Selâm ile…

Bu haftanın gündemi tabiî olarak Fransa’daki Charlie Hebdo baskını… “Gündem” olması hasebiyle bu mevzuyu ele alacağız ama öncelikle söyleyelim ki biz, bu mevzu ve etrafındaki hususları “bir şey olsun da konuşayım” pozlarında haftayı-günü kurtarmak kaâbilinden geçirenlerin aksine devamlı gündeme getiren, gündemde tutan bir yayın organı olarak takip ediyoruz. Yani, özelde memleketimizin ve umumiyette ise bütün İslâm Âlemi’nin sevinçleri sevincimiz, problemleri problemlerimizdir. Kırmızı çizgilerimizin dâirevî hattını, Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun dile getirdiği şu veciz sözler belirler: “Kim pazarlıksız Allah ve Resûlü diyorsa biz ondanız, o da bizdendir.” Bu, bir hat çizip dışında kalanları ötelemek mânâsına değil, bilakis, nereden geldiğini ve nereye doğru gittiğini bilenlerin, kendi ideolojik tavrını fikir namuskârlığı adına Peşin Fikir Hikmeti’nden mülhem olarak belirtmesidir; bahsettiğimiz dâirevi hat bütün insanlığı kucaklamak gayesi ile hak ve hakikat taraftarlığı adına kendisi zıddındaki bütün bâtıl inanış ve mezheplerin yerlerini biçer… Büyük Doğu-İBDA’nın “peygamberler olmasaydı medeniyet olmazdı” tezinden yola çıkarak söylersek, bâtıl kutupların hepsi hak kutbunun zıddından türemiş olmak kaâbilinden esasında hak kutbundan doğmuşlardır; buradaki espri, bütün bâtıl inanış ve mezheplerin Allah’ın kazası bakımından reddedilemeyeceği, fakat rızası bakımından nefyedilmesi gerektiği… Bütün yorumlarımız, tepkilerimiz, bakış açımız buna göre kıyas edilir ve bu veçheden ele alınır; hakeza, sıradan bir Müslüman da böyle davranır, davranmalıdır…

Charli Hebdo Dergisi’nin Peygamber Efendimize yaptığı hakaretler ve bu mevzu etrafında kopartılan “basın özgürlüğü” yaygarasının hem Batı medyası ve hem de “içimizdeki Batı’cılar” tarafından nasıl manipüle edildiğini sanıyoruz bilmeyen yok. Bu mevzuun kökeni de savaşlardan bunalan Avrupa’nın çözümü demokraside bulmasında ve bu maceranın kendi dışındaki diğer ülkelere sirayetinin seyrinde mündemiç. “Demokratik” memleketlerin bugün İslâm tandanslı olanlarının kan gölü, Avrupa menşeili olanların ise büyük bir ahlâkî sükût içinde bulunmaları, eskimiş “Yeni Dünya Düzeni”nin demokrasi havariliği ile insanlığı getirdiği noktanın ne olduğunu gayet net ifade ediyor; ayrıca yorum istemeyen bir bunalım hâli…

Çok çok eskilere gitmeden Batı dünyasının ve Batıcı zihniyetlerle hareket edenlerin ne yaptıklarını, hangi katliam ve saldırılara ses çıkardıklarını ve neleri görmezden geldiklerini hatırlayalım, hatırlatalım:

1992 - 1995 yılları arasında Avrupa’nın göbeğinde Bosna Hersek’te toplam 300.000 kişi öldü ve yüz binlerce sivil memleketlerinden göçtü... Bugün 12 kişi için dünyayı ayağa kaldırmaya çalışanlar ve yerli işbirlikçileri şu rakamları bir gözden geçirsinler bakalım! 

Daha yeni Fransa’nın sömürgesi olan Orta Afrika Cumhuriyeti'nde (OAC), hem de Fransa'nın nezaretinde binlerce insan öldü ve Batı tandanslı bir kuruluş olan BM’nin bile resmi raporlarına göre Müslümanlara yapılan etnik temizlikle beraber “650 bin kişi yaşadığı yeri terk etmek zorunda kaldı.”…

Kan gölüne dönen Ortadoğu ekseninde söylersek sadece Suriye’de 4 yılda 300.000 kişi öldü ve binlerce kişi yerini yurdunu kaybetmek zorunda kaldı. Bu durum hâlen devam etmektedir! “Je suis Suriye” diye kendi kendine mırıldanan iki tane Fransız ve Fransız aşığı görmedik ama bugünkü dünya şartlarına göre vak’ayı adiyeden sayılan bir hâdise için herkesi ayağa kaldırmak, kalkmayanları “terör yandaşı” diye damgalamak normal öyle mi? Yok öyle yağma!

Yasadışı terör devleti İsrail’in yaptığı katliamlara ne demeli?.. Tarihin en büyük katliamlarından birini İsrail 2002 yılında Cenin'de işledi. Cenin'deki mülteci kampına zırhlı birliklerle saldıran İsrail ordusu, 1300 sivili katletti… Sadece 8 Temmuz 2014 tarihinde İsrail tarafından Gazze''ye yönelik başlatılan saldırılarda  2 hafta içerisinde 700’den fazla Filistinliyi katletti… Ya “Je Suis Filistin?”ciler nerede hani?

Bu liste o kadar çok uzayıp gidiyor ki, Batı ve Batıcıların katliamları dökümanlara sığmayacak kadar kabarık.

Şimdi bu noktada soralım: 12 tane Fransız’ın öldürülmesinden ötürü bütün Dünya’yı ayağa kaldıranların bu kadar katliam karşısında sessiz kalmaları nasıl yorumlanmalıdır?..

Yorumu da şöyle olmalı herhalde; Ölen 12 Fransız “insan evladı” fakat diğerleri Batı ve Batıcıların “hayvan hakları”ndan dem vurduğu kadar olsun kaale alınmayacak “yaratık”lar olsa gerek!? Böyle adilik olur mu? Şimdi ayağa kalkan “Medeni Dünya”nın aslında ne kadar ikiyüzlü olduğu ve bunların bütün emelinin esasında insanlığı tasallut altına almaktan başka bir şey olmadığı ne kadar da aşikar…

Bu kadar katliam, sömürü ve işkenceden sonra, bir de üstüne üstlük Fahri Kainat Efendimiz hakkında akla hayale gelmeyecek karalamalara “basın hürriyeti” yaftası altında izin verip, ardından kendi memleketinde bir saldırıya maruz kalmaktan ötürü şikayet edenler önce dönüp kendilerine bakmalı ve “acaba biz ne yaptık da bunlar başımıza geldi?” demelidirler!.. Bu, esasında Batı’nın modern küstahlığının kaçınılmaz bir bedelidir!.. İnsana, insanlığa “armağan” ettikleri vahşet, kan, zulüm, adaletsizlik ve hukuksuzluğun kaçınılmaz bedelidir…

Bu bağlamda Fransa’da düzenlenen yürüyüşe katılan Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Ahmet Davutoğlu’nun da yanlış bir tavır sergilediğini söylemek isteriz. Filistin mevzusunda hassasiyetini bildiğimiz Sayın Davutoğlu’nun İsrail Başbakan’ı Benyamin Neteyahu ile aynı kortejde yürüyor olması kabul edilemez bir durumdur. Politik bakımdan böyle bir yürüyüşe illa katılmak icap ediyorsa Dışişleri Bakanlığı yahut Büyükelçilik seviyesinde temsil edilerek katılmak gerekirdi… 

Her zaman söylediğimiz gibi bugüne kadar devleti temsilen o makamlarda bulunan insanların ortak hataları maalesef  “düşmana yaranma” psikolojisiyle hareket etmekti. Türkiye’nin, Müslüman Anadolu insanının asla ve kat’a bu hainler, katiller ve onların işbirlikçileri karşısında kendisinden şüphesi yoktur. Bu milleti temsil eden insanlar da bu türlü davranış şekillerine girmeden kendi milletinin nasıl düşündüğü hususunu gözden geçirerek karar vermelidirler...

Yukarıda söylediklerimiz hasrında olmak üzere bu haftaki kapağımızı bu mevzuya ayırdık ve manşetimizde “Modern Küstahlığın Kaçınılmaz Bedeli” dedik.

Bu hafta başyazımızı Ömer Emre Akcebe “Kendinden Zuhur Diyalektiği -Küfür Milleti Panikte-” başlıklı yazısıyla kaleme aldı.

Yine kapak mevzumuzla alâkalı olarak Faruk Hanedar “Modern Küstahlığın Bedeli”, Sezâi Kırlangıç “Charlie Hebdo Baskını ve İki Mücahid”, Salih Ahmet Sak ise “ Batı’yı Batı’da Vurmak!” başlıklı yazılarıyla Fransa’daki baskın hâdisesini ele aldılar…

Star Gazetesi yazarlarından olan ve aynı zamanda 24 TV’de Moderatör Gece programının yapımcısı ve sunucusu Ardan Zentürk ile başta Fransa’daki hâdise olmak üzere gündem ile alâkalı bir söyleşi gerçekleştirdik. Bu söyleşiyi alâka ile okuyacağınızı umuyoruz.

Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun kaleme aldığı ve dergimizde tefrika edilen “Ölüm Odası B-Yedi” isimli eseri bu hafta 243. bölümü ve “Mührü Okumaya Devam” alt başlığıyla devam ediyor.

Yazarlarımızdan Fatih Turplu bu hafta Bilgehan Eren’in yazdığı ve Küresel Kitap’tan çıkan eseri üzerine bir tenkid yazısı kaleme aldı. Yazısının başlığı “Bilgehan Eren’in ‘Çıkmaz Sokak-Global İktisâdî Krizin Sıradışı Kültürel Tahlili” İsimli Kitabı Üzerine”…

Gürsel Tanrıverdi’nin İBDA Külliyatı’ndaki kavramları tasnif ettiği yazısı bu hafta “BD-İBDA Konfigürasyonu” başlığıyla devam ediyor.  Abdullah Kiracı ise Osmanlı’daki vakıf sistemi etrafında kaleme aldığı bir çalışmasıyla dergimizde. Yazısının başlığı “Vakıf Medeniyeti Osmanlı –Giriş-”…

Gülçin Şenel’in “Dünya’yı kendine zından eden âlim: İmam-ı Nevevi” başlıklı yazısı da dergimiz muhtevasında.

Ayrıca sizler için derlediğimiz haber-yorumlarımızı da dergimizde bulabileceksiniz. Allah’a emanet olun.