Selâm ile…
Son birkaç yılın en önemli tartışmalarından birisi, Başkanlık sisteminin Türkiye’ye fayda getirip getirmeyeceği hususu… 7 Haziran seçimlerinde parlamenter sistemde baş gösteren kilitlenme ile, her ne kadar akabinde yapılan 1 Kasım seçimleri ile aşılmış olsa da, mevcut idarî düzende değişim taleb edenlerin haklılığı bir kez daha tescillenmiş oldu. 1 Kasım seçimlerinin ardından başkanlık sistemi daha yüksek bir sesle tartışılmaya devam ederken, Ak Parti yeni anayasa ve başkanlık sisteminin hayata geçirilmesi için girişimlerini başlatmış bulunuyor.
Esasında Başkanlık Sistemi’nin bu kadar hararetli bir şekilde tartışılmaya başlanmış olması bizim için son derece müsbet bir gelişme... 90 küsur senedir tabu hâlinde dayatılan ve âdeta bir putmuş gibi hakkında konuşulması ve tartışılması dahi yasaklanmış olan rejimin bu vesileyle tartışmaya açılmış olmasının, hele ki bizim gibi kendi rejim modelini teklif eden bir ideolocyanın mensubları açısından kazançlı olduğu kesin… 
Öte yandan başkanlık sisteminin konuşulmaya başlandığı ilk günden bugüne yürütülen tartışmalar rejimin özünden ziyade şekline saplanıp kalmış durumda… “Amerikan tipi başkanlık mı?”, “Fransız tipi yarı başkanlık mı?” soruları soruluyor. Bu vesileyle mevzu bahis sistemleri birkaç cümleyle izah edelim…
Amerikan tipi başkanlık, yasama, yürütme ve yargı organları arasında kesin bir ayrıma ve dengeye dayanan, yasama ve yargı organlarının demokratik denetimi içinde, yürütmenin iktidar olanaklarını genişleten bir hükümet sistemidir. Başkanlık sistemi, Başkanlık hükümeti sistemi olarak da adlandırılmaktadır.
Fransız tipi yarı başkanlık ise başkanlık sistemi ile parlamenter sistemin karışımıdır. Yürütme gücü halk tarafından seçilen devlet başkanı ile meclis güvenine dayanan hükümet başkanı arasında paylaşılır. Fiili olarak ise yürütmenin başı devlet başkanıdır.
Tartışma bu çerçevede yaşanırken, unutulan hayatî bir mesele var; bu milletin başına son bir buçuk asırdır ne geldiyse, taklitçilikten gelmiştir ve “Amerikan tipi mi, Fransız tipi mi?” tartışması da aynı taklitçi zihniyetin ürünüdür. Bugün konuşulması ve tartışılması gereken ise, ülkemizi manevî çöle çevirmiş, yabancı ve dikiş tutmaz rejim yerine Anadolu’nun öz ruhuyla bütünleşmiş yerli ve millî bir sistemin ikame edilmesidir. “Yerli ve millî” bir sistemden söz edilince de akla ilk gelen elbette Üstad Necip Fazıl tarafından şekillendirilip Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu tarafından “gerekçelendirilen” “Başyücelik devlet modeli”dir. Sürdürülen tartışmaların taklitçiliği aşamayan seviyesi, fikrî bakımdan son derece derin ve geniş dünya görüşümüzün ne büyük bir nimet olduğunu bir kez daha ortaya koymaktadır. Allah’a şükürler olsun!.. Böyle bir konjonktür içinde BD-İbda’nın teklif ettiği devlet modeli, artık kendisini dayatır hâle gelmiştir.
Kapağımızı başkanlık sistemi meselesi çerçevesinde yaptık ve Üstad Necip Fazıl’ın İdeolocya Örgüsü eserini görsel olarak kullanarak “Başkanlık Değil Başyücelik” manşetini attık. Kapak mevzumuzu Ömer Emre Akcebe “Niçin Rejim Değişikliği?” başlıklı yazısında işliyor.
Kâzım Albay, “Gözleyene Göre Sabah Yakındır” başlıklı yazısında “bakmak ile gözlemek arasındaki farka” değinerek bir iç muhasebe yapıyor.
Baran Demir, İran ile Suudi Arabistan arasındaki münakaşa vesilesiyle “Şii-Vehhabi Kapışması” başlıklı bir yazı kaleme aldı. Yine bu mesele ile alâkalı Gazeteci-Yazar Mustafa Özcan ile yaptığımız röportajı da dergimizde bulabileceksiniz. Mustafa Özcan, “İran ile mücadelede kararlı olunmalıdır” diyor.
Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun dergimizde tefrika edilen “Ölüm Odası B-Yedi” eserinin 295. bölümünün alt başlığı “Işık Patlaması (Mehdî Derviş Muhammed)”…
Abdullah Kiracı, vakıflar yazı dizisine “İslâm Vakıflarının Şer’i Dayanakları: Ashab-ı Kiram’ın Vakıfları” bahsiyle devam ediyor.
Gülçin Şenel’in bu haftaki yazısının başlığı “Bir Mütefekkir ve Mutasavvıf Olarak Sadreddin Konevî Hazretleri”…
Dergimizde ayrıca derleyip yorumladığımız haberler de var.
Gelecek sayımızda görüşmek üzere Allah’a emanet olun…