Selâm ve duâ ile...

Dillerimize pelesenk olmuş bir ibare:“Tarih tekerrürden ibarettir”... Elbette hakikati de içerisinde mahfuz. Bugün İslâm coğrafyasının içerisinde bulunduğu durum tıpkı 13. Yüzyılı andırmakta... O vakitler bir yandan Doğu’dan gelen Moğol baskısı, diğer yandan Batı’dan üzerimize doğru çevrilmiş Haçlı entrikaları ve İslâm coğrafyasında içten içe kaynayan bir kazan misali kardeş kavgası... İbret alınmadığı için tarih bir kez daha tekerrür ediyor ve bugün başka bir zaman diliminde, aynı hâdisâtı bir çok benzer tarafıyla tekraren yaşıyoruz.

Bir yandan Batı dünyası, içinde bulunduğu bütün buhrana rağmen elindeki fizikî gücün tesiriyle İslâm coğrafyasını kıskaca alırken, diğer yandan İslâm âleminin her bir toprağında, bütün İslâm coğrafyasında, ne yapacağından bîhaber fikirsiz insanlardan müteşekkil darmadağın toplumlar... Tüm bunlar yetmezmiş gibi, Batı dünyası ve İsrail’in kan gölüne çevirdiği Irak’ta 2003 yılında haklı gerekçelerle filizlenmeye başlayan ve Suriye iç savaşında dallanıp budaklanan IŞİD-DEAŞ muamması...

İlk ortaya çıktığında adı Irak İslam Devleti olan ve Müslümanlar tarafından ABD ve müttefiklerine karşı verdiği mücadele dolayısıyla, en azından kalben destek gören el Kaide’nin Irak kolu bu örgüt, bilhassa Zerkavi’nin şehadeti sonrasında bir süre gözlerden uzak kaldı. Zerkavî sonrasında örgütün Irak’ta en azından görünür olmaktan çıkması, ABD’lilerin Arab aşiretlerini “para veya ölüm” ikilemine sokmasıyla vuku buldu; ABD, her aşirete 4 sene boyunca maaş ödedi, yeter ki IİD’e destek vermesinler diye. Bu görünmezlik hali, yaklaşık 5 sene sürdü, yani Suriye iç savaşına kadar.

İlk filizlendiği Irak’ta bilhassa Saddam dönemi devlet görevlerinde bulunan Müslüman Arabları yanına alması, onu diğer örgütlerden farklı bir mevkiye koymamızı gerektiriyor. Daha önceki sayılarımızda da dediğimiz gibi, Saddam’ın Irak direnişi IİD kamuflajı altında varlığını sürdürdü. Sahib olduğu askerî disiplin, onu kısa zamanda son derece etkin bir örgüt haline getirdi. Bilhassa Şiilerin Saddam sonrası idareye gelip Müslümanlara akıl almaz saldırılar gerçekleştirmeleriyle birlikte, onlardan intikam alan örgüt Irak’lı Müslümanlar arasında müthiş bir popülariteye sahib oldu. Ama iş Suriye meselesine gelince çatallandı.

Anladığımız kadarıyla IİD’nin arkasındaki Irak direnişini idare eden subayların vardığı karar, zaten bulundukları ve bir şekilde alttan alta işbirliği yaptıkları Suriye’de patlayan iç savaştan en azından lojistik açıdan faydalanıp güçlenmek ve Irak’ta kaybettiği sahaları yeniden kazanmaktı. Burada “Irak Şam İslam Devleti” ismini alan örgüt, idaresindeki eski Baas subaylarının Suriye rejimiyle olan münasebetlerinden yararlanma yolunu seçti. Suriye iç savaşının sürdüğü ilk 3 sene boyunca tamamen Suriye rejimi ile koordineliymiş bir görüntü verdi. Suriye uçaklarının bombaladığı alanları cihadçı gruplardan aldılar ve oraları en azından Suriye devleti açısından nötr hale getirdiler. Suriye’deki cihadçı gruplarca sürekli ihanetle suçlandılar. Ancak burada kazandıkları insan ve mühimmat birikiminin semeresini Irak’ta aldılar. IŞİD şu anda fiilen Irak’ın yarısını elinde tutmaktadır ve henüz bu durum değişecekmiş gibi gözükmüyor. Son bir senedir kendisine verdiği isim ise “İslam Devleti” (İD).

IŞİD’e baktığımızda, İslâm coğrafyasının emperyalistler saldırılara verdiği reaksiyonun geldiği noktayı görmekteyiz. Evet; İslam Dünyasında İŞID da dahil olmak üzere İslâmî hareketler umumiyetle bir reaksiyondurlar ve fikrî temelleri son derece zayıftır. İngilizlerin 2 asır evvel İslâm dünyasına zerk ettikleri “mezhebsizlik” zehrine şu veya bu şekilde bulaşmışlardır hepsi. Görünüşte anti-emperyalisttirler, ama emperyalistlerin sırf Osmanlı’yı yıkıp İslâm birliğini parçalamak için destekledikleri Vahhabilik ve benzeri akımları benimsemektedirler. Bu sayede de aynı parçalama işi devam etmektedir diyebiliriz. Maksad Müslümanların en iptidai bir şekilde bile bir araya gelmelerinin önünü almaktır.

Vahhabilik ve benzeri İslâmî soslu materyalist görüşlerin Arablar arasında artık son derece yaygınlaştığını, umumi kabul gördüğünü maalesef müşahede etmekteyiz. İngilizlerin çok yerinde bir tesbitle Arabları Osmanlı’dan uzaklaştırmanın biricik yolu olarak gördükleri ve genel olarak “mezhebsizlik” adını verdiğimiz bu akım, meyvelerini vermiş, Afganî, Abduh, Kadıyani gibi dini içten yıkmaya memur İbn-i Teymiyye kafası, ümmet-i Muhammed’i bir zehirli sarmaşık gibi sarmıştır. Bugün, İslâm’ın özüne dönüyoruz iddiasıyla bir yerlere dönen, ama döndükleri o yer kesinlikli İslâm olmayan bu fikirler, bütün İslâm coğrafyasında yaşanan karışıklıklar ve karmaşanın aleti mevkine gelmişleridir.

Çıkışı haklı gerekçelere dayalı el Kaide, IŞİD vesair örgütler, belli bir fikrî derinlikleri olmadığından, hatta bırakın fikrî derinliği, bu tarz fikrî derinlik kazanma teşebbüslerini “kerih ve aşağılık” gördüklerinden, umumî manada bir medeniyet teklifi yapmaktan son derece uzak gözükmektedirler. Sadece reaksiyondan ibaret kalan, askerî sahada başarılı olsa da “tutarlı ve tam kapsamlı” bir dünya görüşü ve etrafında ona uygun siyaset anlayışından mahrum bu tarz yapılar manipülasyona son derece açıklar. “Etkiye tepki” minvalinde hareket ettiklerinden, kendi gündemlerini takib yetenekleri de sınırlıdır; bu yüzden, emperyalistlerin ve yerli işbirlikçilerinin acımasız saldırıları münasebetiyle arkalarında biriken “enerji”yi doğru bir şekilde harcayamazlar. Emperyalistlerin istedikleri kanallarda, kendileri de farkında olmadan, tüketirler.

IŞİD ve benzeri örgütler, bu dediğimiz marazlar ile malul iken, Ortadoğu’da ABD-İsrail ve hempasının istediği istikrarsızlığı sürdürebilmelerinin unsurlarından olmuşlardır. Aynı zamanda dünyada insanlığın içine düştüğü buhrandan ötürü İslâm’a geniş bir alâka uyanmışken, İslâm’ın yüzü gibi lanse edilmelerinden ötürü bu teveccüh törpülenmiş, Batı adamının milyon dolarlar vererek yapamadığını çok kısa bir sürede yaparak Batı ve Batıcı zihniyetin ekmeğine yağ sürmüştür. Diğer yandan Suriye’de dünya tarafından yalnızlığa ve yokluğa mahkûm edilen Suriye muhalefetini her fırsatta kırmışlardır.

Hülâsası hâlinde IŞİD, ISIS yahut DEAŞ; ismi her ne olursa olsun bu yapı ve buna benzer bütün yapıların ana mahiyeti İslâm’a muhatap anlayışsızlığının, yani mutlak fikre nisbetle hareket edilmediğinde ortaya çıkacak olan manzaranın kendisidir.

Biz de bu hafta bu mevzuyu kapağımıza taşıyarak “MODERN MOĞOLLAR: DEAŞ” manşetini atıyoruz. Kapak yazımızı Ömer Emre Akcebe “Fikirsiz Yumruk IŞİD ‘Haddini Aşan Zıddına İnkılâb Eder’” başlıklı yazısıyla kaleme aldı.

Kapak mevzumuzla alâkalı olarak Gazeteci-Yazar Adem Özköse ile gerçekleştirdiğimiz söyleşiyi büyük bir alâka ile okuyacağınızı umuyoruz. Bu söyleşide Adem Özköse, “Ehl-i Sünnet Dışındaki Hiç Bir Yapı İslâm Coğrafyasında Barınamaz” diyor.

Baran Demir’in IŞİD’i Çeçen mücadelesi çerçevesinde yorumladığı yazısının başlığı “Çeçen Mücadelesi ve IŞİD”...

Sezâi Kırlangıç, “Mazlum ve Mağdur Kürt’ten İşgalci ve Yağmacı Kürt’e” başlıklı yazısında Doğu ve Güneydoğu’da Müslüman Kürt’e revâ görülen muameleyi ele alıyor.

Carlos (Salim Muhammed)’in bu haftaki yazısının başlığı “Tarık Aziz’in Ardından”...

Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun Ölüm Odası B-Yedi eserinin 267. bölümünün altbaşlığı “YOLLAR (BAŞYÜCELİK DEVLETİ’NE…)”.

Fatih Turplu, “Türkiye Türkiye Olalı Bu Kadar İ.neyi Bir Arada Görmedi: Bu Suç Cezasız Kalamaz!” başlıklı yazısında LGBTİ’nin düzenlediği “onursuzluk yürüyüşünü” ele alıyor.

Abdullah Kiracı, vakıf müessesesi üzerine yapmış olduğu araştırmasına “Roma Sonrası Avrupa’da Vakıf”larla devam ediyor.

Gülçin Şenel, yazarımız Bilgehan Eren’in Paspartu isimli ikinci kitabını ele alıyor.

Fahri Özcan Ramazan ile alâkalı yazılarına “Ramazan İçinde İnen Kur-an’dır Bu, Kur-an İçinde Övülen Ramazandır Bu!” başlıklı yazısıyla devam ediyor.

Dergimizde ayrıca sizler için derleyip yorumladığımız haberleri de bulabileceksiniz.

Gelecek sayımızda görüşmek üzere...

Allah’a emanet olun.