Ruhî muvazenesizliğin hayatımızın her planını ne kadar da berbat ettiği ortada… Üçüncü sayfada ferdî, ikinci sayfada içtimâî ve manşette ise devletin ne kadar da büyük bir muvazenesizlik içinde kıvranmakta olduğuna her gün yeniden şahitlik etmekteyiz.
Sanayi Devrimi, Liberalizm, Birinci Dünya Savaşı, Faşizm, İkinci Dünya Savaşı, Komünizm, Kapitalizm derken, insan, beşerliğini yitirdi. Öyle veya böyle Avrupa’da ve mutlak bir şekilde burada yalnız Allah’a kul iken, devre devre değişen tanrılara kulluk etmeye zorlanarak ruh muvazenesini yitiren insanoğlu için bu tragedyanın en acıklı perdesi açılmış bulunmakta...
Batı, içinde bulunduğu ruhî bunalıma çözüm getiremiyor, kurduğu nizamı muhafaza ve müdafaa edebilmek adına bunalım ihraç ediyor, satın almayanlaraysa, birkaç asırlık devrede kurduğu ve kendisine göbeğinden bağladığı iç ihanet şebekeleri marifetiyle dayatıyor. Batı, bizim nezdimizde metelik kadar değeri olmasa bile bir vakıa hâlinde yaşattığı, yaşadığı ve dayattığı nizamı korumak ve kollamak için hedef tahtasından Komünizmi indirip yerine İslâm’ı koyduğundan beri hayâsızca saldırıyor.
Müslümanlara yönelik doğrudan ve silahlı taarruzlardan daha tehlikeli bir şekilde; Müslümanlar arasından devşirdiği münafıklar eliyle İslâm itikadına musallat oluyor, Müslümanların yaşadığı memleketlerin devlet bürokrasisi içine yerleştirdiği işbirlikçileri eliyle yaptığı darbeler ve aldırdığı yargı kararları ile saldırıyor, sermaye gücü ile alan daraltıyor, medya marifetiyle nefes payı bırakmıyor, hâsılı kelâm, Müslüman yetişmemesi ve kurmuş olduğu sunî nizamı kaldırıp kafasına indirmemesi için elindeki bütün imkânı seferber etmiş vaziyette tam taarruz dört koldan hücum ediyor.
Afganistan ve Irak işgali, Arab Baharı, Mısır’daki askerî darbe, Suriye’deki iç karışıklıklar derken, şimdi, 90 senedir işbirlikçileri marifetiyle her cenahtan saldırdıkları hâlde muvaffak olamadıkları şeyi yapmanın, Anadolu’daki Müslümanları ve bu Müslümanlarla beraber de bütün dünya Müslümanlarının ümidini kırmanın peşindeler.
Bu yüzden onları suçlayamayız; çünkü kat’i suretle emin oldukları şeyi yapmak, adaleti yeniden tesis etmek, kurmuş oldukları sunî nizamı başlarına geçirip hakikisini tesis etmek üzere geliyoruz. Onlar bunu biliyor, görüyor, korkuyor, sıkılıyor, çözüm üretemiyor, beceremiyor ve bir yandan deşifre olurken, esasında bu psikoloji içinde attıkları birbirini çelici adımlarla kendi hazin sonlarını, bizzat kendi elleriyle hazırlıyorlar.
Son birkaç asırlık zaman diliminde, savaşlardan, maddî ve manevî kıtlıktan, iç ve dış türlü ihanet ve hıyanetle meşgulken bir milleti oyuncak ettiğini zannedenler, bugün meseleyi kavramış olsalar da, içerideki ihanet şebekeleri eskiden olduğu gibi kendilerini her türlü hesaptan ve cezadan vareste zannetmek gibi bir gaflet içinde alenen tepişmeyi sürdürüyor.
Batı’nın bütün kanalizasyonlarını Müslüman Anadolu insanının üzerine akıtmak ve tertemiz insanımızı kirletmek üzere kanalizasyon borusu olarak kendisini kullandıranlar, içinden geçen pislikte boğulup giderken, Üstad Necib Fazıl’ın ifâdesiyle; “Kim bilir hangi muazzez velînin mangalından sıçradık, hangi mübarek müminin fenerinden damladık, hangi muhterem mustaribin sigarasından düştük de; bu, süngerlerden daha ıslak ve çöp tenekelerinden daha kirli odun yığınının bir köşesinde karargâh kurduk.” dediği kıvılcım söndürülemedi. Son ve tek kıvılcım söndürülemediği gibi, bu kıvılcımdan tutuşacak olan ateşe ve bu ateşin her pisliği yiyip, süpürüp, kül edip, yok etmesine ne denli muhtaç olduğumuzu gözler önüne sererek, tersinden bir hakikate, ne denli değerli olduğunu yokluğuyla idrak etmemize vesile oldu.
***
Allah Resulü ile alay edecek kadar kuduzlaşmış Fransız Dergisi Charlie Hebdo’yu destekleyerek Türk Milleti’nin mukaddesatına tükürmek ve ardından da münafık Fettuşîlerin MİT tırlarına yaptığı operasyonu servis ederek Türk Devletinin mahremine el uzatmak gibi bir katmerli hayasızlığı sanki marifetmiş, gazetecilik faaliyetiymiş gibi işleyen Cumhuriyet Gazetesi’nden Can Dündar’ı, Türk Milleti’nin vicdanı gereği tutuklayan mahkeme kararının aksine kendi bürokratik çete zihniyeti icabı aldığı emir dolayısıyla keyfî bir şekilde serbest bırakan Anayasa Mahkemesi, millet nezdindeki meşruiyetini yitirmiştir.
Akıllara bir de şu soru takılıyor; Anayasa Mahkemesi’nin ceza yetkisi var mı? Allah Resûlü’ne hakaret, devlet mahremine el uzatma, manevî değerlerimizin her çeşidine düşmanlık, Fetullah Gülen Terör Örgütü ile işbirliği ve daha nice cürmü alenî bir şekilde ortada olan bu toplum düşmanının Anayasa Mahkemesi marifetiyle serbest bırakılması, milletimizin cezalandırılması anlamına gelmez mi? Demek ki, esasında cezalandırmak gibi bir yetkisi olmayan Anayasa Mahkemesi, milleti cezalandırmak gibi bir yetkiyi ihdas edip uygulamıştır.
1961 darbe Anayasası ile devlet ve milletin birlikte hareket etmesine manî olmak ve parya statüsüne bekçilik etmek üzere kurulan bu mahkemenin 28 Şubat döneminde verilen hukuksuz yargı kararlarının iptali hususunda yapılan ferdî başvuruları da reddederek, aynı zamanda milletimizde infial uyandırdığı vakıadır.
Türkiye, Soğuk Savaş döneminde Komünizm ve Komünizmden sonra da Müslüman milletin hâkimiyetine mani olmak üzere tesis edilmiş bu gibi müesseselerden süratli bir şekilde kurtulmak zorundadır. Hele ki Batı ve onunla aynı zihniyeti taşıyan tüm devlet ve milletlerarası organizasyonların Türkiye’yi hedef aldığı şu zamanda, bu gibi müesseselerin hızlı bir şekilde ortadan kaldırılması ve adaletin tesis edilmesi mutlak bir şarttır.
 Yapılan Anayasa çalışmaları içinde, “mukaddes kıvılcımı” söndürmek üzere Batı’nın pisliğini memleketimize taşıyan bu ve benzeri müesseselerin kat’i suretle yeri yoktur.
***
Biraz evvel de dediğimiz gibi, bu kıvılcım tutuşacak ve Anadolu’dan başlayarak maddî ve manevî necaseti mutlaka ama mutlaka yakarak her pisliği yiyip, süpürüp, kül edip, yok edecektir. Mutlaka! 

Baran Dergisi 477. Sayı