağı hâlinde düğüm düğüm çerçeveli bir manzume… Yekpâre bir inanış, görüş ve ölçülendirme manzumesi… İsmi de Büyük Doğu…”

Şimdi burada merkezde, merkezde nâmütenahî… Onu da konuşuruz yeri gelecek. Nâmütenahî tek, çevrede nâmütenahî sonsuz… Ve buradan halkalar hâlinde açılıyorsun merkezden ve halkalar hâlinde toplanmaya başladığın zamanda da yine merkeze geliyorsun. Bu tutarlılıkta bir sistem olarak ortaya çıkıyor, insan ve toplum meselelerinin hâlli bâbında… Şimdi bunu, Müslüman bu lâfzından dolayı sevmeliydi; Müslüman olmayan da “yahu bizim mutlaklarımız konuşmuyor” diye, oradan baştaki yanlışını görmesi lâzımdı… Büyük Doğu’nun ne olduğuna falan girmiyorum, kendine “İslâm’ın emir subayı” der, bunun niçin böyle olduğu falan... Bunlara girmeyeceğim.

Bergson’a “tamam sen aklı ruh önünde çürüttün ama bunu yine akılla yaptın” deyince, “demek ki aklın görevi oymuş” cevabını veriyor. Buna benzer çok eski tarihlerden-yenilere kadar bir çok misâl temin edilebilir. İmâm-ı Gazâlî Hazretleri; “Şeriat zâhirî akıl, tasavvuf bâtınî şeriattır” derken, Hazreti Ebubekir’in; “idrakin aczini idrak bir ilimdir” sözünü, aklın tecrübe ile bilinirleri kabul etmesi yolundan, tasavvufun da tecrübe ederek anlaşılır oluşuna bakarak, şeriat ve tasavvufu aklın dış yüzü ve iç yüzü; yâni ruhî olarak ifâde etmiştir. Mevzuu şundan ibarettir; akıl, işi tahdid ile tek bir esasa bağlar. Şimdi, siz meselâ bir mevzuyu burada mantık aracı olarak kullanıyorsunuz. Mantığı buraya koyarsınız, bu da koyar; ikisi de doğrudur, mantık olarak doğrudur… Akıl, tahdid ile tek bir esasa bağlar. Akıl, eşya düzeni üzerindeki gidişatın anlaşılmasında önemlidir. Meselâ “tabiat kanunları” diyoruz; eşyadan çıkardığımız bir takım kanunlar ile kendimize bir takım pratik şeyler elde ediyoruz. Şimdi misâl olarak söylüyorum; yukarıdan düşen bir su var, su aşağıdaki dolabın kanatlarına çarpıyor, buradan kanatlarını çevirerek bir pratik araca hizmet ediyor. Akıl, kendisi olarak eşya düzeninin örtüsüdür. Zihinde, eşya düzenini temsil edendir akıl. Şimdi iş, eşya düzeninin dışına çıkmaya kalktığı zaman, burada hayât iradesinin terk edildiği yer falan diyorlar, bu da ne kadar denilebilir bilmiyorum… Bunun dışına çıktığı zaman akıl, kuşatan olarak akıl. Bir nev’i eşya düzeni sınır içindedir. Şimdi sınır içindedir, peki bu sınırın ötesi ne?..

Günlük hayât ihtiyaçlarımızın dışına çıktığımız zaman hürriyetler alanını elde ederiz. Yâni meselâ akıl kadar rüya da, hayâl de, tahayyül de bir hakikattir. Akıl planının dışına çıktığımız zaman, bu bir hürriyet alanıdır… Bu hürriyet alanını da komedi ve fantezilerle… -Bunu ortaya koyan görüş adına söylüyorum- Meselâ Walt Disney’in bir çizgi filmini düşünün. Olmaz olmaz diye bir şey yok o çizgi filmlerde ve o çizgi filmlerin şirinliğini de biliyorsunuz… Demek ki o fantezinin insan ruhunu yakalayan yanı var, onu da biliyorsunuz… Şimdi, şunu demek istiyorum; hürriyetler alanını, daha ciddi, meselâ fikirler âlemi olarak koyabilirsiniz… Son kuvantum hadisesinde bu hürriyetler alanına, biliyorsunuz bunu biz söylemiyoruz, “Alice’in harikalar âlemi” falan demeye başladılar, ihtimaller âleminin çokluğundan dolayı… Demek ki, Walt Disney’in bulmuş olduğu, Walt Disney’in ortaya koyduğu şey seneler sonra kuvantum tarafından bir anlam kazanmış oldu.

İdrakin aczini idrak bir ilimdir. Akıllı geçinene diyorum ki; “akıl ne?”. Şimdi, bir takım kelimeleri tabiî ezbere olarak kullanmak başka, bir takım kelimeleri mânâlarına ererek kullanmaya çalışmak başka. Dil bahsinde dikkati çektiğim hadise bu, şimdi yerine gelecek. Aklımızın kabul ettiği şeylerden bir tanesi de tecrübedir. Tecrübe, iyi veya kötü olabilir, neticesi… Eğer kötü olmuşsa “bir daha bunu yapma” mânâsı çıkar. İyiyse de, “iyi olduğu” mânâsı çıkar.

Hazret-i Ali diyor ki; “tecrübe, fayda ile birlikte bir ilimdir.” Biz şimdi bu kadar methediyoruz deney ve gözlemi, teknolojiye dayalı falan, biz 68 kuşağıyız. 68 kuşağına gelene kadar da, geçmiştekilerin tekrarladığı ilericilerin, yâni sol anlamında demiyorum ilerici… Bu ilericilerin tekrarladığı şey, deney ve gözlem yoluyla, şimdi bak, deney ve gözlemi Hazret-i Ali söylüyor! Biraz evvel şeriat ve tasavvuf bahsinde geçen İmâm-ı Gazâlî Hazretleri de söylüyor.

İmâm-ı Gazalî Hazretleri kendi devrinde, hem İslâm’ın içinde, hem de İslâm’ın dışında cereyan eden bütün fikir cereyanlarını hesaba çekerek, kendi imânının selâmetine ermesi için çalışmıştır. Gayet tabiî de Batı’nın hiçbir filozofu yoktur ki, İmâm-ı Gazâlî’den ışık almış olmasın. Şu kadar yüzyıl Batı’daki bir sürü fikir hadiselerinin de öncüsüdür; sistemli şübhenin de öncüsüdür, İmâm-ı Gazâlî Hazretleri… Bu tecrübe bahsinin de öncüsüdür. Aklı, bütün o felsefeyi, Yunan felsefesini, şunu bunu, bilmem her şeyi, Batı, Hint, doğu, bizdeki sapık kollar da dâhil… Hepsini hesaba çektikten sonra iş tasavvufa geliyor ve şu sözü söylüyor; “tasavvuf ancak tecrübe ile bilinebilir.” “Tecrübe ile bilinebilir” demek, meselâ aranızda şu kadar insan var yüzme bilmeyen, aranızda bir tek yüzme bilen benim. Şimdi, ben yüzme biliyorum, şu kadar adam yüzme bilmiyor diye, benim yüzme bilmem, bu olmaz diye bir şey yok ki, bu yaşayana var olan bir şey. Anlatabiliyor muyum? Bir de göz hadisesini de katalım, hadi renkli olsun… Sizin gözünüz kör, benim de gözüm kör. Ben burada yüzüyorum, tamam mı? Şimdi buradaki insanlar kör oldukları için beni göremiyorlar. Tecrübe ettikleri zaman da yüzemiyorlar. Şimdi, senin bunu tecrübe edememen demek bunun olmaması demek değil ki! Bunu da şunun için söylüyorum; şeriat zâhirî akıldır; tasavvuf, bâtınî şeriattır. Şimdi sen tasavvufu kaldırdığın zaman, bir fikir yolunda, bir ilim yolunda “ya sonra” dedikleri zaman ne diyeceksin? Mesela doktorluk bir zamanlar bu kadar dala ve uzmanlığa ayrılmış değildi. Doktoru çağırıyorlardı ve insanlara bakıyorlardı. Sonra uzmanlık falan derken, ayırıyorsun; şu dahiliyeci diyorsun, şu hariciyeci diyorsun, bilmem ne diyorsun… Şimdi bir keskin çıkıyor oradan; “İslâm’da dahiliyecilik yoktur” diyor. Yahu bu bundan ayrı bir şey değil ki! –Neyse… Bir şey söylerken başka bir şey geliyor aklıma da, ondan karışıyor lâflarım.

Şimdi, şöyle bir hadise var; İmâm-ı Azam Hazretleri’ne diyorlar ki, “Eskilere yeten, size yetmiyor muydu?..” Kıyas yapıyorlar ya… Diyor ki; “bizim hâlimiz eskiler gibi olsaydı haklıydınız ama, biz eskiler gibi değiliz.” Şimdi bunun gibi bakın, geçmiş neslin şeyleri, öbür gün belki okullara da ders olarak girecek. Şimdi meselâ, mutfakta nasıl yemek yapılıyor? Ne ediliyor görüyorsun, sen de o çekirdekten gelip yapıyorsun. Bugünkü hayat şartları içinde o çalışıyor, bu çalışıyor, bilmem ne falan derken işin mahiyeti değişiyor. Yemek yapmayı ilim olarak koyacaksın meselâ… Bunun ilim olarak ortaya çıkmasını empoze eden şartlar var. Şimdi bu insanlar eski insanlar gibi anlamıyor ki. Meselâ Süryanice… Şimdi Süryanice’nin aslına baktığınız zaman, bunu anlayacak Süryani de yok bugün… Süryani bir kelimeyi söylerken, o kelimedeki her bir harfin ayrı bir anlamı olmasından hareketle, karşı tarafla konuşurken, karşı taraf o harflerden hangi mânâyı kastettiğini anlayabiliyor. Buna basit bir misâl vereyim. Şimdi bana soruyor; “ikindi ne zaman?” diyor. Ben bunu anladım, namazı soruyor. Ben de diyorum ki, “ikindi olduğu zaman…” Bu mantıklı bir cevab… Şimdi ne olmuş oluyor, karşı tarafın muradını bilmeden o mânâyı yetiştiremezsin. Kullanan da o mânâya muhatap olan insan da yok. Şimdi meselâ kapı çaldı, saz çaldı vesaire… Hep çaldı ile ifâde ediyorsun. “Çaldı” kelimesi farklı mânâlara gelebiliyor ama karşı taraf da bunu anladığı için her kelime cümleler içinde, kullanıldığı yere göre mânâ ifâde ediyor.

Şunu demek istiyorum; şimdi bir hukukçu –hukukçu vardır, bizim hukukçular da var- herkes diyebilir meselâ şu varken bu niye var diye ama bir hukukçu derse ayıp etmiş olur; “anayasa varken kanun niye var, kanun varken tüzük niye var, tüzük varken yönetmelik niye var?” Gidiyorsun orada paşa paşa okuyorsun, adam çıkmış okuldan, kaynakçı olarak… Bunu söyleyecek İslâm’a karşı kimse de yok! O bakıyor, muhterem hocamızı severiz, o bizi sever biz onu; fikirlerimize saygılıyız falan… Ne onda fikir var, ne onda fikir…

İkinci Bölüm

Mesela ben şimdi “Kapital”i falan okumuş̧ değilim, Marks, Lenin, devrim falan bilmiyorum. Bir kitap görüyorum üzerinde “Kapital” yazıyor. Sonra bu adam için “iyi” diyorlar, “kötü” diyorlar filan; ama muhtevalı değil. Herkes fikir yürütüyor, ben de kusura kalmayayım müsaade ederseniz. “Marks eğer kapitali çok seven bir adam olsaydı, kitabının ismini “Kapital” koymazdı.” Bu mantığa uygun mu? Gayet tabiî uygun; ama kuru mantıkla bu olmuyor ki, (önündeki masanın üzerindeki kitabı göstererek) bunu bir aç bakalım adam ne diyor. Anlatabiliyor muyum? Şimdi bunun gibi kelimenin gelişinden gidişinden türetilen bir takım sahte mânâlar çerçevesinde, burada Müslüman yahut onun karşısında olmak için bunlar gerekmiyor. Sadece bir takım şeyleri bilmenin ortalama olarak hepimiz için gerekli olduğu... Burada “sol”u taşlıyorum gibi gelmesin, başka şeyler de söyleyeceğim. “Şartların objektif tahlilinden sübjektif düşünceye varmak” yakışıklı bir lâf. Ne tarih var ortada, ne ekonomi var, ne bilmem ne var... Öyle şeyler var ki, ismini de veremeyim mesela; Mümtaz Soysal hocanın bir kitabı var, orada kilise yerine camiyi koyamamış. Çünkü camiyi koysa, cami olmuyor. Orada kilise olarak söylenen şeyi bizdeki camiye çeviremiyor, uymuyor. Şundan söylüyorum, bir takım şeylerde biz birbirimize karşı fikirde olsak bile, birbirimizi kırmadan da düzgün konuşma içerisinde birbirimizi düzeltebiliriz. Şimdi şunu demek istiyorum, daha önce de söyledim gazeteci arkadaşlara, kuantum dünyası ile bu dünya arasında uçurum var. Bunun gibi belki bizim söylediğimiz kuantum dünyasıyla şu ândaki olan şey arasındaki uçurum olarak gözükebilir; ama şu var, ne olursa olsun eşyanın hakikati kuantumda olduğuna göre, kuantumu herkes bilmese de, birilerinin bilmesi gerekiyor. Zaten birileri bir şeyleri birilerinden fazla bildiği için (mikrofonları göstererek) şunlar var. Birilerinin bilmesi gerekiyor. Bu çerçevede baktığınız zaman aslında dövüşebilmenin şartlarına da sahip değiliz. Anlatabiliyor muyum? Halbuki dövüşebilmek şöyle olmalı, herkes belli bir -karizma diyelim- karizmaya kadar (iki elini yüksekte aynı seviyede tutarak) gelmeli, en sonunda iş, dövüşmeye kalacak. Şimdi öyle değil ki! Dövüşme buralarda (aşağıyı göstererek) oluyor, öbürleri de buna katılarak şey üretiyor... Ben kısaca söyleyeceğimi söylediğimi zannediyorum...

Şimdi, “Abdülhakîm Koltuğu” diye bir mevzu var; bizi takip edenler biliyordur ne olduğunu; bu rüyadır. Biraz sonra isteyenle istediği gibi serbest de konuşabiliriz... Şimdi, rüya, tahlil ondan sonra tahayyül, sonra proje, ondan sonra hayâtın hakikati... Bütün bu kelimeler aynı yerde buluşur, bunu veciz bir şekilde, edebî bir şekilde de Shakespeare de belirtmiştir zaten; “Biz, rüyaların yapıldığı kumaştanız” çünkü her düşünce bütünlüğün ne olduğunu izah etmek zorunda. (Dinleyicilerden birine “devamlı size bakıyorum, elbisenizin renginden dolayı, rahatlatıcı olduğu için, aklınıza bir şey gelmesin, ters bakıyorum gibi gelmesin” diyor...) Hangi fikirde olursa olsun bütün bunların hepsinin izahını yapmak zorundasınız. Hayatta ne varsa hepsi hayâl maddesinden yapılmıştır. Yalan da hayâldendir, doğru da hayâldendir, akıl da hayâldendir, ruh da hayâldendir... Hayâl içinde yerini bulur yani. Onun için rüya deyince, “bu gerçektir, bu gerçek dışıdır” gibi çabuk çabuk kolayından şeylere sapmamanızı öneririm. Biraz sonra “mutlak” nedir, “izafî” nedir, “beşerî düşünce” nedir? onlara girdiğimiz zaman göreceğiz.

Es-Seyid Abdülhakîm Arvasî Üçışık... Üstad’ın ve Üstad’ın işaretleriyle lütfuyla bizim beraber bağlandığımız ve onun en yakını Büyük Doğu Mimarı Üstad’ım... Ve tevafuku şu, Abdülhakîm Koltuğu, rüyada gelen mânâdır bu, “kürsî”nin rüyâ anlamı gibi falan diyeyim size... “Abdülhakim Koltuğu”nun ebcedi, “ahlâk”ı tutuyor. Biraz önce fikir bahsinde eşya ve hâdiseler karşısında “ruhun nasıl tavrına karşı” filân diye anlattık ya... Anlatabiliyor muyum? Ahlâk, kendisinden zuhura geldiği fikri ileriye doğru zuhur ettirir. Yâni, ahlâk bir nev’i fikrin gâyesi olduğu gibi, fikrin iticisidir de... Bu da “Abdülhakim Koltuğu”nda bizim tabirlerimizde veyahut fikrî şeylerimizde istikametimizi kendine bağlayıcı birim kavramlardan, birim kaplardan biridir... Şimdi bunlara da gireceğiz; ama çok rica ediyorum, içinizde eğer bir sıkıntı veyahut diyalog kuramıyorsak, kâfi derecede, daha pratik şeylerden de bahsedebiliriz.

Şimdi, irfan kavramını ele alalım... İrfan, bir şeyi bilmek değil; bilmeyi bilmektir. Bunu da Üstad’ım gayet veciz, güzel bir şekilde “para”ya benzetir. Şimdi, cebinde parası olan adam, bir nev’i malik olmadığı şeylerin de sahibidir; yâni istediği zaman onu alabilir. İrfan bilgi değildir, bildiğin her şeyi unuttuktan sonra, sende kalan hassadır. Meselâ hassa dediğim zaman şöyle de diyebiliriz, ben 63 yaşına boşu boşuna gelmedim. Yiyerek, içerek geldim. Şimdi kimse bana “yemedin, içmedin” diye bir iddiada bulunamaz, bu bir bedahet... Canlı olduğuma göre bedahet, dün de yemişim. Şimdi geçmişte “şu zaman şunu yedim, bu zaman bunu yedim” diye hiç bir şey hatırlamıyorum ben, not da tutmuyorum. Şimdi, irfan bir nev’i süzmedir. Süzme olduğu için de önüne yeni çıkan şeylere intibakın kolaydır, yeni çıkan problemleri çözüyorsundur; yâni o konudaki irfanına nisbetle söylüyorum. Bunun dışında, meselâ diyorsun ki, “ha öyle bir şey şöyle bir kitapta var, bakalım”... Bir kitaba bakabilmek de irfanın şeyi... Meşhur söz; “unutmak, saklamanın yollarından biridir”... Unutmayı da şöyle diyelim; şimdi ben yiyorum, ondan sonra bu yediğim kana karışıyor, geri kalanı ifraz hâlinde gidiyor. Benim bu yediklerim, eğer bu türlü kaybolmasaydı, benim yeni yemelerime fırsat kalmazdı. Öyle değil mi? Midemi bir ardiye gibi düşünün, yedikten sonra zaten fırsat kalmazdı. Saklamanın başka çeşidi derken; evet, vücudumda saklandı. “Yediğini ispat et” diyecek biri varsa içinizde, ben size yediğimi ispat edemem... Ama bunu şahsî tecrübelerinizden bilerek, beni doğruluyorsunuz. Anlatabiliyor muyum? İrfan kavramını böylece anlatmış oluyorum.

Burada da şunu söylemek istiyordum en başlarda, hep en başta söyle mek istiyordum diyorum ama mevzu sürekli artıyor. Telegram bunu bana çok sık söylerdi, “insan kulağı iltifata açıktır” der Telegram... Yâni beni sıkarken, ederken bilmem ne filan; birden şey yapar “bak nasıl kapıyorsun, iltifata insan kulağı açıktır” der... Bu artık bugün tıpta da bilinen bir şey, kulağımızın alışkın olduğu sesleri kapıyoruz, alışkın olmadığımız sesleri kapamıyoruz. Meselâ isminizin geçtiği bir ses, kalabalık içerisinde dikkatini çekmezken, bizim kulağımız o sesi kapabiliyor; bizle ilgili bir şey olduğu için. Şimdi böyle mevzulara girerken, bir takım arkadaşlar tecrübeli arkadaşlardır, bizi tanıyan, bilen arkadaşlardır; onlarda bir takım tekâmül, kendi mevzularında derinleşmeleri, bir eser ortaya koymaları için anlatıyorum... Geri kalanı için de şundan anlatıyorum; gayet tabiî herkes eser verecek değil, hayatın binbir türlüsü var, herkes bir yerlerde bir iş yapıyor, onlara da yansıyacak olan hadiselerdir. Bu yansıma hadisesinde de en azından bu tip şeyleri kulakları duymuş olsun, anlamasa bile. Hiç bir şey anlamamak mümkün değil, hiç olmazsa “saçma sapan konuştu” diyeceksin; ama neden saçma sapan konuştuğunu anlatamayacaksın. Ne dediğimi anlatamıyorsun ama kendinde bilmediğin şeyler söylendiğini farketmiş oluyorsun, böyle bir faydası var. Dolayısıyla kulak dolgunluğu için ve kurusıkı politik atıp tutmalardan uzak bir yerde; ama tabiî onlara değineceğiz. Böyle bir yol seçtim bilmiyorum nasıl bulursunuz...

(Oturuma ara veriliyor.)

Üstadım’ın “Tanrı Kulundan Dinlediklerim” isimli bir eseri vardır. Bu eserde, bir nev’i Efendi Hazretleri’ni konuşturmuştur. Bir ithaf eserdir. Gençlik adına Büyük Doğu Yayınları’nın başında bulunan Mehmet Kısakürek bugün gelememiştir. Ona da telefonda söylemiştim bir vesile ile kitabın adı “Hakîm Kuldan Dinlediklerim’e çevrilse daha yakışıklı olur” dedim. O da iltifatkâr bir şekilde bunu kabul etti. Üstad, “tanrı” lâfzından kaçındığı için, ismini değiştirecekti ama sağlığında olmadı...

Hakîm ismi, Allah’ın “her şeyi yerli yerince eden” mânâsına gelen 99 güzel isminden biri. Allah Sevgilisi’nin isimlerinden biri. Ve hakîm lügatte, “hikmetle muttasıf olan, mevcudatın hakikatine vakıf olan, iş ve emirleri hikmetli ve yanlışsız olan, tabib ve hekim”... Bu hekim meselesine bilhassa dikkat edin; çünkü adlî tıp diye bir proje taslağı mevzuunda geçecek...

Şimdi, “bunlar ne demek?” derseniz, ilk defa duyan arkadaşlar için söyleyeyim; Allah’ın hakîm ismi, “her şeyi yerli yerince eden” diyoruz. Şimdi, varlık bildirebilme ile mümkün. Varlık bildirebilme ile mümkün. Daha önce söylediğim gibi, “mutlak” olarak alınan, neticede her fikir bir peşin fikirle başlar. Burada da bir yanlışlık var. “peşin fikir” deyince adam diyor ki, “peşin fikirli olmamak lazım!” falan. Peşin fikir o değil ki, burada bunu fikir içinde bir yere oturtarak kullandığımız bir mesele; peşin fikirle başlamak. Misal, 18 yaşında bir delikanlı komünist oluyor, Müslüman oluyor. 18 yaşından 60 yaşına kadar öğrenerek geliyor değil mi? 60’ında komünist olması gerekirken bu öğrendiklerinden dolayı, peşin olarak bu komünist oluyor ve sonra öğrendikleri bunu destekliyor, desteklemiyor; destekliyor ise ondan sonra neticede bu da bunun gelişmesi oluyor. Bütün bu eserleri okuyarak başlamadın ki sen bu mevzuya. Her fikir peşin fikirle başlar! Meselâ “ruh nedir”, bilmiyorsun. “Madde nedir”, maddeyi de bilmiyorsun. Nitekim madde, kuantum teorisiyle gittikçe elden kayan bir şey olmaya başladı, değil mi? Yâni sen bir yerden başlıyorsun, “hakikat maddede yatıyor” diyorsun. Şu basbayağı gördüğün reel maddeden başlayarak bunun inceliğine doğru gidiyorsun. Bunun inceliğine doğru gittiğin zaman, bir sürü şey giriyor işin içine; şuur seviyesinin her değişiminde gerçeklik seviyesinin değişmesi, “hürriyetler alanı” diyorsun. “Hürriyetler alanı” dediğine göre meselâ bu, bu taraftan gördüğün için hakikati böyle ifâde ediyor. Bu, bu taraftan gördüğü için böyle ifade ediyor. Tutuyorsun “saklı düzen” gibi fizikî olmayan kavramlar kullanmak zorunda kalıyorsun. Şimdi, “saklı düzen” dediğin, senin fiziğe göre taşkın fikir, o fikri doğrulayıcı olarak fiziği yürütmek için kullanıyorsun... Meseleleri anlatabiliyor muyum bilmiyorum?..

“Allah’ı konuşmuyor” dedik. Şimdi, biz insanız ve bunu herkes de kabul eder. Biz faaliyet içinde faaliyetle zenginleşiriz. Duygu, düşünce ve iradî faaliyet hâlinde, hür seçimlerimizle hayatımızı yürütüyoruz; fikrî, fizikî, bedenî şudur budur, yürütüyoruz. Sen netice olarak ne yaparsan yap, “Mutlak”ı izah edemezsin. Çünkü kendin mutlak değilsin. “Mutlak”ı izah edemediğine göre “mutlak” bir kabul işidir. Mutlak diye bir şey kabul ediyorsun, ondan sonra fikrini onun ispatına veriyorsun. Fakat bir söz söyledim; “onların mutlakları konuşmuyor!” dedim; varlık bildirebilmeyle ilgili. Burada hürriyet, hürriyete esaretten sonra hürriyettir. Böyle bir edebî lÂf, tekerleme filan gibi zannediliyor. Aslında Müslüman için alalım lâfı. Hürriyet, hakikate esir olmak adına yaratılmıştır. Hürriyetin yaratılış gâyesi budur, aslı da budur. Bunun dışında eğer Müslüman değilseniz, siz esir olunacak hakikati ortaya koyun...

Hakikate esaretin anlamı şudur; “Mutlak”ta eriştiğin zaman tahditten kalkarsın, kısıntıdan kalkarsın, her şeye muktedirlik gibi bir şey doğar ortaya gerçek hürriyet budur! Biz Müslüman olarak, bir tek bizim “Mutlak”ımız konuşuyor; işte Allah’ın kitabı diyoruz, Allah’ın Resulü’nün anlayışı diyoruz. Ondan sonra biz de hür irademizle iman olarak buna bağlanıyoruz, ondan sonra da onun doğrulayıcısı oluyoruz, olamıyoruz... O not verilir iş, o ayrı mesele; fakat şu var, bu not da ancak iman bahsi dışına çıkanlar için konuşulur. “Size kocakarı imanı lâzım!” hadis... “Kocakarı imanı” dediğin lâfızda, doğrudan doğruya ilmin gâyesi olan bir yer vardır. Yâni, ilmin gâyesi belki oraya ermektir. O şöyle veya böyle bir nasib olarak ona ermiş... Yani, şunu demek istiyorum; eğer fikir babında bir takım şeyler söyleyeceksen, fikir babında söyleyeceğin şeylerde ayetler ve hadisler kartpostal gibi kullanılmaz. Mesela burada “Bismillah”la başladın diye bu konuşman Müslüman olmuş değil. Al burası abuk sabuk, böyle şey olmaz, Bismillah falan da deme... “Tevfik Allah’tandır”; sen Allah’tan tevfik bekleyecek bir şey yapmıyorsun ki, ne “Tevfik Allah’tandır”ı?.. Bunu, kavramları harcamayalım anlamında söylüyorum... Mesele şundan ibarettir, biz beşeriz, biz “Mutlak”a göre izafîyiz. Hareketlerimizde, faaliyetlerimizde, duygu düşüncelerimizde, irademizde ve içinde bulunduğumuz âlemde, kâinatta her şey; biz burada neticede izafîyiz. Şimdi, burada mesele şudur; İzafî mi Mutlak’a bağlanır, Mutlak mı izafîye bağlanır... Anlatabiliyorum değil mi? Gayet tabiî izafî Mutlak’a bağlanır.

Burada, bizim konuşanımızdan başka kendini bildirebilen başka bir şey yok. Öbürlerine gelince, “Mutlak Fikir”in kurulamazlığını söyledik... Bir insana 1 milyon sene versek, bu 1 milyon sene hayâtı ilimle geçse ve şu ânda ölmüş olsa, hayât daha devam ediyor daha ilim olarak, bilgi olarak katılan şeyler var hayatımıza. Herkesin anlayabileceği ölçüler içinde konuşuyorum bunları. Yâni “Mutlak Fikir”i ortaya koymak mümkün değildir. Buna Mutlak Metod demek de mümkün değildir. Çünkü şuur seviyesinin her değişiminde gerçeklik seviyesi de değişiyor... Meselâ ben kayada yürüyorum, hiç su görmemiş bir insanım. Kayada yürüyorum, sonra geliyorum toprakta yürüyorum, burası daha yumuşak. Burada yürüyordum, burada da yürüyorum, o mantıkla da suya giriyorum ve batıyorum. Oranın gerçekliği başka. Anlatabiliyor muyum? Şuur seviyesinin her değişmesinde hakikatin seviyesi de değişir. Hakikatin seviyesinin her değişmesinde, şuur seviyesi de değişir. Bir şey gerektir ki, bütün bunları her safhada içine alabilici olsun. Tekâmülün zaten anlamı da budur aslında. Bu anlamda meselâ küfür lügatte “hakikâti örtmek” demektir. Yalnız mânalara dikkat edin. Ben şimdi bir ân sonraki tekâmülüme nazaran benim geride kalmış halim, bu bir ân sonra olduğum hakikâti örten de... Anlatabiliyor muyuz? Burada tekâmül hadisesinde, iki hâlde İslâm’a uygun ama... Yâni ben biraz önce de Müslümandım, şimdi de Müslümanım.

İnsan düşüncesinin verdiği her şey neticede insanla ilgilidir... Şimdi, milliyetçiliğin bir hakikati var değil mi?.. “Kavmini sevmekle kınanamaz.” Nitekim bak şimdi, başka yerden bağlayacağım meseleyi... Kavmini sevmekle kınanamazsın; fakat insanlar devrimci gençlerden bahsediyorum yurtsever falan filan bu tip şeylerde çok heyecanlanıyorlar. Ondan sonra dış sömürüye karşı savaşlarını da “yurtsever” adıyla... Yurtsever ile vatansever arasında ne fark var?.. Şimdi, mevzuu şundan ibaret; sen şimdi, bütün halkları falan filan diyordun ama nedense şuradaki halklar için burada kalkmış falan değilsin! Ama buraya da olunca birden bir şey yapıverdin, bunu inkar edemezsin ki, bu bizim fıtratımızda olan bir şey...Yâni, bize ait olan mekânı korumak, bizim fıtratımızda olan bir şey... Şimdi, burada buna yurtsever adını takman şey yapmıyor... Veyahut halkların kendi kaderlerini tâyini... “Halklar kendi kaderini tayin etti!” Biri mesela Hitler gibi birini seçti... Yâni ne demek istiyorsun sen? Şimdi, biraz önce hürriyet bahsinde söyledim; şimdi, ister halk iradesi de, ister millet iradesi de, idare edenle idare edilen ayrımı vardır. Söz konusu olan, bu idare eden-idare edilen ayırımında hangi metod olmalıdır? Bu lâf kurtarmıyor bunu... Çünkü bugün meselâ, “hâkimiyet milletindir!” diyorsun, tabiî bunu suçu işlemek için söylemiyorum da espri olarak alın hâkimiyet Eminönü’nde geziyor, ayağı çıplak!.. Bu palavraları bırakalım. “Hâkimiyet milletindir!” falan böyle bir şey yok!..

Tabiî bunlar mücerret... Kuantum, fizik dedik, falan filan...

(Esprili bir şekilde, “bir şey söylerken dağılmayayım diye birisinin de aklında tutması lâzım” diyor.)

Büyük Doğu İdeolocyası’nda şöyle bir hadise vardır; Halk Şûrası... Bu halk şûrası, isterse devlet başkanı olsun, herkes onun hakkında iddiada bulunabilir. Bir şartla, iddiasını isbat şartıyla... Yâni, bunda susturma, musturma, arkasında basın vardı yoktu filan, böyle bir şey yok. Her sene görmüş olduğu aksaklığı duyurmak üzere ve bunu duyurmakla da insanî bir mes’uliyetini yerine getirmiş oluyor. Bütün topluluğa faydası olan bir insan; çünkü oradaki filancanın aksaklığını ifâde ediyor. Şimdi, dolayısıyla bizim fikrimizi de; tabiî böyle şeyler olmadan, sistemi rejimi olmadan müesseseleri olmaz ama hadi biz de ona benzetelim, Halk Şûrası gibi... Halk Şûrası olunca hem halk adına konuşuyoruz, hem de halkı idare edenlere, nasıl idare etmelerine dair, idare edilen olarak bir şeyler duyurmaya çalışıyoruz, öyle alın... Şimdi, beni idare ederken senin verdiğin, -bak, bedahetler başkadır, onu demiyorum, mantık olarak diyorum- benim için ister cezaî olsun, ister hayatın diğer yönleri olsun, bütün düzenlemelerin oradaki üç-beş tane insanın düzenlemesidir. Şimdi, temsil memsil diyorsun... Sen ne dersen de, temsil memsil falan bunlar lâf... Öyle temsil diye bakacaksan; padişah da temsil, kral da temsil... Ondan sonra diktatör de temsil. Neticede halk olmadan diktatör olmaz ki o da temsil! Bunlar bir laf... Bunların içinden tabiî makulü vardır. Hani bu daha iyisi, bu daha da iyisi falanı vardır.

Fakat ben şimdi diyorum ki; “beni idare ederken, bana görev verirken, benden bir şey talep ederken neye dayanıyorsun?” diyorum. Bana öyle bir şey söyle ki, ikimiz arasında ortak bir şey olsun o. Müslüman için ortak şey doğrudan doğruya –ister idare et, ister idare edil- Allah ve Resulü’nün hükümleridir!.. Bu belli... Şimdi, hiçbir düşünce, kendi “mutlak”ını getiremediği için, kendi de beşer ürünü bir eser olduğu için, orda başa geçtiği ânda da yine idare etme hakkında değil aslında... Yâni milliyetçi olmuş, bilmem ne olmuş; bunların hiçbiri onları kurtarmıyor, anlatabiliyor muyum? Şimdi, en güzel rejim demokrasi diyorsun... Şöyle bir hadise var, şu kadar parti var, en çok hangi parti oy alırsa o başa geçecek. Diyelim bir parti yüzde yirmibeş ile başa geçti, ama geri kalan yüzde yetmişbeş onu istemiyor; ancak bu idare ediyor... Şimdi çoğunluğun iradesi falan diyorsun; hangi çoğunluğu iradesi? Bir de bu seçme kurallarını kim koyuyor? Seçme kurallarını ben koymuyorum ki. O, bana diyor ki; “şu kurallar içinde seçim yapacaksın.” Ben de diyorum ki “o kurallar içerisinde seçim yapacaksın derken, bu kuralları nereden çıkardın?” diyorum. Neticede bu her şeyde lidere giden bir hadisedir, gruba giden bir hadisedir... Ondan sonra bunun pratiğe geçirilmesi babında kemiyet bir yerde gelir, ona meclis dersin, bilmem ne dersin filan. Burada idare eden-edilen ayırımında, İslâm’da Allah’ın önünde padişah da birdir, kul da birdir. Şeriat önünde padişah da birdir kul da –kul dediğim idare edilen- birdir... Burada padişah deyince “padişahlığı istiyor” gibi ucuz şeyler yapılmasın, misal veriyorum. Mevzu padişahlık falan değil, ben muhakemeden, mantıktan bahsediyorum. Şimdi burada “halkçılık mücadelesi” falan filan diyorsun, bu sana ait bir şey oluyor. Sen gene bu halkla kavga edeceksin. “Halk” demekle, halklar kavga etmez diye bir şey yok... Şimdi sen de insansın, ben de insanım; ikimiz de insan olduğumuz için kavga etmeyeceğiz falan böyle bir şey yok ki! Halk, bir lâftan ibaret... Şimdi, kavramların suyunu çıkarın diyorum; halktan ne kastediyorsun, milletten ne kastediyorsun, liderden ne kastediyorsun?.. Bir olmadan, iki olmaz meselâ... Adam basın yoluyla, çeşitli teşkilatlar yoluyla yönlendiriliyor... Ondan sonra bu yönlendirmeyi en iyi kim yaparsa, o seçiliyor. Halk kalkıp düşünmüş taşınmış da “ya şöyle biri olsun, böyle biri olsun, ne tesadüf bu insanlar bu fikirde” diye bir şey yok ki... Oraya konulan şey var, “bu kurallar içinde seçersin” diyor... Dikkat edin, “komünist parti kurulsun”, niye komünist parti kurulsun? Zaten onlar gelemezmiş. E böyle demokrasi mi olur, madem demokrasi fikir hürriyeti falan filan diyorsun... Adam iktidara gelemeyecek diye izin veriyorsun adama; böyle saçma şey olabilir mi? Ondan sonra dön Müslümana, diyor ki; “dinini yaşasın, kimse dinine karışmasın.” Zaten dinine karışamazsın ki, o kalbde olan bir şey. İmana zaten hiç bir düşüncenin karışabilmesi mümkün değil. Senin karıştığın şey, bu düşüncenin bütünü ne diyorsa, bu düşünceyi reel hayata getirmek istiyorum. Biz de diyoruz ki; düşüncesini reel hale getirmek isteyenler, kendi “mutlak”larını ortaya koysunlar, önce bir fikir şeyi olsun diyorum... Yâni, dövüşenler dövüşüyor zaten, dövüşmeyenler en azından kendi dövüşenlerini beslemek için böyle bir şey yapsın diyorum. Şimdi burada öyle olmuyor; burada dövüşenler var, burada da kitabî yön var. Bunlarla bunlar arasında (dövüşenler ile kitabî yön arasında) bir irtibat yok. Anlatabiliyor muyum? Yâni, dövüşebilmenin de şartlarında değiliz. “Kimsenin imanına karışmıyoruz!” Karışmak haddin değil ki, sen benim imanıma nasıl karışacaksın, bu benim içimde olan bir şey. Ondan sonra da şu komiklik, “aa demokrasi de ne güzel, herkes kendi istediğini yapabiliyor”... Nasıl istediğini yapabiliyor? Sen gayet tabiî olarak diyorsun ki “burada meyhane olmalı”, ben de “hayır, camii olmalı” diyorum. Bu ikisi de ihtiyaçtır; o onun ihtiyacıdır, bu da benim ihtiyacım... Nasıl ikisi de istediğini yapabilsin, hayat öyle değil ki.

Üstad’ın verdiği güzel misaller vardır: Bir hastahanede doktor, hastasına soruyor mu “seni nasıl keseyim, nasıl ameliyat edeyim” diye? Hasta ona teslimdir; bitti! Veyahut bir orduda komutan “ey askerler, size ne emir vermemi istiyorsunuz” diye soruyor mu? Bu, böyle bir nizam... Şimdi buradan dön reel hayâta, meselâ üniversite hayatına gir. Bu türlü olsa zaten hoca-talebe ayrımı olmaz ki... Asistan, doçent falan bu sıralama olmaz ki. Veyahut çocuk... Niye kendini koyuyorsun da çocuğu koymuyorsun buraya (konferans salonunu kastediyor)... Çocuk da bir canlı varlık, onun da bir düşüncesi var. (Salonda bulunan bir çocuğu işaret ederek) Maşallah balonu ne güzel salladı, çok da güzel bir şey yaptı filan... Onun da bir aklı var. Sen diyorsun ki “aklı ermiyor”. Aklı ermiyor deyince senin de şu meseleye aklın ermiyor...

Bir şarkıcı, –isim vermiyorum- Urfa’dan bunu milletvekili adayı koyuyorsun, bir de Einstein’ı milletvekili adayı koyuyorsun. Aynştayn orada üç tane rey bile almaz, anlatabiliyor muyum? (Bu sırada salondan alkış sesleri yükseliyor.)

Şimdi, bazı şeyler vardır halka sorulmaz. Halka sorulacak şeyler de vardır... Bunlar ayrı ayrı şeyler. Ben meselâ ameliyat yaparken hastaya sormuyorum, nasıl keseyim diye; o benim işim zaten. Şuraya yat, şöyle dur diyorum; fakat ameliyat olmak istiyor musun diye soruyorum. Yâni sorulacak şeyler vardır, sorulmayacak şeyler vardır. Bunu pratik hayattan misallendireyim, hapishaneye girenler içerisinde PKK’lısı da var, Ülkücüsü de var veyahut Atatürkçüsü de var... Netice olarak herkesin tutunduğu bir şey var. Onların içinde konuşurken “meselâ ben jeoloji bilmiyorum, jeoloji bilmediğim için jeolojiyle ilgili bir şey de bana sorulur mu?” diyorum, “sorulmaz” diyor. Aynı onun gibi idare eden-edilen ayrımında, beylik şeyler olarak söylüyorum siyaset var, iktisat var, şu var, bu var ve sen bunların hiç birini bilmeden “şu idare etsin”... Orada herkes bozuluyor. İşin tuhaf tarafı şu; şimdi sen cezaevine düşmüşsün, bir de hayret birşey, orada yönetimi tayin edenmişsin gibi yapıyorsun. Ha bakın, demokrasinin yeri var. Demokrasinin tam yeri, bizim şu ânda konuştuğumuz gibidir. Demokrasi hedef değildir; gâyeye götüren bir yoldur. Bu da nedir? Burada güzelce hesaplaşacağız, herkes neyi var, neyi yok dökecek. Öyle uydurma lâflarla “demokrasiden daha güzeli vardır” bunları bırakın. Herkes kendini reel olarak ortaya koyacak; ondan sonra bunların kapışmasının her çeşidi fikrî, fiilî, bilmem ne, her neyse... Çünkü, “mutlak” bunlardan biri olacak. Burada ne oldu; demokrasi hedefe giden yol oldu. Meselâ “Müslümanlara şunu verelim, verelim ama bunlar şu partiye oy verirler, ondan vermeyelim”... Şimdi bunun gibi saçma sapan, reel hayatla ilgisi olmayan şeyler... Adam hem dine karşı, teşkilatın 600-700 bin üyesi var, bu kadar adam namaz kılıyor, maaş alıyor. Senin baktığın gözle, bu adam yatıyor kalkıyor, senin gibi üretime katkısı yok ki bu adamın. Peki, sen niye bu işe el atmıyorsun? Çünkü bunlara el atarsan, bu kesim hiç rey vermez veyahut bu kesim birden bire öbür partiye çalışır. Bunların hiçbirinin reel hayatta karşılığı yok ki. Senin fikrinle bu adam bir şey üretmiyor. 700 bin kişi az değil ki, değil mi? Fikir samimiyeti nerede?

Şimdi, aranızda bilmiyorum var mı da, lâtife tadında söyleyebilirim; “Gericiliğin Ana Kitabı Nitzsche? Ne demek şimdi bu? Yâni hakikaten beni cımbızlamaya gelmiş arkadaşlardan biri varsa... “Gericiliğin Ana Kitabı Niçe” ne demek? Sadece bana kapağını anlattılar onu söylüyorum. Ne demek bu? Sen Niçe’yi Miçeyi bırak, kendini anlat!

Ne kadar kendimize güveniyoruz biz? Benim bir sözüm var, “bir zaman gelecek Marks’ın kitaplarını da biz basacağız” dedim. Bugün özgüven filan diyorlar, bu nefse güvenin neticesidir neticede. Dikkat edin her kesime bir şeyler söylemiş oluyorum; meselâ adam solcu idi, Müslüman oldu, cepleri bomboş gelmiş... Solun da itibarı militan faaliyetlerden dolayı geliyor. Buraya geldiğin zaman da Müslümanların gariban dönemlerinden bahsediyorum Müslümanların arasında da militan taraftan geldiği için itibar görüyor. Yahu sen o taraftan geldin bir şeyler anlat! Müslüman olduğuna göre değil mi? Oradan ceplerin dolu gel. Onun için “herkes tekâmül etsin” diyoruz; çünkü biz, birbirimizi nefyederken bile birbirimizden bir şeyler alıyoruz değil mi? Meselâ bana saldıran ineği kestim ve yedim... Faydalısı vücuduma, gerisi de ifraz... Bir taraftan benim ineğe karşı bir şeyim var, bir taraftan da böyle bir faydam var. Bunun gibi, insanın, düşmanından bile öğrenebileceği bir şey vardır.

Şimdi, yine sola bir atıfta bulunayım; Sovyetler Birliği’nin çöküşü filan... Halkın aklı gözündedir, Sovyetlerin çöküşü, doğrudan doğruya Marksizm’in siyasî görüntüdeki çöküşüdür; bunun çöküşü 50-60 sene önce anlatılmıştır zaten, fikir bazında. Ortada Markszim yok, Marksizm adına bir siyâset var. Anlatabiliyor muyum? Marksizm var, Marksizm adına bir siyâset var, “bu bunu temsil etmez” diyoruz. Geliyoruz yurdumuza ortanın solu, ortanın biraz daha kıyısı, sol bir şeyler var filan var. Adam, en olmadık birini Müslümanları temsil eder gösteriyor. Şimdi rahmetli oldu veyahut rahmetli olmuştur diye temenni edelim, diyelim; çünkü son nefesini bilmeyiz. Ecevit, militan solu kıran bir adamdır da, pörsütme anlamında söylüyorum... Meselâ Ecevit diyor ki; “anahtarı çevirdikten sonra kapı açılacak olduktan sonra şiddete lüzum yok”... Bu doğru bir lâf; ama anahtarı çevirip içeri girdikten sonra, içeri girdin, içeriye ne döşeyeceğini bilmiyorsun... Anlatabiliyor muyum? Ve orada iktidara gelmiş olman, sonun da olmuş oldu. Ve bütün solun emeğini kendine bağlamış olarak, kendinle birlikte solu da gömmüş oldun filan... Şimdi bunlara girmiyorum. Girmiyorum diyerek girmiş de oldum ama şunu demek istiyorum; Ecevit’in o devrimci olduğu zamanda bile, ben meselâ Ecevit ile ölçmedim devrimciliği... Ne demek istediğimi anlıyorsunuz değil mi? Yani, devrimciliği onunla ölçmedim. Bu mânâda; meselâ Roger Garaudy gibi dönüşler de olacaktır ama adam gelirken cepleri dolu gelmiş... Şimdi, bu mânâda da ben fikir faaliyeti bekliyorum.

Şimdi ülkücülere dönelim... Bunlar bir takım şeylerde refleks gösterirken haklıdırlar... Yâni, “buyur gel, sen otur” diyecek hâlleri yoktu; gayet tabiî refleks göstermekte haklıdırlar. Ama şimdi işin tuhafı, bunlar bunlarla çatıştılar çatıştılar; şu kadar burada öldü, bu kadar burada öldü, bunlar cezaevine düştüler. Polise yardım ideolojisi diye bir “ideoloji” olabilir mi? Bakın, ideoloji olabilir mi diyorum. Politika olur, ideoloji olur mu? Söylediğin hiçbir şey yok “ben polise yardım ediyorum” diyorsun. Polisin görevi polisliktir, askerin görevi askerliktir. Ha, bunlar yetmedi, senin de takip ettiğin bir politika var, bu politikayla onlarla paralellik kurdun böyle bir şey... Senin paralellik kurduğun bir şey de yok ki... Bir hâdise anlattılar, isminden bahsetmeyeceğim. Adana’da gitmişler üç-beş kuruş cezaevlerindekilere yardım falan gibi... Türkiye’nin en zengin bir kaç işadamından birine gitmişler, “yardım topluyoruz içeridekilere” demişler. “Ya siz ne saçma sapan koşturuyorsunuz, biz gerekli tedbiri alırız, siz niye yoruluyorsunuz?” demiş. Ne yoruluyorsun deyince, iş sanki spor faaliyeti. Şimdi burada her iki taraf birbiriyle dövüşüyor. Öldürüyor möldürüyor bilmem ne filan. Sonra bu adam içeri giriyor... Sen darbe sonrasında bunlar başa geçsin diye ölmedin değil mi, bunlarla düşünürken... Şimdi onun için geçmedin de, bunlara karşı olmaktan başka fikir olarak getirdiğin bir şey yok... Hâlbuki fikir olarak getireceğin o kadar çok şey var ki... Anlatabiliyor muyum? Meselâ, Almanlar’ın en kötü zamanında çıktı Hitler; Alman tarihi boyunca bu kadar zulüm görmüş, işte o kilise şeylerinden, iç savaşlardan, bilmem nelerden şu kadar batmış bir millet. Hitler, orada böyle onlara sanayi hamleleri, iş yerleri, bilmem ne vaad ederek girmedi ki; ruhun köklerine girdi. Bu milletin geldiği köklere doğru indi. O köklerden çıkardığı ritleri kullandı ve psikolojik bir başarıyla bu işe girdi. Hitler’in bütün o Yıldırım Orduları neticede o psikolojinin eseridir. Anlatabiliyor muyum? Topyekûn milletin –tabiî millette, o millet lideriyle birleştiği-buluştuğu örnektir. Biz şimdi burada Hitler’i methetmiş olmadık! Ama liderle kitlenin bu kadar birbiriyle uyuşabilir olmasından çıkan, bizlere bir takım dersler var. Hakas lügatında zannediyorum, Yâkut da diyorlar; “piregen” diye bir kavram var ve bu “birlikte, beraber” anlamına geliyor. Bizim, Türkçe gözü ile baktığınızda “pir” anladığınız mânâda “pir”... Pir’e gen olmak... Misal söylüyorum (kendisini göstererek) bu pir’e, (salondakileri göstererek) bunlar gen... Bunun adına da “birlikte, beraber” diyor. Bir defa “şu olmadan bu olmaz, bu olmadan şu olmaz”... Bunlar ucuz politikacı söylemlerine dönüyor. O yüzden söylem lâfını da matrak olarak kullanıyorum zaten. Lider ile halkın birleşmesinde şöyle bir hâdise var. Lider, kitleye vereceği olan insandır. Bir olmadan, iki olmaz. Bakın, “lider şu olsun” demiyorum. Bir olmadan, iki olmaz. Bütün sayılar birin tekrarından ibarettir. Şimdi, burada aynı demin söylediğim gibi, bunları toparlayacak olursak; hangi kesim olursa olsun, iddiası olan iddiasını sistem çapında ortaya koyar. Biz koyulmuş bir iddia üzerine konuşuyoruz bunu. Şimdi ortaya koyulmuş olana nisbetle... Meselâ “aydın çağından mesuldür” falan diyorlar ya. Biz de hâlihazırımızdan mesulüz. Sana “Türk müsün,

Kürt müsün, Tatar mısın, Çerkez misin” diye sormuyorum ben... Hâlihazırdayız ve içinde bulunduğumuz mekân Anadolu. Anadolu dememin sebebi de şudur; –Anadolu’nun çapı daha dar olabilir, daha geniş olabilir- bu tarihî bir realite olduğu için söylüyorum. Ortadoğu’yu, Ortadoğu edecek olan Anadolu’dur. Anadolu merkezli bir fikirdir. Bunun hem tarihî şartları buradadır, hem insan vasfı olarak daha işlektir. Meselâ, Batı’nın bir takım ilimlerine aşina olma adına söylüyorum, daha aşinadır ve tarihte bunun pratiğini de altı yüz sene göstermiştir. Şimdi, bunu söylerken sakın Osmanlı’yı idealize ediyorum filan diye gelmesin; ama Osmanlı, ileriye ve geriye gidişte birim olmalıdır. Şurada da şöyle bir hadise var; solcuların meselâ Enternasyoneli vardır. Sovyetler de yayılıyor falan filan... Osmanlı enternasyonal! Şimdi, Osmanlı’ya Enternasyonel diyeceğine, Osmanlı lâfzı çıktı mı, “Atatürk’ün yurtseverliği” falan diye girişiyor. Adamı kanun önüne çarptırmak gibi bir şey. Ben bir solcuya söylemiştim, o bunu çok güzel karşılamıştı. Dedim ki; “işin garip tarafı şu; ya siz de bu düzene karşı çıkıyorsunuz, bu düzenin Müslümanlar için üretmiş olduğu karikatürize edilmiş tiple Müslümanı anlıyorsunuz veya Müslüman bu diye zannettirmeye çalışıyorsunuz, bu kadar ucuzcu olmayın” dedim. Bana tutuklandığımdan önceki yılbaşında bir televizyon muhabiri geldi, benimle konuşmak istiyormuş, röportaj... Ben, yılbaşına karşı mıymışım, değil miymişim? Bu soru bana sorulacak soru değil de. Abilerinden gördüğü o... Gazetecilere teşekkür ettim, o ayrı mesele; ama ufak tefek böyle şeylerimiz de olacak... Meselâ ben orada “hayır” diyeceğim; “yılbaşıya hayır dedi.” Benim bir tuhaf resmimi de koyacak filan... Gericilikle mücadele böyle olmaz ki. Sen bir Marksist olarak, halkı bilinçlendirme filan böyle olmaz ki. Senin bilinçlendirmen; halk taş atsın, o taş atarken de sen (gülerek), neyse oralara hiç girmiyorum.

Anlatabiliyor muyum? Sen şuurunu yedirmeden bu topluma, şuradan anlatılanlar (yukarıyı işaret ederek), yansıya yansıya yansıya (elini yukarıdan aşağı doğru indirerek) neticede şu insanların günlük hayatına şarkı olacak, türkü olacak, eğitim olacak, radyo olacak, televizyon olacak, kitap olacak, resim olacak değil mi? Her şey kullandığı bir şey hâlinde olacak ve neticede bu insanların benimsediği bir şey olacak. Sen şimdi insanların benimsediği bir şey koymuyorsun ki ortaya. Dolayısıyla dediğim gibi, buraya gelen de cepleri boş olarak gelmiş oldu.

Bugün açık yüreklilikle söylüyorum; emperyalizm, sistem, rejim vesaireyi biz soldan öğrendik... Anlatabiliyor muyum? Bakın söylüyorum, soldan öğrendik. Şimdi dünyada gelen bu felsefeler içinde en kapsamlı olanı da, yâni her şeye cevap verme niyetinde olanı da budur. Şimdi cevap vermek niyetinde olmak başkadır, cevap verebilmek başkadır. Bu kadar kapsamlı görüldüğü için çökmesi de ayrı bir bahistir. Bak onlara girmiyorum! Ama sistem, rejim bilmem ne filan, buradan öğrenilmiştir. Bu, buradan şöyle bir örnek teşkil etmeli bize... Geçmişte ve şu ânda hangi fikre mensup olursan ol, –elbette bu söylediklerimiz fikri harekete geçirmek için bu hâlihazıra geçmişte bütün olanlar da tecrübe verisi olarak katılacak. Yâni şu, şunlar faydalı oldu; faydalı olduğu için hâlihazıra katkıdır. Şunlar olmamıştır; bunlar da olmamışlar faslından tecrübe edildiği için damgalanmıştır; bu anlamda gene faydalıdır. Bu mânâda herkesin kendini bağlayacağı bir vahid-i kıyas, herkesin kendini bağlayacağı vahid-i kıyas derken, biraz sanki böyle aslan, şahsiyet anlamında söylüyorum, fikir anlamında söylemiyorum. Fikirde aslan payı zaten bizdedir, biz Müslümanız; bugün, dünyanın da bir şansı da yoktur! (Salonda büyük bir alkış tufanı kopuyor...) Başka bir şansı da yoktur nitekim bunun her planda şeyi gözükebilir... Şimdi mesele şundan ibaret; bugün biz, misal söylüyorum, "Marks" dedik, "Engels" dedik, "Hegel" dedik bunları misal söylüyorum ve bunlar felsefeci, dolayısıyla o felsefeciler buraya nisbetle şöyle bir kalabalık filan, şimdi Aynştayn’ın hiç öyle bir kalabalığı yok. Şimdi Aynştayn’ın bu kalabalığı yok; ama Aynştayn’ın bu kalabalığı olan adamlardan da hiçbir eksiği yok, fazlası var hatta, anlatabiliyor muyum? Bunu da bir psikolojik doz gibi söylüyorum, sanki bütün marifetleri kendine, ondan sonra biz, “sen oldun da kimse sana olmuyor”... Şöyle bir hadise vardır, hayatın realitesi de budur; yâni her parça bütün üstüne örtülüdür hayâtta. Yâni şöyle parça parça tasnif ediyorsun ya, aslında her parça bütün üstüne örtülüdür. Bu romancılardan Balzac... Televizyonda izlerken güzel bir şey duydum, diyor ki; “şu vaziyetlerde, ihtiraslı bir genç olarak Paris’e geldi. Tanıdığı yok, bilmem neyi yok fakat o zamanın şartlarında o zengin muhitlerine de kendini kabul ettirebilmek için atraksiyonlar yapan genç bir insan” falan filan, bunu anlatırken “ders veriyor, bir taraftan da yazı yazıyor” diyor, “bir müddet sonra fark etti ki kendisi dünyayı fethedebilir” diyor; ve “nitekim de dünyayı fethetti” diyor. Şimdi tabir şu bakımdan hoşuma gitti; “dünyanın fethi” demek ille toplar, gülleler, kılıçlar, bombalar filan demek değil... Herkes aslında insan olarak da -kimse kimseye benzemez bu dünyaya yayılan bir genişliktedir aslında da... Bünyesinde var da bunlar örtülü kalmıştır. Anlatabiliyor muyum? O örtülü kalmışlığı açabildiğin kadar tekâmül diyorsun, açılmamış olduğu kadar da olmamış diyorsun. Tabiî bunu söylediğin zaman orada irade meselesi giriyor, iradenin bunu yüklenebilmesi meselesi giriyor, vesaire... Özellikle genç arkadaşlara söylüyorum; böyle günübirlik fantezi şeylerle, günü kurtarma adına falan değil de, hakikaten ciddi olarak girdiğiniz zaman, böyle değişik mevzularda inşallah Allah onu nasib eder. Hepiniz dünyayı fethe namzetsiniz.

Şimdi bu çerçevede diyorum ki, biz hiç kimsenin hiçbir emeğini zayi etmeyeceği bir sistem sunuyoruz! Şimdi herhâlde bu takib edenler için daha kolay anlaşılmıştır... Burada tabiî ki vulgarize ederek konuşuyoruz, bunlar sadece konuşmayla olmaz tabiî; ama bir ipucu olabilir.

Şimdi "Adlî Tıbb" mevzuuna gelelim; insan, Kâinatın unsurlarından yaratılmıştır. Kâinatın unsurlarından yaratıldı demek; unsurlardan kasıt kâinatın dört temel unsuru ve elbette bunu 40’a çıkarabilirsin; ama temel dört unsur... Şimdi bu dört temel unsur çeşitli şekillerde geldi bende et oldu. Şimdi ben neticede bu Kâinatın unsurlarından mamulüm. Şimdi bu vasfımla ben maddî olarak da kâinatı temsil ediyorum. Onun dışında belki bizi takip edenler görüyorlardır; o yıldızların vesair insan üzerindeki tesiri... Çevrecilik falan diyorsunuz ya bugün, bakın aslında çevre ne kadar geniş, yıldızlar kadar geniş... Şimdi oradan çevrecilik geliyor, geliyor bizim kapımızın önüne kadar. Ama çevreciliği de bir mantığa bağlamak lâzım onu demek istiyorum. Anlatabiliyor muyum? Çevrecilik de yerde kalmasın. Bir şeylere de âlet olmasın... Şimdi aynı o genç gibi, - bunları da samimî ifadeler olarak anlayın, bana karşı olanlar da olabilir- ben meselâ bu çevrecilikte bu tür reel bir şey görmüyorum; ama hani "biz bundan memnun değiliz ne olması gerektiğini de bilmiyoruz ama sizin görevinizde bu zaten, bunu bulmak" diyen genç gibi, bir rahatsızlık ifâde ediyor o bahaneyle... Bak çevrecilik boş şey demiyorum yanlış anlaşılmasın, yâni onu demek istemiyorum. Bir de çevreciliğin bazı enayi tarafları da var, hadi onu da lâf arasına sıkıştırayım. Şimdi meselâ bu nükleer vesaire şeylerin zararları görülmüş, yani bütün bunlar görülmüş etmiş falan ve adam orada nükleere karşı bir şey olmuş, yeşiller olmuş filan... Şimdi bu buna karşı çıkarken haklı, haklı çıkarken bir de dünyanın koruculuğuna da soyunmuş oluyor. Tamam hepimiz beraberiz ama şurada da yürüyen bir zaptiye var yâni... Yâni kendine öyle bir misyon edinmiş olanlar var. O da güzel, ona da bir şey demiyorum. Şimdi bizim mahkûmiyetimiz -misal olarak söylüyorum ha bunu nükleer olmamasından dolayı, şimdi orada ki nükleerin hani denizleri kirletmeyin vesaire diye kendi yurdundan başladı ya kavgaya, şimdi onlarda faydalıyken bizde “nükleer kurulmasın” diye kavga yapıyor. Şimdi bir taraftan da bunlar emperyalizme karşı... Neyin emperyalizmine karşısın sen?.. Bunların hepimizin ortak derdi olması lâzım değil mi?... Şimdi burada şu şu şu devletin şeyi var da bizde niye yok?... İşte evrensel ilkeler falan, iyi tatlım da evrensel ilkelerin içine bunlar niye girmedi? Öyle değil mi?... Şimdi bu evrensel ilkeler palavrasını da bir tarafa bırakalım, “evrensel ilkeler” falan diye bir şey yok, burada hâkim olanın koymuş olduğu kurallar var! Uyarsan uyarsın, uymazsan uydururlar! Bu kuralların mânâsı da budur. Meselâ ben bunları "Başyücelik Devleti"nde de yazdım; demokrasi diye zorlama diyorum... Ya adam dünyanın öbür ucundan tanklarıyla uçaklarıyla geliyor, bu adamı demokrat yapacak... Şimdi, "Yeni Dünya Düzeni" kurulacaksa, biz de diyoruz ki buradan başlasın... (Salondan alkış sesleri yükseliyor.)

Şimdi bir noktaya daha dikkat çekmek istiyorum. Burada kimseyi incitmek niyetinde değiliz. Bir de, biz burada "palavradan bir efelik" yapıyormuş gibi de olmak da istemeyiz. Yâni arkadaşların kendileri de dâhil, bu garip bir şekilde bir tuluat hâlinde doğdu. Haliç Kongre Merkezi’ni idare edenleri iyi niyetleri gibi bir şey oldu... Fakat şu var, bu toplantı yapılmayabilirdi de. Ben şimdi bizzat geldim, toplantıda, yahut sohbette şöyle konuştum, böyle konuştum gibi olmasın iş, böyle bir palavraya yatma yalım; böyle bir müsaade verildiği için gayet tabi onlara teşekkür ediyoruz.

Şimdi söylediklerimizi nereye koyalım? (Salonun üst kısmında olan dinleyicileri ışıklardan dolayı göremediği için “biraz da yukarıdaki arkadaşları görmek istiyorum ama” diyor). Şimdi reel politika diye bir şey var, bunu kabul ediyoruz. Meselâ şunu şöyle yapsan, şuradan ambargo koyarlar, ambargo koyarlarsa, bilmem neyi bilmem ne yaparlar, bunu böyle yaparlarsa şuradan şu olur filan... Şimdi burada palavradan ona karşı çıkalım, buna karşı çıkalım falan gibi ucuz şeyler falan, bunu söylemiyorum ben... Ama şunu söylüyorum ben, şimdi, (espirili bir şekilde “şimdi lafını da çok kullanıyorum galiba” diyor) burada bulunanlar aynı zamanda bu işi burada bulunanlarla yapabilecekler, öyle değil mi?.. Dolayısıyla, burada bulunanlar politik olarak şunlar bunları söylerken, bu işleri konuşanlara da fazla müdahil olmamaları lâzım, anlatabiliyor muyum?.. Neticede bir yönüyle “lider neyse toplum odur”, bir taraftan da “hâlinize göre idare edileceksiniz.” Toplum ne olursa, lider de o olur. Yâni toplum olmadan liderin yapacağı bir şey yoktur, lider olmadan da toplumun yapacağı bir şey yoktur. Bu lider kavramı yerine günün şartları içinde, tamam bütün partiler partiliklerini yapsınlar o ayrı mesele; ama her partinin bize mahsus bir yüzde 10'luk rüşvetinin olması lâzım, bizim onlara altyapı olabilmemiz için; çünkü söylenen şeyler bellidir, emperyalizme karşı olmak, işçiliğe, yoksulluğa karşı olmak, sonra insanların "ya sonra"sına hitap edebilmek... Yâni ölüm senin için hayâtla biten bir şey, yâni bir sırrın iki yüzü hâlinde burada yaşıyoruz, orada yaşayacağız, böyle bir şeydir ölüm... Dolayısıyla bir yerden de sonsuzluk meseledir. Sonsuzluk meselesi olduğu içinde bitmeyen bir hayât söz konusudur. Hani bize herkes gene kendi haklıları var, her şeyde bir haklılık vardır bu yedi, bu kemirdi, bu onu yaptı falan; ama bunları asılmış gibi toplumun önüne sürmesinler. Bu arada da genç arkadaşlar özellikle burada maya tutturmaya baksınlar ve genç kalsınlar. Sokrat'ın güzel bir sözü var, “insanın bedeni ihtiyarladıkça ruhu gençleşir” diyor. Şimdi bunu İbrahim Hakkı Hazretlerinin, -Üstadın da çok tekrarladığı bir şeydir bu, kitabındaki yazılarından bir tanesi "Gençlik fazileti ve Pirlik rezaletin beyan eder." Fakat bizim çözümlememiz içine girdiğiniz zaman, bakın buraya kaç tane mânâ sığdırılmıştır. Doğru, gençlik fazileti beyan eder, gençliğe yakışan da budur. Gençlik; enerjidir, düşüncedir, hakikatleri arayandır, açılandır vesaire... Şimdi tabiî "gençlik dalkavukluğu" yapmıyoruz, Üstadımın tâbiridir bu da. Şimdi gelelim, ihtiyarlık “pirlik rezaletin beyan eder.” Pirlik rezaleti de şudur; o zamana kadar olgunlaştı, aynı Sokrat'ın dediği gibi, “ceset ihtiyarlarken ruh gençleşir”, şimdi öyle bir noktaya geldi ki; aşk rezaleti beyan etmektedir derler, tutamaz kendini. Şimdi oraya kadar dolmuş, orada taşıyor anlatabiliyor muyum?.. Taşkın lâfzını bilenler bunu iyi bileceklerdir; taşkın icad demektir, ifraz demektir, sıçrama demektir ve benzerini üretmek demektir, anlatabiliyor muyum?... Yâni oradaki "pirlik rezaleti" derken şöyle; şimdi bir insan var üç lokmada doyuyor, bir tane de obur insan var, ne kadar yese doymuyor. İslâm'daki velilerin Allah'a karşı tutumları öyledir... Bir türlü doyamıyorlar... Onun için de ne kadar yaklaşsa da, bir türlü yakınlaşmıyormuş gibi boyuna yakınıyor, bakın biz ne kadar rahatız değil mi?..

İlgilenen, bizi Ölüm Odası’ndan (Kendisinin her hafta Baran Dergisi'nde "Ölüm Odası" başlığı altında yayımlanan tefrika eserini kastediyor) takip eden arkadaşlara şunu hatırlatayım; şimdi burada "Haliç Körfezi’nin" ebcedi "Nakay-ı Salih"e denk geliyor. Fakat mevzu "Fütuh-i Hikmet"... Bilmiyorum bunları size söyledim mi?.. Birkaç kelimeyle temas edeyim mi? Şimdi Salih Aleyhisselâm'ın mucizesidir “Nakay-ı Salih”... Kendisine inanmayanların mucize istemeleri üzerine bir kayanın yarılarak içinden bir deve ve iki yavrunun çıkması... Salih Aleyhisselâm’da tecelli eden hikmet "Fütuhî", fetihle ilgili... Yâni fetih onun üzerinden ger çekleşiyor aslında, çünkü onun için fetih Allah'ın lütfudur, doğrudan doğruya zaten mucize de odur. Şimdi burası önemli arkadaşlar, birkaç kelimede bundan söyleyelim... Şimdi Salih Aleyhisselâm'da "Kendinden Zuhur" hikmeti tecelli ediyor. Zaten inanmayanların mucize istemeleri üzerine olan bir hâdise bu. Kendinden zuhur hikmeti; emir Allah'tan, oluş kendinden... Şimdi, oluş kendinden dediğin zaman, sen bir yandan hür olduğunu hissediyorsun, bir taraftan da bağımlısın. Bu hürlükle bağımlılık bir arada nasıl bir araya geliyor?.. Bugün, kuantum fiziğinde de aynen bu şekilde sorulan bir hâdise... İhtimaller âlemi, kuantum fiziği tamam; fakat bu ihtimaller âlemini birleyen ne?.. Şimdi birleyen bu ihtimâller âlemine nispetle zorunluluk, zorunluluk olmasa bu olmaz, hani mutlak olmasa bu olmaz diyoruz ya, peki hem ihtimâl hem zorunluluk nasıl bir araya geliyor? O da yaratmaya mahsus bir şey. Şimdi orada şöyle bir hâdise çıkıyor, "Ben insanın en büyük sırrıyım, insan benim en büyük sırrım." Şimdi, insanî hakikat Allah'ta saklıdır, Allah'ta saklı olması da bizim ebedî olarak var kalacağımızın teminatıdır. Çünkü biz ebedîyyen Allah'ta saklı olana erişemeceğiz; çünkü oraya erişmek Allah olmak demektir, anladınız değil mi?... Bu da bizim, ebediyyet teminatımızdır. Bakın hangi fikre mensup olursanız olun, bu bir metod olarak çok önemli. “Başkasının nefsiyle ilgilenmekten rahat bulur” diyor. Şimdi Salih Aleyhisselâm'da tecelli eden hikmet, Kendinden Zuhur. "Başkasının nefsiyle ilgilenmekten rahat bulur." Şimdi başkasının nefsiyle ilgilenmekten ilgilenmekten kasıt şudur; ben sizinle temasa geçtiğim ândan itibaren, ben bir varlığım, sizde bir varlıksınız ve ben böyle karşı karşıya geçtiğim zaman, sizi kendileştirebildiğim zaman rahat ediyorum. Bizim eşyaya tahakkümümüz de budur zaten, eşyayı kendimize işe yarar hâle döndürüyoruz, "benleştiriyoruz". Misal bizim yaptığımız işin karikatürüdür, makinenin yaptığı... Bizleştiriyoruz, anlatabiliyor muyum?.. Şimdi uzatmayalım meselâ biz diyoruz ki İBDA; İslâm tasavvufuyla Büyük Doğu tefekkürü arasında kanatlarını açmıştır. İkinciyi birinciye mâl ederken, süzgeçten geçirirken, birinciyi de bağlanacağı ipuçları hâlinde çeker... Şimdi bir ucumuz “Mutlak”a bağlı, bir ucumuz insanî hakikatimize bağlı... Başkasının nefsiyle ilgilenmekten rahat bulan, bunun Türkçesi “başkasının fikrini hesaba çekebilendir.” Nefs deyince lâf karışmasın diye söylüyorum. Şimdi ben buradayım, benim şöyle bir fikrim var; ben bunu yendim, böyle bir fikir var bunu da yendim, bunu da yendim ve en sonunda dönüp kendine diyorsun ki; “iyi güzel ama ben kendimin doğru olduğunu nereden bileyim?” Bunlara bizim arkadaşlar aşinadır, anlatabiliyor muyum? Şimdi şöyle bir "Mutlak" olmalı ki benim doğru olduğumu söylesin, yoksa o söyleyen de izafî olacak. İşin bu tarafını bırakın, her fikir, kendinden olmayanları bu şekilde hesaba çekmeyi denesin, anlatabiliyor muyum? Roger Garaudy, İslâm'ı, Marksizm önünde hesaba çekerken, yâni yapması gerekeni yaparken -yâni Türkiye'de bizimkilerin yapması gerekirken- İslâm’ı hesaba çekerken karşılaştığı şeylerden dolayı Müslüman oldu. Şimdi çok basit lâf, bize fazla hitap etmez. Şimdi diyor ki; "Hazret-i Ömer devesiyle giderken devesinden inmiş, kölesini bindirmiş, işte aklın devrimi budur" diyor. Şimdi bizde bu kadar basitçe söylenmiş sözleri basitliğinden dolayı anlayamamak gibi bir basitlik var. O yüzden büyük giriftleri de kaçırıyoruz biz, anlatabiliyor muyum?...

Şimdi meselâ, dikkat edin hepimize hitap eden bir şey aslında, bu çok da iyi anlaşılmış şeyler değil, Musâ Aleyhisselâm ile Firavun karşılaştırıyor kendi büyücülerini. Her şey hayâl maddesinden yapılma...

Şimdi en sağlam bildiğimiz maddedir, beş duyuyla aldığımızdır. Maddeden başlıyoruz, sonra bitki başlıyor, sonra hayvan başlıyor, hayvanda nefs var ve bedenimizle biz hayvanız, yâni bedenimizle hayvandan bir farkımız yok. Hattâ o kadar ki, Nefs-i Natıka, konuşan nefs “insanın ayırıcı vasfıdır” derler, Muhyiddin-i Arabî Hazretleri diyor ki; “insanın konuşan olması, onun için ayırıcı vasıf değildir”; çünkü her varlığın kendine mahsus bir anlaşması var, konuşmak o zaten. Başka türlü topluluk olamaz ki; karınca yuvalarından tut, falancaya kadar hepsinin kendi dili var. Şimdi insana geldiğin zaman, insanda ayırıcı vasıf doğrudan doğruya akıl sahibi olması, fikir sahibi olması... Buna sağlamlık olarak baktığın zaman, gittikçe zayıflayan en zayıf halka insan ve insanın en zayıf tarafı da fikir.. Onun için de bakın dikkat edin, meselâ ne kadar beğenirseniz beğenin, şurada bir şiir var, burada da şöyle mimarî bir saray var. Şimdi kimse şiiri tercih etmez bu saray varken, anlatabiliyor muyum?.. Çünkü orada kondurulmuş bir nesne var. Onun gibi varlık tabakaları da böyle geliyor, geliyor, geliyor; nesneden uzaklaşmaya başladığı zaman, senin fikrinde de gittikçe zayıflama başlıyor. Bunun en zayıflamış hâli de; aklın ruhlaşması, en zayıfı bu. Fakat şöyle bir yere geliyorsun, şimdi en zayıf dediğin nokta ruh, bedende. Efendi Hazretleri “bedende ruh olmasa da, ruh, can için alelade sebeplerdendir” der. Ruh, canınızda irade rolü oynuyor, ve insana mahsus olarak ruh zaten odur, iradedir, bedeni iradeyle ve mahlukatı iradeyle elinin altına almaktır. Şimdi bizim en zayıf dediğimiz yerden, birdenbire bir bakıyorsun ki maddeden, bitkinden, hayvandan bu tarafa doğru ne varsa hepsini tasarrufuna alan bir güç doğuyor. Yâni en zayıf derken... İkaz da ettim arkadaşları, tabiî ben fizikçi değilim, şimdi orada “elektrozayıf ” kuvvet olarak geçiyor, yâni zayıfsa zayıf de, ben anlamıyorum elektozayıf filan. Bir de işin tuhaf tarafı, sen zayıf-mayıf diyorsun bu kuvvete; bir taraftan da o nükleerler, cep telefonları, bugün bütün kullanılan şeyler bu enerjiden türetiliyor. Şimdi bir taraftan “zayıf ” diyorsun, atom bombası da bundan yapılıyor, nasıl zayıf?.. Hâlbuki oradaki letafetin, şu kabalıktan daha kuvvetli olduğunu bilmek lâzım. Bunun misalini gene tarihî olarak verelim. Şimdi Kral Richard'la Selahaddin Eyyûbî Hazretlerinin bir kuvvet gösterisi var. Bunlar Üstad’dan, konferanslarından duyduğumuz hâdiseler. Şimdi Kral Richard koca bir kütüğü koyuyor, baltayla bir vuruşta ikiye ayırıyor. Selahaddin Eyyûbî'de çıkarıyor cebinden bir ipek mendil atıyor havaya, mendil inerken kılıcıyla ikiye bölüyor. Bunun filmi Batı'da çevrilmiş. Şimdi biz hâlâ o kılıçla onu biçmenin, bu kütüğü kırmaktan daha fazla kuvvet ve hüner istediğini farkedemiyoruz meselâ. Şimdi cümleten hepimizin üstüne alacağı bir taş attım bununla lâfı bitirmiş oluyorum.

Şimdi Musâ Aleyhisselâm devrinde, her şey hayâlden yapılmıştır, işte Shakespeare'in söylediği “biz rüyaların biçildiği kumaştanız.” Bugün her ilim zaten müntehasına doğru gittikçe vardır vesaire... Şimdi o devirde meşhur olan büyücüler, yâni maddeye hâkimiyetin bu tarafı, bu kadarı... Bunlarda ayrıca konuşulabilir, yâni konuşulabilir derken; işte konuştum da, vakti de çok aştık, bununla bitirmek istiyorum, onun için ben onun için burada kısa kesiyorum. Büyücüler hazırlanıyorlar vesaire... Musa Aleyhisselâm’da Allah'tan emir alıyor, asasını koyuyor, o da ejderha oluyor. Şimdi gayet tabiî bu şaman vesaire şeyleri bunların derinliğine girenler buradaki fevkalade şeyleri anlarlar. Geçen gün bizim çocuklara baktırıyordum, İngilizce’de hoş tarafı; “vecd içindeki insan”, bakın dikkat edin, ritler gören insan anlamına geliyor. Bizde hurafe olarak anılan bir kelimenin anlamı... Şimdi, ejderha diğerlerini yendi vesaire... Hikayeyi biliyorsunuz. Orada Firavun diyor ki; -bakın dikkat edin psikoloji de budur, idrak de budur- “O asayı koyduğu ânda birden ejderhaya dönünce, Firavun anladı ki, bu ondan çıkma bir şey değil” Yâni bu Musa Aleyhisselâm'ın marifeti değil demeye getiriyor, anlatabiliyor muyum?.. Bunu, Allah yaptı diyor. Bir ânlık ondaki korkuyu görünce, birdenbire âsâ ejderhaya dönüşünce, Musa Aleyhisselâm da irkiliyor. O ânda, ondaki korkuyu görünce anladı ki Firavun; “kendisinden değil, Allah'tan bir iştir” diyor ve kendi iktidarının da, aslında nerden doğduğunu anladı” diyor. Şimdi iktidarın buradan doğduğunu anlarsın da, o iktidara ters davranışta bulunursun. Sonra Firavun'un Müslüman olup olmadığı hâlâ tartışılan bir mesele... Ama dikkat edin bakın, korkusundan anladı Musa Aleyhisselâm'ın mucizesinin kendisinden gelmediğini diyor. Şimdi sen şaman diyorsun anlaşacak, kimsen yok, bugün psikolojinin yerini aldı. Put diyorsun, putun ne olduğunu bilen yok. Şimdi put şudur; hepimiz neticede kendi varlığımızı koruyoruz, fikir vesaire de neticede bu gayretten doğan bir şey. Şimdi bu Allah düşüncesi de buraya dayanır vesaire. Şimdi orada herkesin idrak etmesi gereken bir şey var; şimdi ben inanmıyorum ve burada fikir beyan ediyorum, elbette beyan ettiğim fikri seviyorum, yâni kendi fikrimi seviyorum, o fikri seveceğime... Şimdi putperestlik demek, yâni zaten bir şeyi şekilden oymakla, kendi fikrini beğenmek arasında bir fark yoktur, put olması bakımından anlatabiliyor muyum? Putperest, belirli bir şeylerle karşılaşıyor, bu bir simgeye dönüyor. Aslında put, bunu yapandır, bunu yapan düşüncedir. Dolayısıyla sadece insana dayanan düşünce, putperest düşüncedir. Yâni putun mânâsını iyi anlayalım. Orada da şöyle bir hâdise doğuyor; biz hikmeti hikmet olarak sevmiyoruz, biz hikmeti Allah için seviyoruz. Şimdi burada mevzu şudur; biz hikmeti hikmet olarak sevmiyoruz Allah için seviyoruz, Allah'a yakınlaşma mevzuu olduğu için. Öbürü ise hikmeti hikmet olarak seviyor. Artık daha fazla da konuşmayalım lâf lâfı açıyor çünkü. Arkadaşlar hepinize çok teşekkür ediyorum...

Baran Dergisi