Geçmiş dönemlerde Kürtlerin İslâmî kimlikleri ön plandayken, bugün eskiye nazaran Kürt kimliğinin bir hayli ön plana çıkmasının sebepleri nelerdir?
Aslında Türkiye’de İslâmî yapıyı en çok Kürtler destekledi. Ancak Türkiye’deki İslâmî hareketler ve cemaatler üzerindeki milliyetçi-muhafazakâr etki Kürt sorununu görmezden gelmelerini sağladı. Bu Kürtleri biraz uzaklaştırmanın başlangıcı oldu. Bir diğer sebep ise, Kürt adını ve kimliğini 1960’lardan sonra Marksist kesimin sahiplenmesi. Milliyetçi-muhafazakâr kesimin bir kısmı Türkçülüğe doğru evrilirken, Marksistler Kürt kimliğine sahip çıktı. Elbette Necip Fazıl’ın Şeyh Said’e sahip çıkması, hatta Dersim’e sahip çıkması milliyetçi-muhafazakâr kesimin tamamıyla Türkçüleşmediğini gösterir; fakat genel olarak milliyetçi-muhafazakâr kesim bunu göz ardı etti. Milli Görüş geleneği de bölgede çok fazla oy potansiyeline sahip olmasına rağmen bu meseleyi göremedi. Devletin kimliği yasaklayan baskıları, resmi ideolojinin getirdiği psikolojik etkilerin de bunda payı var. Diğer taraftan Marksist kesim ve Rusya işin içine girdi.
1946’da Molla Mustafa Barzani ve Mahabadlı Kadı Muhammed hükümet kurma girişiminde bulunuyorlar. O sırada Ruslar Kuzey’de Azerbaycan’ı işgal ediyor, İngilizler de fırsattan istifade Şah rejiminden kurtulmak için bu hükümetin kurulmasını destekliyor. İşin ilginç tarafı biri kadı diğeriyse Molla. Mustafa Barzani, medrese kökenli ve Nakşibendi şeyhi çocuğudur. Diğeri de gerçekten Şafi mezhebinin kadısı. Aslında Kürtler hep dindardı ve Abdülhakîm Arvâsî, Seyyid Taha, Seyyid Şefik Arvâsî, Bediüzzaman gibi Müslüman kimlikli şahsiyetler ön plana çıkıyordu. Burada birtakım başarısızlıklar oldu ve gidecek yerleri kalmadı. Sovyetler, Molla Mustafa Barzani ve adamlarına kucak açtı. Türkiye sadece kendi toprakları üzerinden geçmesine izin verdi ve sonrasında Barzani 11 yıl Sovyetler’de kaldı. Mustafa Barzani Marksist olmadı, namazını da kılan bir Müslümandı; fakat Kürt milliyetçiliği öndeydi. Sovyetler bu bağı kullandı. Soğuk Savaş döneminde Sovyetlerin yükselişi sırasında sosyalist Gerilla hareketlerinin gücü arttı. Dikkat ederseniz Arap milliyetçiliği bile sosyalizm temelinde yükseldi. Mısır’da Baasçı sosyalizm,  Nasırcı sosyalizm vesair... Filistin Kurtuluş Hareketi bile sosyalist bir şekle büründü. Türkiye’den Marksistler gidip, Arafat safında savaşıyorlardı. Bunun da etkisiyle Komünizm Kürt siyasal örgütlerin içine sızmaya başladı. Önce üniversitelerdeki modern Kürtlere sirayet etmeye başladı. Mesela Türkiye’de 1940’larda, 1950’lerde Kürtler tam sosyalist değildi; ama biraz yakındı. 1960’lı yıllarda ise özellikle Türkiye İşçi Partisi’nin bir kongrede Kürt kimliğini sahiplenen kararlar almasıyla Komünizm, Kürt öğrenci gruplarının içine sızmayı başardı. Barzani’nin Sovyetlerde bulunması da bu sızmanın önünü açan unsurlardan biri oldu. Daha sonra Marksistleşmeye başladı. Türkiye’nin tek partili döneminde ağır baskılara maruz kalan dindar kesim, 1950’li yıllardan sonra ise Türkçü, Milliyetçi, Muhafazakâr bir çizgiye kaydı ve maalesef Kürtlere sahip çıkmadı. Dindar kesim üzerinde zaten devletin ve resmi ideolojinin müthiş bir baskısı vardı ve başını kaldıramıyordu; böylece Komünizm Kürtlere sirayet etti.
1980’lerden sonra ise Kürdistan bölgesinde, İslâmî kesimin potansiyeli çok daha güçlüydü. Fakat radikal İslâmcı hareketler bu potansiyeli tüketti. Seyyid Kutub, Mevdudî ve Hasan el Benna gibi, yani Müslüman Kardeşlerin marjinal kısmını, daha doğrusu ideolojik Selefilikten gelen o literatürü okuyan kesimler İslâmi kesim üzerinde bir hakimiyet tesis ettiler. İran devriminin de etkisi oldu.
O sıralar birtakım tarikat Şeyhleri hayattaydı, onların etkisiyle “radikal Selefilik” ya da “ideolojik Selefilik” dediğimiz şeye kayma olmuyordu, önlüyorlardı. İran devriminin etkisi ve o zatların hayattan çekilmesiyle bir boşluk oldu. Kitabevleri çevresinde kümelenip radikal İslâmcı gruplar, yani ideolojik Selefilikten beslenen grupların zihniyeti halkın dindarlığı ile uyuşmuyordu. Yani doku uyuşmazlığı vardı. Aslında bu kitabevleri çevresinde çok fazla gençlik potansiyeli vardı; ama dindar halka hiçbir şey veremediler. Beş vakit namaz kılan anasını-babasını türbe ziyaretinde bulundu diye yahut “hatme”ye katılıyor diye tekfir ediyorlardı. Müşrik olarak görüyorlardı. Dolayısıyla “ideolojik Selefîlik”ten etkilenme, İslâmî yapıları halktan kopardı. 1990’lı yıllarda gelindiğinde de ideolojik Selefilik erimeye başladı. Küçük küçük parçalara bölündüler. Yani 1990’dan sonra gençlik de elde edemediler. Sürekli küçüldü ve eridiler. Zaten 1990’lı yıllarda Soğuk Savaş bitince eski radikal İslâmcılar liberalliğe doğru savrulmaya başladılar.
“İslâmcıların kimisi milliyetçilik yönüne, kimisi de İrancılığa ve Selefiliğe kaydı ve ana omurgaya ulaşamadı” dediniz. Burada bir genelleme var. İBDA hareketi bu bahsettiklerinizden farklı yaklaşıyordu meseleye. Bu yaklaşımından dolayı ötekileştirildi. Ayrıca yine bu yaklaşımından dolayı devlet tarafından baskıya maruz bırakıldı.
Zaten İBDA hareketi bunun tamamen dışında tutuyorum. O dönemde İran devriminin etkisine fazla kapıldı İBDA hareketi dışındaki İslâmcılar. Yani devrimi desteklemenin ötesine gidildi.
İBDA hareketi o zamandan devrimin evrileceği yönü görmüş ve buna karşı çıkmıştı. Bugün gelinen noktada İBDA’nın doğruluğu da anlaşılıyor.
Evet, İBDA bu grupların dışında hareket ediyordu. İBDA’yı, 1980’lerin bahsettiğim radikal İslâmcı hareketleri içerisinde değerlendirmiyorum.
O gün İBDA’nın ortaya koyduğu tavrın doğruluğu görülüyor. Bugün de gördüğümüz gibi İslâmcılar, ne Kürt meselesinde, ne de başka bir meselede ortaya doğru düzgün bir fikir koyup, argümanlar üretemiyor. Bugün Kürt meselesinde de, diğer bir çok meselede de, İBDA, Ehl-i Sünnet vel Cemaat akidesi çerçevesinde bir anlayış getirirken, neden Müslümanlar bu tarafa esmiyor hiçbir şekilde?
İBDA’nın Ehl-i Sünnet vel Cemaat çizgisi üzerinde kendini ortaya koyması çok önemli ve insanların ne yönde bakması gerektiği hususunda ufuk açıcıdır. Mesele o bölgedeki Ehl-i Sünnet damarını muhafaza etmek... Müslümanların bahsettiğiniz yöne esmemesinin sebebi ise, 80-90’lardaki dinamizmin zayıflamış olması. Ayrıca Müslümanlar maalesef bölük pörçük hale gelip marjinalleştiler, örgütlenme kabiliyetlerini kaybettiler. Dediğim gibi Soğuk Savaş bitince liberalliğe doğru savrulmaya başladılar.
Bu savrulma sonucu meydan PKK’ya kaldı. PKK silahlı bir örgüt ve her ne kadar dine şiddetle karşı olsa da Kürt damarından besleniyorlar.
Kavmiyetçilik yapıyor ve Marksist-Leninist çizgide...
İnsanlara İslâmî damardan yaklaşabilecek bir yapının Kürdistan’da olmamasından dolayı, Kürtlük damarından yaklaşan yapı teveccüh görüyor. Selefi gruplar bunu başaramadı, çünkü kendi dindar ailesiyle bile kavga etti.
Yani din duygusu pörsüdükçe, kavmiyetçilik daha baskın gelmeye başladı.
Tabiî ki... Dini tarikatlar, dergâhlar, medreseler tasfiye edildiği, Müslümanlar baskı altına alındığı için bu durum ortaya çıktı. Anadolu’yu Mevlana Halid hazretlerinden ve Bediüzzaman Said Nursî’den gelen gelenek besliyordu ve o zamanlar medrese ile tekke bir aradaydı. Nakşilik medreseyi de barındırdığı için ulemalar da Kürdistan’dan geliyordu. Bir taraftan 1980’lerde bölgedeki İslâmî grupların hataları ve Selefîliğe kaymaları, diğer yandan da devletin baskıları bu yapıların çökmesine sebep oldu. Devletin bu tavrı bölgede PKK’yı tek ve rakipsiz bıraktı.
PKK’nın benimsemiş olduğu ideoloji ve Kürtlerin Kürtçülük yapması, kendilerini baskı altında tutan Kemalist ideolojiyi tersinden desteklemiyor mu?
PKK ideolojisi, Kemalist ideolojinin aynadaki yansımasıdır. Kendi eliyle yapamadığı sekülerleştirmeyi, dinden uzaklaştırmayı devlet PKK eliyle yaptı.
Bu durumda kavmiyetçiliğe kayan İslâmcı-muhafazakâr kesim de Kemalist ideolojinin değirmenine su taşımış oldu.
Evet. Mesela 1990’larda Hizbullah’ın uygulamış olduğu hareketlerde de bunu görmüştük. Netice olarak bu da Kemalist ideolojinin değirmenine su taşıdı. O zamanlar yapılan eylemler ciddi bir problemdi. Gerçi şu an öyle bir eylem içerisinde değiller, bahsettiğim yıllar 2000’den önceye dayanıyor. İran devriminin getirmiş olduğu şiddete dayalı yapı... İran devrimini biz de destekledik; ama bu iş mezhebî boyuta ve Şiiliği yaymaya gelince işler değişti. Dolayısıyla bölgedeki Müslümanların bir kısmı Şiiliğe diğer kısmı da Vahabiliğe kaymış oldu. Ana omurgası Şafiîlik ve Nakşîbendilik olan bölgede, İslâmcı kesime sirayet eden Şiilik ve Vehhabilik tesiriyle halk uyuşamadı. İmam-i Gazali’nin Nizamiye Medreseleri geleneğinden beslenen bir bölgeden bahsediyoruz netice olarak. Bu bakımdan ana omurgası Ehl-i Sünnet’ti. Omurga ile sözde kitabevleri çevrelerindeki İslâmi gruplar kavga ettiler. Bölgenin realitesini şirk ve cahiliye parantezinde yok etmeye çalıştılar. Seyyid Kutub’un yahut Mevdudi’nin eserlerini okuyup kendi zihinlerinde fanteziye dönüştürdüler ve zihniyetleri doğrultusunda adeta istismar ettiler. Halkı kendilerine küstürdüler, ortaya dinamizm ve aksiyon koyamadılar. Böylelikle PKK karşısında eridiler. Bir de oradaki insanlar buna rağmen direndi. 1980’li yıllarda radikal İslâmcı denilen Selefi gruplardan ana dindar kitleler yeniden Refah Partisine yöneldi. 1987’de Refah Partisi ciddi bir oy aldı, %7’nin %5i’ini oradan aldı neredeyse. Tekrar oraya yöneldiler, çünkü 1970’li yıllarda PKK tabanının bile idol olarak kabul ettiği şahsiyetler ya da ailelerin mensupları Refah Partisindeydi. Önce Millî Selamet Partisi’nde yer almıştı. Şeyh Said’in oğlu Şeyh Selahaddin miting miting Erbakan ile beraber dolaşıyordu. Yani ona benzer birçok ailenin mensupları burada yer alıyordu. Bu 1980’li yıllarda da böyleydi. 1990-1991’lere geldiğinde Refah Partisi’nin bölgedeki oy oranı %85’lerdeydi. Nedeni de bir tarafta PKK diğer tarafta devletin olmasıydı. Çekiç ile örs arasında kalan dindar kitleler sığınacak liman olarak orayı gördüler ve sığındılar. Fakat 1991’de Milli Görüş, MÇP ile ittifak yaparak bahsettiğimiz limanları adeta kapattılar. Böylece dindar Kürt halkının gidecek yeri kalmadı. Zaten MÇP’ye de Kürt düşmanı olarak bakılıyor. Dolayısıyla bu ittifak Refah Partisi’nin o bölgedeki hâkimiyetini kırdı. Daha sonraki süreçte ise, örnek veriyorum; 2005 yılında Tayyip Erdoğan Diyarbakır’a gitti ve Kürt sorunu hakkında konuşarak sempati ve teveccüh kazanmış oldu. 2007 seçimlerine de yansıdı. Şimdiki HDP DEP’ti ve Ak Parti iki katı fazla oy almıştı. Tayyip Erdoğan “sizde 20 milletvekili var bende ise 75 Kürt milletvekilim var” diye nispet yapmıştı. Yani Kürt meselesinin anahtarı elindeydi; ama nedense 1991’deki ittifak gibi bir hâdise oldu. 2008-2009 seçimlerinden önce Ak Parti’nin duruşu değişmeye başladı, hatta “ya sev ya terk et” tarzındaki söylemleri ortaya çıktı. Bu söylemler sonucunda 2008-2009 seçimlerine de olumsuz şekilde yansıdı. Ve sanki oradan beri Ak Parti bölgede anahtar teslim ediyor.
Türkler ile Kürtler arasındaki ayrılık derinleşiyor, bu bağın kopmasının sebebi iki tarafın da İslâm’dan uzaklaşması… Hâlihazırdaki duruma baktığımızda Müslümanların onyıllarca baskı altında tutulduktan sonra bugün iktidarda Müslümanların hâkim göründüğü bir parti olması sebebiyle rahatladığı ve İslâmî argümanların daha çok kullanıldığı bir sosyolojik dönüşüm yaşıyoruz. Bu dönüşüm sizce netice olarak Kürdün ve Türkün meselesinin ne olması gerektiği hususunda milletimize tesir eder mi?
Bu tür şeyleri seslendirebilecek dinî grup ve cemaatlerin çoğu çürümüş vaziyette. Ne medreselerimiz, ne de dini kurumlarımız var. Mesela Mısır’da siyaset yasak, dini faaliyetler ve kurumlar serbestti. Orada bizzat devlet dini kurumları koruyup geliştiriyor. Buradaki gibi kısıtlama yok; ama Mısır’da işini içine siyaset girdi mi, çok acımasızlaşıyorlar. Türkiye’de ise siyaset serbest, din yasaktı. Cumhuriyet 1950’den sonra siyaseti serbest bıraktı, dini yasakladı. Aslında baştan beri dinî kısıtlama söz konusu. Dinî kurumlar devlet eliyle tasfiye edildi. Toplumun dindar yaşamına devlet müdahale etti. Mesela Mısır’da ya da Suriye’de dindarlığa bu kadar müdahale edilmedi. Mısır’da namaz kılmanın oranı %80-%85 civarında. Ha, bu şuursuz olur, itikadî problemler olabilir o başka mesele. Türkiye’ye baktığımızda camiler boş, çok fazla laik var vesaire. Mısır’da kendini laik diye nitelendiren %1’lik bir kısım ancak var.  Türkiye’de dinî yapılar çökertildiği için dinî faaliyetleri yapabilecek bir zemin yok. Zaten Ak Parti de dinî hareketten ziyade siyasî bir hareket. Yani yasak olan alanda değil de serbest olan alanda ilerledi. Bu alanda ilerlerken dinî faaliyet müesseseleri oluşturamadı. Cemaatler de içine kapalı gettolar hâlindeydi. Kendi içine kapalı gruplar halk sekülerleştikçe daha da zayıfladı ve marjinalleştiler. İktidarın da elinde dinî faaliyetleri yapabilecek kurumlar ve araçlar yok. İmam Hatipler de bu noktada bizlere bir şey veremez; çünkü geleneklerden gelen güçlü bir kurum değil. İmam Hatipler, medreselerin Tevhid-i Tedrisat ve devrim kanunları çerçevesinde yasaklanması sebebiyle “teyemmüm” mesabesinde ortaya çıkan kurumlardır. Dolayısıyla ana damarı besleyecek bir dinamizm oluşturamadık. Kürt meselesinde de Kürtlerin kendi dinî kurumları vardı; ama cemaatler buna sahip çıkamadı. Bölgede 60-70 tane medrese vardı ve son on yılda bu sayı arttı; fakat hâlâ imam hatipler üzerinden gidiliyor ve bu medreseler görmezden geliniyor. İslâmî gruplar modernleştiği için modern eğitim kurumlarını merkeze alıyorlar. Dinî eğitimi kenarda görüyorlar, dini cemaatler bile böyle yapıyor. Çok ciddi sorunlarımız var bizim, dolayısıyla Kürt meselesini de bunlardan bağımsız olarak değerlendiremiyoruz. Çok örgütlü yapı olduğu için kitleler yığın. “Hz. Peygamber (S.a.v) saygı mitinglerinde yüz binler toplanıyor,  niye buna rağmen PKK var?” diyorlar. O yüz binler, tek tek birey, örgütsüz, organize olmayan insanlar; ama karşılarında organize bir silahlı örgüt var. Oraya gelenlerin birbiriyle hiçbir bağlantısı yok, güç oluşturabilecek bir örgüt yapısı yok. Çünkü tüm örgütlü yapılar devlet tarafından tasfiye edildi.
Şu anki Kürt hareketi kime hizmet ediyor?
PKK emperyalizme ve uluslararası Siyonizm’e hizmet ediyor.
Biliyoruz ki, Kürt meselesi ancak İslâm ile çözülür.
Çözülür elbette; ama bunun somut argümanları yok. İslâm derken “Kürt adını, Kürt kimliğini unut” deniyor. Böyle bir şey İslâm tarihinde yok, yanlış bir şey bu. Mesela İslâm tarihinde Kürtlük kitaplarda yazıyor. Bir şekilde zikredilir veya Kürdî diye lakap olarak kullanılır. Bu ideolojik hale getirilmez, bir karşıtlık üzerine kurulmaz; ama bir çeşitlilik olarak kendine yer bulur. Bu kez Kürtler “sen beni asimile mi etmek istiyorsun?” diyor. Marksist ideolojinin Kürtlere yaptığı “İslâmiyet sizi Arab’a, Türk’e, Fars’a köle etti, seni dört devletin sömürgesi haline getirdi” propagandası karşısında bizim ortaya koyacağımız argüman ne? Burada tarih bilmek, onu bilmek, şunu bilmek belli şeyleri ortaya koyabilmek lazım… Örgüt halkı sokağa dökmek istiyor; ama halk sokağa dökülmüyor dikkat ederseniz. Hem de şu askerî harekâta ve bombalamalara rağmen. Çünkü halk “neden bozdun ateşkesi?” diyor.  Halkta bu sağduyu var. Bir taraftan PKK eylemleri keskinleşirken, sosyal medya üzerinden dindar tabanda faşizan duygular gelişiyor. Sosyal medyada görüyoruz. MHP’liyi anlarsın; fakat Ak Parti tabanında da bu oluyor. Bu aslında çok tehlikeli bir şey… PKK bir şeyleri tırmandırıyor, onu da başarıyor, bir iç savaş istiyor. Nihayetinde Batılı devletlerin yardımı ile istediğine ulaşmak...
Böyle bakınca Türkiye’de Kürdün de Türkün de meselesinin bir olduğunu anlıyoruz.
Evet, bu meselenin çok ciddi bir şekilde anlatılması lazım… Kürtlerin bu meselede tatmin edilmesi gerekiyor. Anayasa değişikliği yapılmayı… Bu değişiklik Müslümanlık ve Kürtlüğü karşısına almayacak bir Anayasa.
Zaten Müslümanlığı tepeye koyduktan sonra barışık olmama ihtimali var mı?
Tabii ki yok. Bunu somut olarak gerçekleştirmek lazım. Aslında belirli adımlar atılıyordu, faili meçhuller olmuyordu, 24 saat Kürtçe televizyon yayını benzeri başka adımlar falan atıldı; fakat iktidar bazen bu adımlarını ne anlatabildi, ne de koruyabildi. İktidar MHP’nin tabanını hoşnut etmek adına yaptığı tutumlarla attığı adımları koruyamadı. Mesela 2010 yılında yaptığı referandumda Orta Anadolu halkı “evet” diyerek MHP’ye cevabını vermişti.
Öyle diyorsunuz ama, son seçimlerde hem MHP’ye, hem de HDP’ye gitti Ak Parti’nin oyları buna ne demek lâzım?
İki tarafı da memnun edemedi, söylemler yanlıştı. Bir de bölgede alan hakimiyeti, çözüm süreci diyerek PKK’ya bırakıldı bölge.
2011’de %49 oy alıyor AKP, 2015’te ise %41’e geriliyor. Bunun %4’ü HDP’ye diğer %4’ü de MHP’ye gitmiş.  2008’den sonra daha Türkçü söylemler kullandıysa, Ak Parti’nin oyları neden MHP’ye gitmiş olabilir?
MHP’ye gitmesinin nedeni sadece çözüm süreci değil. Anayasa değiştirilmedi ve Suriye olayı. Suriye meselesi gözden kaçıyor. Suriye ne niyette olursa olsun, Esed ne kadar katil olursa olsun, stratejik olarak hata yapıldı. İlkesel olarak hata yapılmamış olabilir; ama mesele o değil. Sonuçta ne oldu, Suriye bataklık haline geldi bizim için. Mesele Suriye Kürt meselesinde de belirleyici oldu, Rojava olayı, Kobani olayı vb olaylar ile... Dolayısıyla Suriye olayı olmasaydı, çözüm süreci böyle cereyan etmezdi. Yani o alan PKK’ya bırakılmazdı, tamam silahlar sustu, cenazeler gelmiyor; ama PKK istediğini yaptı, şehir örgütlenmesini tamamladı, silahlıları eğitip tekrar şehrin içine soktu. Bölgede paralel devlet kurdu adeta. Alan hakimiyetini sağladı ve baskısını da kurdu. Diğer taraftan da iktidar kötü bir aday profiliyle çıktı. Bir-iki kişi hariç Kürt seçmenlerde hiçbir karşılığı olmayan insanlarla çıktılar. Bölgede de hiçbir teşkilatlanmanız yok. O zaman da sonuç bu olur.
Müslümanların baskıdan kurtulduktan sonra, iktidarda da İslâmcı bir partinin olması neticesiyle rahatlayıp, dünyevîleşmesine nasıl bakıyorsunuz?
Söz konusu dünyevîleşme gençlik bazında çok sirayet ediyor. Mesela bunu Ak Parti bazında düşünecek olursak partinin gençlik teşkilatları çok zayıf. Bir de yakın olan gençlerin idealizmi büyük oranda törpülenmiş durumda. İdealist olan gençlere de baktığınız vakit ya PKK’ya gidiyor ya MHP’ye ya da IŞİD benzeri hareketlere gidiyor. Geri kalanı ise kafelerde nargile içiyor. Gençliğin kendisine aşırı özgüveni ve bireyselleşmesi var; ama kendisine bir güvenlik çemberi oluşturup koruyan bir gençlik…
Eklemek istediğiniz başka bir şey var mı?
Hayır, teşekkür ederim.
Biz teşekkür ederiz.
Baran Dergisi 447. Sayı