Bir ödül tartışmasıdır sürüyor; bildik anlamda ödüllere zerre kıymet vermeyen Üstad Necib Fazıl adına düzenlenen ödüllerden bahsediyoruz. Ona verilmiş, buna verilmiş, o ne demiş, bu ne demiş, o kim oluyormuş, bu kim oluyormuş… Bugüne kadar Salih Mirzabeyoğlu’nun tenkid ettiği, “Necib Fazıl’ı Anma” tarzı programlardan bir program işte, sonuçta bir şey değişmiyor. Bu “değişmemenin” sebebleri üzerine kafa yoranımız var mıdır acaba, bence asıl mesele bu.
Diğer yandan, “bir büyüğü ancak bir büyük takdir eder” diyor Salih Mirzabeyoğlu. Yani Necip Fazıl’ı herkes çok seviyor, “çok büyük adamdı” diyor da, bu takdir cümlelerinin altının boş olduğunu görüyoruz. “Kurusıkı pohpoh” der meâlen Üstad böylesi “yanaşmalara”… Oysa Salih Mirzabeyoğlu, 60 küsur eserlik “İbda Külliyatı” ile Necip Fazıl’ı “takdirini” ortaya koymuş tek mütefekkirdir meselâ…
Peki, biz “kim” olarak tenkid ediyoruz bu tarz programları? Hangi eserimizle “takdirimizi” ortaya koyuyoruz da, hemen Salih Mirzabeyoğlu ile “aynı seviyeden” tenkid ediyoruz diğerlerini?
Çok kızgınız. Peki, öyle olsun da; bugüne kadar kendi fikir-ilim-sanat teşkilatını kuramamış, gerekli altyapısını oluşturamamış, ödüle lâyık eserleri olan kendi şahsiyetlerini yetiştirememiş insanların “hariçten gazel okumasına” benzemiyor mu bu durum? Öyle ya, kime ödül vereceğiz? Şimdiye kadar Necip Fazıl’a ve Salih Mirzabeyoğlu’na, onların eserlerine, fikirlerine yanaşabilmiş, “telkinle” aldığımızı tahkik edebilmiş ve bunu eserlerimizle “takdir” edebilmiş bir durumda mıyız?
Başkası kime ne ödül verirse versin, biz kendimizi nasıl değerlendirirsek değerlendirelim yahut başkalarını nasıl eleştirirsek eleştirelim, bir de şu veçhesi var meselenin: Bir ödül vermek söz konusu olsaydı, acaba Büyük Doğu ve İbda Mimarları kimi takdir eder, kimi taltif ederdi sizce?..
Bu soruya “iki eser” vesilesiyle bir cevap aramak gerekirse:
Üstad Necip Fazıl, “bu eseri yazmak için yaratıldım” dediği “İdeolocya Örgüsü”nde, hem istikbalin Başyücelik Devleti’ni tasvir, hem de onun bütün şubelerini tek tek izah eder. Salih Mirzabeyoğlu’nun “Necib Fazıl’la Başbaşa” isimli eseri ise, yine O’nun tarafından “hakkımda yazılmış tek harika kitap” olarak takdim edilir.
Bu iki eseri okuduğumuzda karşımıza iki dava adamı çıkar; yaşamayı fikir bilmiş ve fikri yaşamış iki büyük adam: Necip Fazıl ve Salih Mirzabeyoğlu. Bu iki dava adamının bütün gayesi, “İslâma Muhatab Anlayış”ı örgüleştirmek, bunun eşya ve hâdiseler zemininde “tatbik fikri”ni ortaya koymak. Yani Necib Fazıl deyince, Salih Mirzabeyoğlu, Büyük Doğu deyince İbda demek bir zorunluluk. Demek ki “Necib Fazıl kime değer verir, kimi taltif ederdi” derken, aynı zamanda “Salih Mirzabeyoğlu kime değer verir, kimi taltif eder?” demiş oluyoruz.
İdeolocya Örgüsü’nde şöyle çizer “gerçek ve derin Müslüman”ı Necip Fazıl:
- “Gerçek ve derin Müslüman, dünya ve insan kadrosunun bütün iş ve fikir muhasebesini muvazeneleştirmiş, zimmet ve matlûp sütunlarını tam bir sıhhat ve mutabakatla karşılıklı mîzana sokmuş, yapılacak ve yapılmayacak her şeyi tesbit etmiş, bütün istikametleri keşfetmiş ve işaretlemiş, bu hayatın yaşanmak zahmetine değer bütün kıymetlerini tablolaştırmış, en uzak buğday başağının ucundaki taneden güneşin kalbine kadar nabız dinleme âletlerini her noktaya dikmiş ve her unsurun gaye ve memuriyet sırrına ermiş, yeryüzüne ve madde âlemine insan tahakkümünü ve bunun muazzam cihazını âzamî istismar haddine yükseltmiş, idrak ve tekevvün çilesini nihaî hassasiyetle doldurmuş, frenklerin (sajes) dediği nihaî vecd, zarafet, huzur ve sükûna varmış; kısaca, insan başını sümüklüböcek kafasından ayıran tek haysiyetle varlık sırrının bütün şubelerini kahramanca kucaklamış, plânlaştırmış ve bunun insan cemiyetini teşkilâtlandırmış, kâmil insan örneğidir.” (İdeolocya Örgüsü)
Salih Mirzabeyoğlu’nun “Necip Fazıl’la Başbaşa” isimli eserinde de şöyle denir:
- “Edebiyatın mücerret ve müstakil idrak zemini oluşunu, fikirde ağır sanayiye ulaşmamışken, daha işin ham maddesi olan meselelerin bile ne olduğunu bilmeksizin, bunun bir dalı hâlindeki makine işi olan ağır sanayiden bahsetmekteki garabeti?.. Hani bizde güzel sanatlar mânâsındaki edebiyatta da, Tanzimat’tan beri adam yok, büyük sanatkâr yok falan diyorum ya, niçin yok olduğunu da anlamıyorlar… “Yahu bu adam şu kadar eser sahibi, dünya çapında bir ideolocya örgüleştirdi, ne diye bu kadar çırpınıyor; niçin yok diyor?” diye, insan telkinle alınanı tahkike çıkar. Efendi sen tahkik et de, zararı yok biz yanılmış olalım!.. Ne yanılması?.. Yok, yok olması bir yana, yok olduğunun idrakı da yok!.. Ya ne var?.. Edebiyat!.. Hani lâfı geveleyen adama “edebiyat yapma!” derler ya, öyle!.. Cik, cik, cik diyalektiği ile, cik, cik, cik sanatı!..” (Necip Fazıl’la Başbaşa)
Hülasa, bizim açımızdan, Üstad Necib Fazıl’ın, dolayısıyla Salih Mirzabeyoğlu’nun “takdir” edeceği şahsiyetin biricik vasfı da ortaya çıkmış oluyor: Hangi sahada olursa olsun, Büyük Doğu-İbda’dan “telkinle aldığını tahkik eden”, tefekkürden pay sahibi olan ve bunu iş ve eserleriyle isbatlayan…
Yine aynı eserde, aslında onun bu tür ödüllere bakışını da ortaya koyan şu sözler:
- “Düşün; çöplüğe dönmüş bir toplumda, orayı bülbülün öteceği gül bahçesine çevirme işi de şairin işleri arasında… Bırak bunları bir yana, sanat bir bütünken ve bu yüzden güzel sanatların şiir, musiki, resim, heykel, mimarî, roman, hikâye ve diğer yazı türleri, tiyatro, sinema, tek kelimeyle bütün şubeler, her biri diğerinden pay sahibi olmak gerekirken, buna örnek kimi göstereceksin?.. Hani, bazen bir adamı çıkarıyorlar; “filân yerde sergi açtı, falan ödülü aldı”… Bunlar zaten politik ve sanat gayesinin dışında tertiplenen şeyler…” (Necip Fazıl’la Başbaşa)
Bu anlamda birilerinin birilerine “Necip Fazıl Ödülü” veriyor olması kimseyi rahatsız etmemeli bence o kadar. Nitekim, “ONLARIN” beklediği hususiyetler, bu bakımdan “hakiki” Necip Fazıl Ödüllerine lâyık kimseler ortada görünmüyor çünkü henüz. Telâşa mahal yok yani (!)…
Son bir not olarak belirtmeliyim: Bu sene bir kadına, hikâye alanında sevgili Sibel Eraslan’a ödül verildi. Onun törende yaptığı konuşmada Cumhurbaşkanı’nı, “Necip Fazıl’ın bu salondaki en güzel eseri” olarak takdimini tenkid edenler oldu-oluyor. “Bu salondaki” diyerek iki kere vurgusuna rağmen… Oysa, Sibel Eraslan ve Tayyip Erdoğan’ın uzun yıllardır siyasî mecrada bir dava arkadaşlığı mevzubahistir. O konuşmasının bunun dışında bir anlamı da yoktur bence…
Diğer bir anlamı da şudur bizim için: Daha 2000 yılındaki “Noel Baba Operasyonu”nun ertesindeki dönemde ve kimsenin cesaret edemediği şartlarda, Akit gazetesinde yazdığı yazılarla, verdiği röportajlarla, İbda Mimarı Salih Mirzabeyoğlu’nun uğradığı haksızlığı dile getiren, aldığı tepkilere rağmen bundan vazgeçmeyen bir cesur kalemdir o… Çok bunaldığımız ânlarda elimizden tutan ve bize umut veren bir “abladır” aynı zamanda… Bu kadarcık bir vefa duygusu ile söyleyelim: O salonda aldığı ödülü hakeden birisi varsa, o da Sibel Eraslan’dır bizce. Sevgili Sibel Eraslan’ın buluşu olarak, aramızda bir selâmlaşma hâline gelmiş Salih Mirzabeyoğlu’nun mısralarıyla selâmlıyorum onu: “Pırıltın tanır beni…”
(Muhterem anne-babasına Allah’tan şifa dileklerimle)…

Baran Dergisi 468. Sayı