Lâik-Kemalist Cumhuriyet rejiminin ilk yıllarında şair Nâzım Hikmet’in edebiyatta başlattığı “Putları Deviriyoruz!” diye bir kampanya vardı. Azılı din düşmanları Zekeriya ve Sabiha Sertel’in avanelerini topladığı “Resimli Yeniay” dergisi etrafında kopartılan ve yine onlar tarafından güdülen “Putları Deviriyoruz!” kampanyasını “imzasız” imzası ile Nâzım Hikmet başlatmıştı. Dertleri, başta Tanzimat dönemi olmak üzere eskiye dâir ne varsa “put” ilân edip yıkmak ve yerine, aslına kendilerinin de tam olarak nüfuz edemedikleri Komünizma ve Sosyalizma’dan aparılmış, tasavvurlarındaki “fikirleri” ikame etmekti. Bu hamle karşısında Eşref Şefik, Peyami Safa ve Necip Fazıl’dan başka herkes “büyülenmiş” ve herkes bu yeni(!) sayhanın şangırtısı içerisinde afallamıştı. Necip Fazıl ise her zamanki ileri görüşlülüğüyle mahiyetini bir çırpıda kavradığı “Putları Deviriyoruz!” kampanyasını daha sonraları Bâb-ı Âli isimli eserinde şöyle yorumlamıştı:

“Bütün (burjuva)ların çenesi düşmüş ve bu Moskova mamulü apıştırma şiiri karşısında, Eşref Şefik, Peyami Safa ve Genç Şair'den başka büyülenmeyen kalmamıştır. Ucuzcu Babıâli, turistlere sahte eşya satan ve geçmiş yerine güya gelecekten haber veren bu şaşırtmaca ve kandırmaca şiirini hemen vitrinine yerleştirmekte tereddüt göstermemiştir.

Keman sesini ayakları altında çiğneyen davulun zaferi...”

Ve bu davranışın kıymet hükmünü de: 

“Eskilerin kerpiç şatolarını yıkma davranışı…” diyerek verir. Mühim bir not olarak ekleyelim ki Üstad Necip Fazıl, bahsettiğimiz hâdiseyi eserinde “hengâme” başlığı altında ele alır. Farsça kökenli bir kelime olan Hengâme: Patırtı, gürültü, kavga, şamata, karışıklık, seslerin birbirine karışmasından çıkan gürültü.” 

Edebiyatımıza ait bu manzara esasında politik hayatımıza, bu memleketin gündelik politik hayatına da şamildir; 90 küsûr yıldır başımızın üzerinde Demokles’in Kılıcı gibi sallandırılan ve bir başka yönüyle de büyülenmeyenin kalmadığı Lâik-Kemalist rejim, “Hak kutbu-İslâm olmasın da ne olursa olsun!” mantığıyla yakmış, yıkmış ve koskoca memleketi her sahada bir yangın arsasına çevirmiş, bugünkü hengâme vaziyetini doğurmuştur. Bugün siyâsî, idârî, iktisâdî ve içtimâi her meselemizin (hepsinin biribiriyle alakasını hatırlatarak söyleyelim) ana müsebbibi mevcut düzenin temel dinamiklerinin bu türlü bir başıboşluk ve İslâm karşıtlığı üzerine kurulu olmasındandır.

Büyük Doğu-İBDA fikriyatının Necip Fazıl’dan Salih Mirzabeyoğlu’na uzanan içtimâi kavgasının öncü yönü başta olmak üzere, bugün rejimin temel dinamikleri Allah’ın izniyle İslâmî camia tarafından yerle bir edilmiş vaziyettedir. Nitekim mevcut hükümet ile ABD ve Mossad destekli Cemaat’in yandaşlığı bitip Ak Parti kadrolarının gerçekleri nihâyet görmeye başladığı demlerde biz, İsrail destekli Cemaate olan tavrımızın netliği bir tarafa “ismi ve mâhiyeti ne olursa olsun bu memlekette savaş artık ‘İslâmî’ iki cenah arasında yaşanmaktadır!” demiştik. Bu durum tamam, vaziyet böyle; şimdi ise konuşulması gereken rejimin temel dinamikleri bir bir tartışmaya açılırken yönetim biçimimizin ne olacağı, nasıl olması gerektiğidir.

Bir kere seçimle yahut değil; şu yahut bu türlü seçeneklerinin tümü içerisinden ele alınması gerekenin ilk başta “millî” bir veçhe belirtmesi kat’idir; bu memleketin başında ne geldiyse ya Mayakovski mukallitlerinin yarım ağızla ihraç ettiği edebiyattan, ya şahsiyetsiz politikacı tipinden, yahut da ikisinden mütevellit meydana gelen, nevzuhur, ne olduğu belli olmayan, ama kendisini “Müslüman” diye tanıtan gizli papaz tiplerinden geldiği unutulmamalı. 

Bu açıdan bakıldığında Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın gündemde tuttuğu “Başkanlık Sistemi” tartışması gayet yerinde ve gereklidir. Batı’dan ihraç malı şeklî demokrasi devrinin kapandığını görememek ahmaklıktır; hakezâ Batılılar Başkanlık’tan Yarı Başkanlık’a, yer yer federatif yapılanmaya benzer yönetim şekillerine benzer bir çok yönetim biçimini kullanır ve cemiyetlerinin istikbâlini korurken, iş bize gelince, bugünkü her hususta kaos ortamını doğuran “tartışılamaz” şeklî demokrasi tipini bize dayatmışlar ve hâlen de dayatmaktadırlar. Kendi çıkarlarına halel gelmediği müddetçe Suudi Arabistan’da adı “Şeriat” ama kendisi Krallık olan yönetim biçimini meşru gören Batılı kafasının imâl ettiği değil, yerli, millî, bize mahsus bir yönetim biçimidir bu memlekete lâzım olan. “Başkanlık Sistemi” tartışmasına bahsettiğimiz hususlar çerçevesinde yaklaşıldığında, biraz evvel “yerinde ve gerekli” dediğimizin esasında kendini dayatan olduğunu anlamak gerek.

Şimdi Başkanlık Sistemi’ne gelince... Şartlar, Türkiye’yi tarihî misyonunu üstlenmeye zorluyor. Bu misyonu üstlenmenin olmazsa olmaz şartlarından biriyse, rejimin üstlenilmek istenen misyona uygun olmasıdır. Rejim, eğer ki atılması gereken her adımda ayak bağı ve işlerin aksamasının vesilesi oluyorsa, tabiî olarak yeni bir rejime geçilir ve yola devam edilir. Bu bakımdan, Türkiye’nin bugün benimsediği rejim, Türkiye’nin içinde bulunduğu şartlara gerektiği şekilde hizmet etmediği gibi aynı zamanda ayak bağı olmaktadır. Öyleyse rejimin tartışmaya açılmış olması kadar tabiî bir durum da yoktur herhâlde.

Tabii, bütün bunlar yapılırken meselenin fikrî yönü de ihmal edilmemeli, bütüncül bir yaklaşımla niye var olduğunun, geçmişi ile geleceğinin hesabını verebilen bir rejim kurulmalıdır. Özü değişmedikten sonra, o gelmiş, bu gitmiş, hükmü yok.

Bu vesileyle kapak yazımızda Ömer Emre Akcebe, “Rejim Putu Kırıldı-Sırada  Ne Var” başlığı altında Başkanlık Sistemi’nin ne olduğunu ele alırken, bu tartışmayı iktidar, muhalefet ve bizim açımızdan değerlendirip, bir rejim değişikliğinden evvel hâlledilmesi gereken kimi hususlara dikkat çekiyor.

***

Dergimizi baskıya hazırladığımız saatlerde paralel yapının finans kuruluşu Bank Asya'ya TMSF tarafından el konuldu.

Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu, Bank Asya’nın yönetim kurulunu belirleyen imtiyazlı payın yüzde 63’lük bölümünün Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu tarafından kullanılmasına karar verdi. Bu haberi de son dakika haberi olarak sizlerle paylaşalım.

***

Dergimizin muhtevasına gelecek olursak:

Çakal Carlos (Salim Muhammed), geçen hafta kapağımızda ele aldığımız Yunanistan’daki hükümet değişikliğini analiz ediyor. Yazısının başlığı “Yunanistan’daki Yeni Hükümet Neler Yapabilir?”

Yayın Kurulu Üyemiz Kâzım Albayrak ve Gazeteci Yakup Köse’nin de aralarında bulunduğu 32 Müslümana ceza verilen dosya hakkındaki gelişmeleri Yakup Köse’nin Av. Abdullah Özbek’e sizler için sorduk.

Abdullah Kiracı, Osmanlı’nın inşâ etmiş olduğu medeniyette büyük bir ehemmiyete sahip olan vakıf kurumu üzerine kaleme aldığı yazılarına “Vakıf ve Ahlâk” başlıklı bölüm ile devam ediyor.

Bu hafta Müslüman Anadolu Gençliği Derneği Başkanı Mehmet Ali Bayram’ın Suriye’de bulunan Türkmen Abdülhamid Han Tugayı Komutanı Ömer Abdullah ile yapmış olduğu söyleşiyi sizlerle paylaşıyoruz.

Gürsel Tanrıverdi’nin “Endülüs Bizim Neyimiz Olur?” başlıklı yazısını da dergimizde bulabileceksiniz. Ayrıca Gürsel Tanrıverdi “İBDA Diyalektiği” eserinden yaptığı tasniflere devam ediyor.

Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun Baran Dergisi’nde tefrika edilen eseri “Ölüm Odası B-Yedi”nin 246. bölümünün altbaşlığı “Derviş Muhammed Semerkandî”… Her hafta olduğu gibi bu hafta da büyük bir alâka ile okuyacağınızı düşünüyoruz.

Yeni yazarlarımızdan Baran Demir, “Din Bezirgânları” başlıklı yazısında İslâmcı camianın durumunu ele alıyor.

M. Taha İnci’nin “Wikileaks: Beşinci Kuvvet Yahut Algı Operasyonu” başlıklı film tenkidini de dergimizde bulabileceksiniz.

Gülçin Şenel’in bu haftaki mevzuu Türk Edebiyatı’ndaki ilklerden “Nabizade Nazım”…

Ayrıca dergimizde sizler için dünyadan ve Türkiye’den derlediğimiz haberleri de bulabileceksiniz. 

Gelecek sayımızda görüşmek üzere…

Allah’a emanet olun…