Son günlerde yaşanan ve kamuoyunu oldukça meşgul eden “Kürt meselesi” etrafında çözüm tekliflerinden ziyade ağdalı ve içi boş bir vatanperverlik retoriği hâkim. Bu söylemlerin dışında, siyasî ve sosyolojik olarak “Kürt meselesi”ne sizin bakış açınız nedir?
Türkiye’nin ve Ortadoğu’nun en önemli sorunu nedir şeklinde bir soru sorduğumuzda, bu sorunun  kaçınılmaz cevabı Kürt sorunu şeklinde olacaktır. Ortadoğu ve Türkiye, yüz yıldır Kürt sorununu yaşamaktadır. Ancak yüz yıllık süre zarfında Ortadoğu ve Türkiye, Kürt sorununun normal, demokratik, barışçıl ve hukuki bir çerçeve içinde çözüm yoluna koymakta başarısız olmuşlardır. Yüz yıllık geçmişi, Kürt sorununun çözümünden ziyade Kürt sorununu bastırma tarihi olarak okumak mümkündür. Yüz yıldır bastırılması için mücadele edilen Kürt sorununun, bugün kolaylıkla çözüm yoluna konulamamasının nedeni, işte bu ağır yüktür.
Kürt sorunu söz konusu olduğunda çoğu zaman, kırmızıçizgilerden söz edilmektedir. Türkiye ve Ortadoğu’da kırmızıçizgilerden söz edildiği zaman, aslında Kürt sorununu bastırmayı ve inkâr etmeyi gerekli gören kırmızıçizgilerden söz edilmektedir. Kürt sorununun normal, sivil, barışçıl ve demokratik çözümü için kırmızıçizgiler dilinden vazgeçmek lazımdır. Kırmızıçizgiler anlayışıyla Kürt sorunu şimdiye kadar bastırıldı, ancak çözülemedi.
Kürt sorunu, bugün küresel düzeyde tanınan, bilinen ve farkında olunan bir sorundur. Dar yerel bir perspektifle Kürt sorununa yaklaşılamaz. Kürt sorununun küresel bir perspektifle ele alınmasına ihtiyaç vardır.
Kürtler, Ortadoğu’da Araplar, Farslar ve Türklerden sonra dördüncü büyük halk konumundadırlar. Kürtler, İran, Suriye, Irak, Türkiye ve Ermenistan devletlerinde yoğunluklu olarak belirli bölgelerde yaşamaktadırlar. İran’ın Kürdistan isimli bir eyaleti vardır. Irak’ta Kürdistan Bölgesel Yönetimi şeklinde bir olgu vardır. Suriye savaşından sonra Rojava dediğimiz olguyla tanıştık. Ortaya çıkan tabloda, bir ülkede Kürt sorunu bağlamında gelişen bir durumun kaçınılmaz bir şekilde bölgesel bir boyuta evrildiğini görmekteyiz. Kürt sorunu, tek bir ülkeyle sınırlı bir sorun olmayıp bölgesel düzeyde bir sorundur. Başka bir ifade ile Kürt sorunu, Türkiye’yi, Irak’ı, İran’ı ve Suriye’yi aşan bir Ortadoğu sorunudur.
Yüz yıllık süreç içinde Kürt sorununu bastırmak için askerî yollar ve araçlar denendi. Türkiye, askerî müdahale, iskân, tedip ve tenkil şeklindeki uygulamalarla sorunu çözeceğini düşündü. Türkiye’nin Kürt sorununa yaklaşımını ifade eden en iyi doküman Şark Islahat Planı’dır. Asimilasyon ve inkârı Kürt sorununun çözümü olarak gören bir yaklaşımı devam ettirmek mümkün değildir. Kürt sorunu, sosyal ve siyasal bir sorundur. Sosyal ve siyasal bir sorunu militer yollarla çözmeye kakışmak, var olan sorunu derinleştirmek ve çözümsüzlüğe mahkûm etmekten başka bir işe yaramamaktadır. Kürt sorununun sosyal ve siyasal yollardan çözümü için sabırla çalışmak lazımdır.
Kürt sorununu çözmek için Kürt sorunu konusunda yeni bir anlayış düzeyine varmak lazımdır. Son yüzyılda uygulanan devletçi,  nasyonalist, merkeziyetçi, baskıcı, homojenleştirici politikaların işe yaramadığı görülmektedir. Kürt sorununun barışçıl, şiddetten uzak, demokratik, merkeziyetçi olmayan, coğrafya yerine insanı merkeze koyan, insan haklarına dayanan, İslâm’ın fıtrat değerlerinden beslenen yeni bir idrak anlayışıyla çözümlenmesi gerekmektedir. Ortadoğu’da Kürt sorunu, sahici anlamda eşit kardeş ve eşit yurttaş hukukuyla çözülebilecek bir sorundur.
İslâm dünyasının umumî bir problemi hâlinde söylersek, İslâm’a nisbetle yaşanılan Müslümanlığın son 200 yıldır bariz farklılıkla doğurduğunu görüyoruz. “Demokrat Müslüman”dan “IŞİD’çı”ya kadar bir çok farklı anlayışın tezahürü nasıl oldu ve bu “nisbet” karışıklığı sizce nasıl giderilebilir?
İnsan, dinamik bir varlıktır. Her dönemin özelliklerine uygun olarak insanın hayatında değişiklikler ve yenilikler olması  kaçınılmazdır. Tarihin akışı içerisinde yaşanan dinamik değişim ve dönüşümler, dinî, felsefî, siyasî, bilimsel, edebî ve sanatsal bütün alanları etkilemektedir. Modern dönem, insanlık tarihinde en köklü dönüşüm ve değişimlerin yaşandığı bir dönemdir. Müslümanların temel sorunu, modern dönemde yaşanan  radikal değişim ve dönüşümü takip edememe, adapte olamama ve onu aşamamadır. Müslümanlar, modern dünyada yaşanan köklü değişimler karşısında büyük bir kafa karışıklığı ve şok yaşamaktadırlar. İnsanlar, tarihi takip etmek, gelişmeleri öngörüp müdahil olmak durumundadırlar. Bugün Müslümanlar, tarihe müdahale eden ve belirleyici olan aktörler konumunda değildirler. İnsanlık tecrübesinin topyekûn akış süreci anlamında tarihte ne olup bittiğini idrak edemeyen Müslüman topluluklar, bugün büyük bir kimlik, din, değer, eğitim, siyaset ve toplum krizi içindedirler. Müslümanların her alanda yaşadığı kriz özellikle kendisini din ve inanç alanında tezahür ettirmektedir. Müslümanlar, Müslüman olarak modern dünyada nasıl yaşayacaklarına dair başarılı modeller ve pratikler ortaya koyamamışlardır. Modern dünyayı yüzeysel ve şekilsel olarak taklit eden, modern dünyaya itiraz etmenin ancak şiddet yoluyla olacağına inanan, modern dünyayı hep geçmişin gözlükleriyle okuyan yaklaşımlarla karşılaşmaktayız. Taklitçilikten terörizme kadar her türlü akım ve anlayışın ortaya çıktığı İslâm dünyasında, ciddi bir köksüzlük sorunu vardır. IŞİD’in İslâm tecrübesinde bir kökü ve karşılığı yoktur. İslâm ülkelerine hükmeden baskıcı diktatörlüklerin, şeyhliklerin ve tiranlıkların hiçbirinin İslâmî ve insanî karşılığı bulunmamaktadır. Müslüman dünya, yirminci yüz yılı nasyonalizm gibi İslâm’da hiçbir yeri olmayan bir sapma yüzünden kaybetti. İslâm dünyası, yirmi birinci yüzyılı “selefizm” denilen yeni bir türedi akım yüzünden kaybetmek tehlikesiyle yüz yüzedir. İslâm dünyasının ciddi bir aidiyet, referans ve düşünce sorunu vardır. Müslümanlar, bugün modern dünyada kendilerini aktör yapacak ve tarihe aktif müdahalede bulunmalarını sağlayacak dinamik bir teoloji üretememektedirler. Kaynaklara dayalı, dinamik hayat tecrübesine dayalı köklü ve sahici bir teolojinin inşa edilmesi gerekmektedir. İçinde bulunulan kriz halinin aşılması için tarihi takip eden bir teolojinin inşası, hidayet rehberi ve kalplere şifa olarak gönderilen Kur’an’ın yeni bir kavrayışla okunması lazımdır. İkbal’in ifadesiyle her Müslümanın Kur’an’ı ilk defa kendisine vahiy oluyormuşçasına okuması, anlaması ve canlı bir tecrübeye dönüştürmesi gerekmektedir. İnsanlığın köksüzlük, nisbetsizlik ve kriz halini çözecek referans Kur’an’dır. İkinci olarak Müslümanların özgürlük, barış, adalet değerleri çerçevesinde insanlığa sunulabilecek düşünceler, pratikler, kurumlar ve projeler üretmeleri gerekmektedir.
Hem siyasî gelenek hem de sosyolojik bakımdan Avrupa devlet ve milletlerinden çok farklı bir yapıyı barındırmamıza mukabil gerek zihin dünyamızda ve gerekse de pratikte bir nevi Avrupalılaşmış vaziyetteyiz; memleketimiz ve coğrafyamızdaki dağınıklığın önemli bir sebebi de bahsettiğimiz husus olabilir mi?
Dünyanın bütün medeniyet ve kültürel coğrafyaları birbirinden farklıdır. İnsan topluluklarının asli özelliği farklılık ve çoğulculuktur. Her insan, özgün olduğu gibi, içinde yaşadığı toplum da diğer çevrelerden farklıdır. Avrupa ve Türkiye’nin birbirinden her açıdan farklı olması doğaldır. Avrupa, hiçbir şekilde bugün yaşadığımız sorunların kaynağı değildir. Ülkemiz ve coğrafyamızın yaşadığı karmaşanın ve dağınıklığın nedenini kendi içimizde aramamız gerekmektedir. Bizler, bireysel ve toplumsal farklılıklarımızı koruyarak bizi bir arada tutacak insan hakları ve özgürlüğe dayalı bir hukuk oluşturamadık. Siyasi ve sosyal yapılarımız hukuk, barış ve özgürlük temelinde inşa edilmediği için her alanda büyük bir krizle yüz yüze bulunmaktayız. Kitleden topluma, despotluktan demokrasiye, ceberut otoriteden hukuk devletine geçişi başaramadık. Yaşadığımız sorunların ve krizlerin sorumlusu olarak dışarıda günah keçileri arama  alışkanlığından vazgeçmemiz gerekmektedir. Kendimizle yüzleşmeyi, eleştirmeyi ve sorgulamayı  öğrenme olgunluğuna ulaşmalıyız. Avrupa, yaşadığımız sorunların kaynağı değildir, ancak yaşadığımız olumsuz durumun  oluşmasında Avrupa ile kurduğumuz çarpık ilişkinin  etkisi olduğunu söyleyebiliriz. İnsanlık birikiminin bütünüyle açık bir ilişki içinde olmalıyız. Avrupa ile de açıklığa ve etkileşime dayalı bir ilişki içinde olmak yerine onu yapay bir şekilde taklit etmek şeklinde boş bir çabanın içine girdik. Batı ile dinamik, olumlu ve yapıcı bir şekilde yeniden ilişkiye girmemizi sağlayacak kanallar açmalıyız.
İslâm dünyası tecrübî geçmişinden yola çıkarak yeni bir ekonomik model üretebilir mi? Üretebilirse bu ekonomik model nasıl bir sistem içerisinde vücut bulacaktır?
Ekonomi, insan hayatının en ana boyutudur. Ekonomik hayatın bozulması ve yozlaşması, bütün hayatın dejenerasyonu gibi bir sonuç ortaya çıkarabilmektedir. İnsan hayatının kontrolü, genelde ekonomik hayatın kontrolü üzerinden gerçekleşmektedir. Başka bir ifade ile ekonomik hayatın kontrolü, insanların özgürlüklerinin ortadan kaldırılmasına ve köleleştirilmelerini sağlamaktadır. Müslümanların ekonominin önemi konusunda ciddi, nitelikli ve derinlikli bir bilince sahip olmaları gerekmektedir. Müslümanlar, ekonomi alanında uzmanlaşmalı ve bu konuda ciddi bir bilimsel birikimi oluşturmak için seferber olmalıdırlar. Müslümanlar, hukuk, ekonomik özgürlük, mal ve mülkiyetin korunduğu, rekabetin olduğu, haksız kazanç yollarının kapatıldığı, emeğin ve bilginin karşılığının verildiği, girişimciliğin desteklendiği, toplumlar arası ekonomik ilişkilerin serbestçe yapıldığı modeller ve kurumlar oluşturmaları gerekmektedir. Günümüzde ekonomi ve ahlâk birbirinden ayrılmış durumdadır. Müslümanların ekonomiye yapacakları en büyük katkı, ekonomiyi, hukuku ve ahlâkı yeniden bir araya getiren anlayış ve pratikler geliştirmeleridir.
“Yeni Paganizm: Popüler modüler dindarlık” başlıklı yazınızda dinin popülist yaklaşımla izah edilme çabasından ve bu çaba sebebiyle din anlayışını sorgulamamız gerektiğinden bahsediyorsunuz. Bu açıdan bakıldığında “ılımlı İslâm” denilen proje de bu popülist yaklaşım kategorisine girer mi?
Kültürün temeli, dindir. Paganizm ve şirkin kültür oluşturma yeteneği yoktur. Sahih kültürün temeli ve dinamiği İslâm ve tevhid’dir. Tarih boyunca paganizm bir kültür oluşturamadığı için alt kültür ve popülist kültür dediğimiz olguları meydana getirmiştir. Paganizmin oluşturduğu sahih kültür değil, kültürümsü diyebileceğimiz sahte kültürel popülizmdir. Ilımlı İslâm, Müslümanların dindarlıklarını dizayn etmeyi ve ona müdahale etmeyi amaçlayan bir din mühendisliği projesidir. Bu proje, dinî olmaktan ziyade siyasî motiflerle oluşturulmuştur. Ilımlı İslâm,  popüler modüler dindarlık olarak adlandırılmayı bile hak etmemektedir. Ilımlı İslâm, dayatılan yoz bir siyasî-dinî mühendislik projesidir. Din, mühendislik hesapları içinde dizayn edilen bir olgu değil, tamamen insanın fıtratından kaynaklanan bir tecrübedir. Küresel hegemonya amacına uygun bir ılımlı İslâm icat etme girişimi, büyük bir sapkınlıktır.
Başta ABD olmak üzere Batılı devletlerin Ortadoğu’da uzun vadeli stratejiler ürettikleri ve bunları uygulamaya çalıştıkları malûm. Bu bölgede kendileri açısından en büyük tehdit ise Anadolu’da güçlü ve millî bir siyasî otoritenin varlığı... I. Dünya Savaşı sonrasındaki süreçte böyle bir otoritenin kurulmasına müsaade etmediler; fakat 2000’li yıllar ile beraber Türkiye bir kabuk değişimi yaşamaya başladı. Türkiye bu değişimi başarabilecek mi?
Anadolu coğrafyası, tarih boyunca büyük değişimler ve dönüşümleri başarmıştır. Ülkemizin atalet içinde kalması için tembellik, uyuşukluk, pasiflik, acizlik ve çaresizlik bilinçli ve sistematik bir şekilde insanımıza öğretildi. İnsanımız, bugün kendisine empoze edilen “öğrenilmiş çaresizlik” kalıplarını sorgulamaya ve aşmaya başlamıştır. Türkiye, kabuk değiştirmenin ötesinde özde bir değişimi gerçekleştirme ihtiyacındadır. Türkiye’nin kabuğun ötesinde asli anlamda bir transformasyonu gerçekleştirmesi için insan kaynağını niteliklendirmesi ve çeşitlendirmesi gerekmektedir. Nitelikli insan sermayemiz geliştikçe, geleceği düşünerek insana yatırım yaptığımız zaman Türkiye’de özlediğimiz büyük değişimin gerçekleşmemesi için hiçbir neden yoktur. Güçlü ve nitelikli bir insan kaynağına sahip olduğumuz takdirde, bizim üzerimizde plan hazırlayan, oyun kuran, bizi müdahale edilebilir nesneler olarak gören bütün odakların tezgahları boşa çıkacaktır. Sorumluluk ve sabır içinde edebiyat, sanat, teoloji, felsefe, siyaset, ekonomi, bilim, medya, sinema ve kültür başta olmak üzere insani gelişimimizi sağlayacak alanlarda insana köklü yatırımlar yapmalıyız.
Son olarak önemli gördüğünüz ve eklemek istediğiniz bir husus var mı?
Ülkemiz, Ortadoğu ve İslâm dünyası, korkunç bir kan şiddet sarmalı içinde bulunmaktadır. Coğrafyamızın toplumsal farklılıkları ideoloji, mezhep ve etnisite temelinde çatıştırılmaya çalışılmaktadır. Sorunlarımızı çözmenin yolunun şiddet değil diyalog ve barış olması gerektiği konusunda yeni bir anlayışı içselleştirmemiz gerekmektedir. İslâm dünyasının huzuru, çatışmada değil, barıştadır. Coğrafyamızda barış, özgürlük ve refahın nasıl geliştirileceği konusunda herkes sorumluluk almalı ve katkı sunmalıdır.
Baran Dergisi 450. Sayı