Selâm ile…
Bu hafta miladî 2015 senesini geride bırakıyor ve 2016 senesine giriyoruz.
2015 senesinin başından sonuna doğru bir çizgi çektiğimizde, hem içeride, hem de dışarıda birçok mühim hadisenin vukû bulduğunu görüyoruz. Bir yıl boyunca yaşananlar, zamanın bir maksadı olduğu hakikatine nazaran bir zincirin parçaları gibi; öyle kendinden menkul hadiseler değil bizim gözümüzde. Bu prensibi her daim en başa koymak lazım…
Kafamızı kaldırıp şöyle dünyaya bir bakış attığımızda gördüğümüz manzara şu: Avrupa ve Amerika, içinde bulundukları ruhî-içtimaî bunalım ve bunun doğurduğu iktisadî buhran kaynaklı meselelerle boğuşmaktan bitap düşmüş vaziyette. Özellikle 11 Eylül’den sonra Amerika’nın Irak Harbi’nde uğradığı hüsrandan ders çıkararak daha esnek politikalara yöneldiğini, Amerika’nın bu tutumunun zincirleme olarak Avrupa’yı etkilediğini söyleyebiliriz. Öte yandan Doğu Asya ülkelerinin yıllardır süren Batı tahakkümüne karşı diklenişlerinin daha bir gün yüzüne çıktığını, ABD’nin emek sömürüsü ihracının, bu ülkelerdeki yoğun sermaye birikimi sebebiyle, artık geri dönüp kendisini vurmaya başladığını çok rahat iddia edebiliriz. Latin Amerika ülkeleri ise yine dünyanın sömürgeciliğine soyunmuş Amerika ve Avrupa’nın kültür emperyalizmi altında sefaletle ihtişamın iç içe girdiği bir vaziyete hâkimdirler; bilindiği üzere geçtiğimiz senelerde Lâtin Amerikalı birçok lider çok büyük bir tesadüf (!) eseri kansere yakalandı. Bu hal bile göstermektedir ki Arap Baharı diye başlayan ve domino taşları gibi bütün eski diktatörlerin sırasıyla itlaf edildiği süreç Latin Amerika’da daha sanatlı bir şekilde ve (palyatif) bir tedbirle halledilmiştir. Afrika kıtasına gelince; önceden kabileler arası savaşla Afrikalıyı birbirlerine kırdırtan Batılı güçler, bugün aynı numarayı güncelleyerek iktisadî sahada birbirinin üzerine çıkma aracı olarak kullanmaktadırlar. Bu numaranın tutmadığı yerlerde ise (Mısır, Sudan, Cezayir) eski şekil kapalı diktatörlükler devam etmektedir. Arap Yarımadası’na gelirsek; Suudi Arabistan, Katar, Kuveyt, Bahreyn ve Birleşik Arap Emirlikleri, Amerika ve Avrupa’nın bir nevi Western Union şirketi gibi para basmakta ve yine (Suudi Arabistan hariç olmak üzere) Avrupa ve Amerikalı zenginlere “farklı” hizmetler (!) sunmaktadırlar. Yemen ve Suriye’de ise bilindiği üzere iç savaşlar hâlen devam ediyor. Bunun yanında Rusya ise Suriye meselesi ile beraber daha aktif bir dış politika izlemeye başladı. Rusya’nın dış politikadaki bu aktifliği Suriye meselesinde Rusya ile Türkiye’yi karşı karşıya getirdi. Diğer yanda ise tarihi boyunca açık ve gizli daima düşmanımız olan İran tabiî mizacı olan Şii yayılmacılığıyla Irak, Suriye, Lübnan’da eskisinden daha aktif bir pozisyonda... Hepsi bir kenara İslâm âleminin bağrına çakılmış bir kazık gibi ikinci kıblemizi işgal altında bulunduran İsrail ise “van minüt” ve “Mavi Marmara”da çizdirdiği karizmasını düzeltmeye çalışıyor. Elbette bu arada kadim siyasetini, yani bütün memleketlerdeki resmî ve gayrı resmî ajanları vasıtasıyla tüm dünyayı tarassut altında tutma işini devam ettiriyor. Kendisi fiziken küçük olsa da, günümüzde büyük devletlerin de üzerine çıkan “küresel sermaye”deki hâkimiyeti ona bu imkânı sağlıyor.
Dünya, Birinci Harbin çıkış sebebi olan, İkinci Harbi doğuran ve sonrasında endüstride giriftleşme ve vesair sebeplerle ilerleyen buhrandan çıkış yolunu arıyor. Bu çerçevede dengeler bozulup tekrar kuruluyorken; yeni bir nizamın doğacağına inancımızın tam olduğu “Anadolu kıtası”na oturmuş Türkiye’nin manzarası ne durumda?
Öncesi ve sonrasıyla beraber Gezi hadiselerini bir milat kabul edersek, o günden bugüne bir taraftan 17-25 Aralık, MİT Tırları, 6-8 Ekim olayları, Suruç patlaması, Ankara patlaması gibi meselelerle uğraşılmakta, öte yandan ise yoğun bir seçim takvimi takip edilmekte… Bu saydıklarımız politik, siyasî ve idarî işler… Bunun yanında günden güne büyüyen iktisadî daralma, sosyal adaletsizlik de cabası… Her birini kapak yazımızda ayrı ayrı işlediğimiz ve teferruatlarını orada göreceğiniz ideal, millî ıstırab, şahsiyet, üniversite, iktisat, ordu, dış politika ve dinî manzaramız ise herkesin ve her kesimin rahatsızlığını hissettiği bir seviyededir. Peki, mevcut yapıyı elde tutmak adına FETÖ ve diğer unsurlarla mücadele edilirken, asıl çözülmesi gereken söz konusu hayatî hususlar niçin görmezden gelinmekte ve “ülke gündeminde” en ufak bir yer tutamamakta?
Bu idealsizlik hâli, dış politikadan iç siyasete, eğitimden ekonomiye, insanî ilişkilerden daha nicesine bünyemize sirayet etmiş durumda. Kimse içinde bulunduğu vaziyetten memnun değil; fakat “bu durumdan nasıl kurtulabiliriz?” sorusuna verilmesi gereken cevabı vermeye de istekli değil. Bir boş vermişlik hâkim… Aslında muhatap olduğumuz fikirlerin içi boşaltılmış, idrakler iğdiş edilmiş, zihinler allak bullak… İnsanımız; neyin, nerede, nasıl yapılacağını ve yapılan şeyin ne ile alakalı olması gerektiğini bile fehmedemiyor.
Bugün bir gazete Necip Fazıl adına ödüller düzenliyor ve devlet en yüksek makamda bu ödüllere iltifat ediyorsa, bunun sebebi, Necip Fazıl’a, Büyük Doğu-İBDA fikriyatına duyulan “örtülü/mestur” iştiyaktandır; mühim olan bu iştiyakı sahici bir noktaya getirip gereken tedbirleri derhal alarak memleket ve millet arsasını yangın yeri olmaktan çıkarmak, içinden billur akarsuların aktığı ormanlara fidelik vazifesini görecek bir vizyona sahip olmaktır.
Bu topraklardan yeni bir nizam doğacağına inanıyoruz! İslâmiyet’in emir subaylığı vazifesini haiz Büyük Doğu-İBDA fikriyatı, “bir buçuk asırdır yanıp kavrulan, bunca keşfine ve oyuncağına rağmen buhranını yenemeyen ve kurtuluşunu arayan Batı adamının bulamadığı, Türkün de yine bir buçuk asırdır bu hasta Batı adamında bulduğunu sandığı şeyi, o mübarek oluş sırrını çözecek ve her sistem ve mezheb, ortada ne kadar hastalık varsa tedavisinin ve ne kadar cennet hayali varsa hakikatinin İslâm’da olduğunu gösterecek ve bu tavırla yurduna, İslâm âlemine ve bütün insanlığa numunelik teşkil edecek” bir sistem teklifiyle kendi “hâl izahını” yapmıştır. 16 yıllık zindan sürecinin ardından tahliye olan Salih Mirzabeyoğlu’nun İstanbul Haliç Kongre Merkezi’nde vermiş olduğu konferansta da belirtmiş olduğu üzere “her kesim kendi hâl izahını” yapmak zorundadır.
Yukarıda söylediklerimizle beraber geçtiğimiz ve içinde bulunduğumuz yılların muhasebesini yaparak memleketimizin bütün nadide evlatlarının bir temsili olarak bu hafta “Bu çocuğun istikbâli hakkındaki planınız ne?” diye sorduk.
Kapak meselemizi Ömer Emre Akcebe, “Hâl Muhasebemiz” başlıklı yazısında kaleme aldı.
Fatih Turplu “Postmodern Zamanlar-Serimlemeli Ödül Gündemi” başlıklı, Gülçin Şenel ise “Necip Fazıl Kime Ödül Verirdi?” başlıklı yazılarında bu hafta Star Gazetesi’nin organize ettiği “Necip Fazıl Ödülleri”nden bahsediyorlar.
Carlos (Salim Muhammed), “Fetullah Gülen’in Le Monde’da Verdiği Mesaj”dan söz ediyor.
Yayın Kurulu Üyemiz Kâzım Albayrak’ın avukatı Abdullah Özbek’e Bandırma Davası’nda verilen yeniden yargılama kararının ayrıntılarını sorduk.
Bir diğer röportajımızda ise Adem Çevik, Özbek cinayetleri ve Rusya-Türkiye krizi çerçevesinde Orta Asya devletlerinin tutumları hakkındaki görüşlerini Baran okurlarıyla paylaştı.
Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun dergimizde tefrika edilen eseri “Ölüm Odası B-Yedi”nin 293. bölümünün alt başlığı bu hafta “Akis Yeri (Federal Almanya)”...
Abdullah Kiracı, “İslâm Vakıfları’nın Şer’î Dayanakları” başlıklı yazı dizisinin dördüncü bölümüne “Hadisler” bahsiyle devam ediyor.
Bahattin Yeşiloğlu, “Doktor Emin Acar Vesilesiyle” başlıklı yazısının ikinci bölümüyle dergimizde…
Farklı bir bakış açısıyla ele aldığımız haber-yorumlarla bu sayımız böyle…
Gelecek sayımızda görüşmek üzere…