Çözülüyoruz… Sabır ve tahammülden uzak bencil bir hayatın içinde yüzüyoruz. Akrabalık ilişkileri, karı-koca münasebetleri, insanların birbirleriyle olan yaşantıları gün geçtikçe çığ misali menfi yönde ilerliyor. Eskiden, yaşadığım muhitte tek tük rastlanan boşanmalar olağan bir hal almış vaziyette. Ders verdiğim mektebin hemen her sınıfında birçok velinin boşanmış olması, sınıfta sorunlu çocukların boşanmış ailelerden çıkması ne kadar üzücü... Sadece bu mu? Meslektaşlarım arasında boşanmış veya evlenememiş birçok öğretmen arkadaşımın bulunması da içler acısı bir hal… Boşanan kişilerle konuşup ıstıraplarına ortak olduğumuzda şahit olduğumuz acı gerçek, boşanmaların eften püften sebeplere dayanması... Dedim ya günümüz insanı sabır ve tahammülden uzak; insanı gerçek mânâda anlayıp onunla anlaşmaya zemin olacak değerler manzumesinden habersiz. İnsanların evliliğe dair imajları o kadar sakat ki, hayatlarının filmlerdeki aşklar gibi olacağını zannediyorlar. Hayatın acı gerçeklerine toslayınca dağılıp gidiyorlar. Hayatın çileli yolunda Allah ve Resûlü’nün ölçülerinde bir ve tek yürek olmaktan imtina ediyorlar. Ne evliliklerinde ne de dostluklarında samimiyet ve fedakarlıktan eser yok. Karşı cinsin hayatının kendisiyle daim olmasını istiyor. Oysa herkesin kendine ait bir has oda sırrı var. Eş de olsak, en büyük aşkı da yaşasak onun ona ait iç âlemine girmemeliyiz. “Onun hayatında yalnız ben olmalıyım, benim hayatımda yalnız o olmalı”; bunlar gönle hoş gelen, ben merkezli, bencillik kokan sözler. Karşılıklı olarak birbirlerini tüketen bir yanlış düşünce…
Çözülüyoruz… Herkes sızlanmakta, herkes şikâyetçi; işin acı tarafı, kimse bu hayattan nasıl kurtulabilirim deyip de ulvi bir nefs muhasebesine girişmemekte, kendini düzeltme yoluna bir türlü gitmemekte. Öyle bir hal ki, “bundan öte bir yol yok, bunu yaşayıp gitmek zorundayım” der gibi esarete alışmış delilikten öte bir hal. Geniş aileden modern aileye geçişle aileleri küçülttük. Bu küçülmeyle birlikte dünyalarımızın, duygu ve düşüncelerimizin küçüldüğünü fark etmedik. Binalarımızı yükseltip balkonlarda tepeden bakarken tevazudan uzak kibir dağına tırmandığımızı anlayamadık. AVM’lerde dolaşırken zaman ve mekân algımızın değiştirildiğinin şuuruna eremedik. İmam-ı Rabbani’nin Mektubat’ını okuyorum. Hemen hemen her mektupta “zaman insana haddini unutturmaya” sözü. Evet “din edeptir ve edep hadlere riayettir”. Edepten yoksunuz, bu yüzden nasıl hareket edeceğimizi bilemiyoruz. “Evlenmeye layık mıyım? Nasıl bir karaktere sahibim? Bu karakterimle evlilik boyunca bu insanla uyum içinde olabilir miyim? Bu insana münasip miyim veya bu insan bana münasip mi? Peygamber sözüne muhatap olup bir insanla evlenirken malından-mülkünden önce dindarlığını göz önüne alıyor muyum?” Ve daha neler neler? Bu soruları sorma ve yürekten cevaplandırma sürecini gerçekleştirebiliyor muyum?
Hazreti Ömer’den Çizgiler
Hz. Ömer (r.a)’in kölesi Eslem şunları aktarmıştır: Hz. Ömer (r.a)’le birlikte Medine’de gece teftişine çıktığımız bir sırada Hz. Ömer (r.a) yorulunca bir duvara yaslanıp oturdu. O esnada bir kadının kızına söylediği şu sözüne kulak misafiri olduk. “Kızım kalk da şu süt leğenine biraz su kat”, kız “Bu da ne demek anne! Müminlerinin Emiri’nin bu konuda kesin tavrının olduğunu bilmiyor musun?” deyince, kadın “Onun tavrı da neymiş?” diye sordu. Kız “Onun, süte su katılmaması yönünde ilan verdiğini bilmiyor musun?” dedi. Kadın yine “Kızım kalk da süte su karıştır. Ömer ve tellal seni şimdi nereden görecek?” dedi. Kız, “Allah’a yemin olsun ki ona insanların gözü önünde itaat ederken, gıyabında isyan edecek değilim” dedi.
Hz. Ömer bütün bunları dinliyordu. Eslem’e, “Ey Eslem yeri ve kapıyı tesbit et” dedi. Daha sonra teftişe devam etti. Sabah olunca Eslem’e, o yere gitmesini, konuşanların kim olduğunu ve erkeklerinin olup olmadığını tesbit etmesini söyledi. “Kalkıp denilen yere gittim. Kızın bir cariye olduğunu ve eşinin bulunmadığını gördüm. Bunu gelip Hz. Ömer (r.a)’e bildirdim. Hz.Ömer (r.a) kendi evlatlarını toplayıp evlenmek isteyenin olup olmadığını sordu ve kendisinin evlenmeye ihtiyacı olsaydı o cariye için herkesten önce davranacağını söyledi. Oğlu Abdullah ve Abdurrahman evli olduklarını, dolayısıyla ihtiyaç duymadıklarını söylediler. Oğlu Asım ise eşinin olmadığını ve evlenmek istediğini ifade etti. Asım neticede onunla evlendi. Ondan bir kız çocuğu oldu. O kızdan da bir kız çocuğu dünyaya geldi. İşte bu kızdan da Ömer b. Abdulaziz dünyaya gelmiştir. Allah ondan razı olsun.
 
Mustafa Sabri Efendi’den Çizgiler
Sabri Efendi Damadını Nasıl Seçti?
Sabri Efendi merhumun halinde ve tavrında. Allahu Teala’ya bir imanın, yakinin, tevekkülün tecellisi görülürdü. Mesela küçük kızını evlendirirken yaptıkları, menakıp kitaplarına geçecek davranışlardır. Kendisi anlatmıştı:
İstanbul Darülfünunu’nda bir konferans dinlemiş. Dinler tarihi üzerine… Konferans veren. Darülfünun hocalarından Zeki Bey diye bir genç imiş. Bu gencin İslâm tarihine olan vukûfu ve İslâm’ı diğer dinlerle mukayesesi çok hoşuna gitmiş. Küçük Hamdi Efendiye sormuş: “Hazret, Darülfünun’da dinler tarihi okutan Zeki Bey isimli bir genç gördüm, tanır mısın?” Küçük Hamdi Efendi, Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır’dır. İcazet aldığı hocası Kayserili Mahmut Hamdi Efendi idi. Beyazıt dersiamlarından olan hocasına “Büyük Hamdi”, kendisine “Küçük Hamdi” denilmiştir. Hamdi Efendi, Sabri Efendi’ye: “Evet, tanırım, hemşehrimdir, faziletli bir gençtir” diye cevap verince, konuşma şöyle devam etmiş: “Evli midir, bekâr mıdır?” “Yok, Efendim, bekârdır. Daha evlenecek imkân yoktur. Fakir bir ailenin evladıdır. Dul bir anası var.”
Sabri Efendi, Küçük Hamdi Efendi’den bu bilgileri alınca memnun olmuş ve sormuş: “Bizim küçük kızı kendisine versek nasıl olur? Acaba razı olur mu, alır mı?” “Aman efendim, bu da sorulur mu? Memnuniyetle alır, teşekkürlerle alır, kabul eder. Ondan önce de ben, bu lütfunuza, pekâlâ derim… Fakat efendim, siz bir şeyhülislâmsınız. Evet siz gönül zenginliğine hayran bir kimsesiniz. Fakirliği zenginlikten çok seversiniz… Ama yenge hanımı ne yapacağız?” Merhum Şeyhülislâm bu meseleye de bir çare bulmuş: “Zeki Bey’e söyle, şimdi annesini ve sizin hanımı bir gönderin, talip olsunlar. Adet yerini bulsun… Bohça göndereceği zaman ben para veririm…”
Zengin İşi Bohça
Vakti gelmiş, Sabri Efendi, hem bohça ve diğer hediyeler, hem de düğün masrafları için iki yüz altın vermiş… Hanımı, damat tarafından gelen bohçayı görüp de: “Efendi, siz bunlar için, ‘fazla imkânları yoktur, talebelikten yeni kurtulmuş’ diyordunuz. Şu gönderdikleri güzel bohçaya bir baksanıza, zengin işi” deyince, Hoca Efendi de onu tasdik ederek şunları söylemiş: “Maşallah! E! Hanım, parayla iman kimde var, bilinmez. Demek imkanları varmış… Maşaallah, maşallah…”
Adam Ol
Bizim yurdu teşriflerinde, buyurdular ki: “Çocuklar bizim mahallenin mescidinde Şıh Celal isminde bir genç geldi. Otuz beş yaşlarında bir genç… Sanki bizim Zeki merhum…”
Cuma günü, fakir, Mustafa Runyun, Ali Yakup ve Yugoslavyalı Hüseyin Latif Beyler olmak üzere gittik. Şıh Celal hutbeye çıktı. Hutbede konuşuyor, konuşuyor ve bir cümleyi tekrar ediyor. “Adam ol” diyor; “Ey oğlum, artık adam ol”. Fakir, “Acaba, Şeyhülislâm Efendi hutbeyi nasıl dinleyecek?” diye dikkat ediyorum. Kıbleye karşı oturuyordu; minbere doğru döndü. Gözlüğünün altından yaşlar akmaya başladı. Hutbe bitti, namaz kılındı. Şıh Celal, mihraptan indi. Hoca Efendi’nin elini öptü. Hoca Efendi de onu bağrına bastı. Bizi tanıttı “Seni dinlemeye geldiler ya Şıh Celal! Seni methettim. Gelin de hatip nasıl olurmuş, görün. Allah bize bir cevher verdi, dedim. Geldiler, hayran oldular; sana da ettiler” dedi. Sonra Hoca Efendi, eserlerinden de kendisine hediye etmiş. 
Şıh Celal’in Arzusu
Şıh Celal, bir gün yalnız başına gelmiş. Hoca Efendi’ye: “Efendim sizinle hususi konuşmaya geldim. Bir ricaya geldim” demiş. Hoca Efendi, Şıh Celal’in maksadını hemen anlamış: “Şıh Celal bekâr, bizde de kız torunlar var. Ne diyeceğini tahmin ettim” demişti. Şıh Celal maksadını açıklamış: “Efendim, gayem, sizin damadınız olmak. Bu mücahit aileye katılmak… Fakat İslâm’da istişare var, istihare var. Kız sizin değil, torununuz. Mahdum Beyle, aile halkıyla görüşmek icap eder. Ben bugüne kadar evlenemedim. Gerçi akrabadan, ehibbadan kısmetler çıktı, fakat nasip olmadı. Sizin nurlu yüzünüz, benim gönlümü fethetti, görüşüp istişare, istihare yapın, nasıl uygun görürseniz öyle olsun. Nasip neyse o olur…” filan demiş; Hoca Efendi’ye cevap için mühlet vermiş.
Torunlarım Ona Denk Geldi
Mustafa Sabri Efendi, fakiri çağırdı. “Yalnız gelsin” demiş. Gittim “Yahu, gönlüme doğan karşıma çıktı. Şıh Celal, bize damat olmak istiyor. Benim için şereftir. Fakat kız benim değil, torun...”
“Dede olmak, baba olmak gibi olmuyor… Bir de, Şıh Celal, rahat etmek, huzur bulmak, manen mesud olmak için evlenmek istiyor. Bunu biliyorum. Fakat bizim kızlar, henüz gençler. Daha akılları havada. Şıh Celal’i memnun, mesud edecek, manevi halleri yok… Korkarım ki, Şıh Celal bizden soğur… Şıh Celal bize, biz Şıh Celal’e âşık olalım, gönülden gönüle sevişelim. Ne bizim ona şefkatimiz, hayranlığımız ne de onun bize olan hürmeti zeval bulsun. Kişinin cenneti evidir. Şıh Celal bunu bilir. Dünyada da cennet vardır. Şıh Celal, böyle bir cenneti elde etmek için evlenecek… Binaenaleyh Şıh Celal’e denk bulamıyorum. Arada kefalet yok… Bunu Şıh Celal’e ancak sen anlatabilirsin. Telefon et, evine git; istersen fakültede görüş… Ama şu işi gönül kırılmadan hallet…’’
Sevgim Daha Da Arttı
Şıh Celal’e telefon ettim. Filan saatte, fakültede boşum dedi, gittim. Şeyhülislâm Efendi’nin söylediklerini Şıh Celal’e aynen naklettim. Şıh Celal ne dese beğenirsiniz: “Şeyhülislâm hazretleri, gözümde daha da büyüdü. Torunlarını bana layık görmüyor. Bu benim için ne büyük bir şereftir. Bu abd-i hakiri üstün görüyor: Şıh Celal benim gözümde çok büyük; binaenaleyh, benim torunlarım, o mücahidi tatmin edecek çapta değil, maalesef diyor… Şeyhülislâm hazretleri, benim gözümde, daha da büyüdü. Sevgim daha da arttı, kendisine hürmetlerimi arz et. Aynen torunlarını vermiş  kadar memnun oldum. Sevgimiz gönülden gönüle devam etsin.”

Baran Dergisi 487. Sayı