Geçen sene Star Gazetesi tarafından başlatılan Necip Fazıl Ödüllerinin ikincisi geçen hafta yapıldı. Birincisi yapılırken memleketin içindeki karışıklıklara tesadüf etmiş ve o hengâme içerisinde şaşaalı (görkemli, parıltılı)  geçmişti; Necip Fazıl’ın olduğu yerde tabiî olarak zaten bir görkem ve hâliyle bir parıltı vardır ayrı mesele… İşte o parıltı etrafında halkalanan “bizim mahalle” şu mâlum “Les Autres-Diğerleri”nin sesini bastırdı, darbe heyecanlarını kursaklarına kilitleyiverdi. O günlerden bu güne iki seçim, on altı Fetullah Gülen tutuklaması, yirmi bir “Öz Yönetim” ilanı gördük; futbol Milli Takımı’nın Fransa 2016’ya gidiyor olmasının ardından Rusya ile biraz sürtüşsek de rahatlamış görünüyordu memleketimiz, TV’lerden belli… Geçen sene yaşadığımız hengâme yerini “emekliye 100 TL. zam olacak!” gündemine bıraktığından bu seferki Necip Fazıl Ödül Töreni biraz vasat geçti diyebiliriz…
 
  Yine de, bu ödül törenine uzanamadığı ciğere “mundar” diyen kedi edasıyla yaklaşmadığımı söylemeliyim; insanlar kendi yapamadıkları hususlar için başkalarını suçlamakta pek mahir oluyorlar. Dolduramadığı boşluğu bir başkası doldurdu diye tepinenlere bir göz attığımızda gördüğümüz figürler, umumiyetle kaybedenler kulübü dedikodu locasının müdavimleri… Bütün dertleri ödülün niçin sevdikleri adama gitmediği… Bunlar öyle bir güruhtur ki, Çinlilere mahsus bir ihtisasla sevdikleri adamın her bir parçasını cımbızla çektikleri gibi, etrafında yine Çinlilere mahsus bir ihtisasla “sed”ler kurarlar. Köprü olması gerekenin “engelci” olması esasında kendinin başına gelebilecek en büyük “engel”dir; fakat “engelci” psikolocyası “ya benimsin ya toprağın” yollu (arebesk) bir kültür zemininine nisbet ederek hayata bakmasından ötürü her meseleyi kendi seviyesine indirip o dünyanın düşük şartları içerisinde onunla mücadele etmeyi, bunu da bir maharet bellemeyi (ideal) addeder. Bu sebepten ötürü bahis mevzu ödül töreni üzerinden “Mirzabeyoğlu güzellemeleri” yapmak, (psikolojik) açıdan değerlendirirsek bir nevi şuur tahrifatı emaresidir…
 
Bir kere bu töreni düzenleyenlerin “Fransız Kültür Akademisi” olmadığını, bahusus Fransa’da dahî kastettiğimiz anlamda böyle bir yapının bulunmadığını, bunun, bir gazetenin “belirlediği” (jüri)nin “belirlediği” kimselere verildiğini anlamak lazım! Necip Fazıl Ödülleri’ne dâir bakış açımız belli olduğuna göre, kuru kuru düşmanlık yahut dostluk gösterilerine girmemeye çalışarak mevzubahis “tören” etrafındaki bazı tenkidlerimi paylaşmak isterim.
 
Ödül alanlar içerisinde olan ve dik duruşu ile dost-düşman herkes tarafından hakikatli birisi olduğu kabul edilen Sibel Eraslan’ı tanıyoruz; bunun yanında Goethe’nin Doğu-Batı Divanı’nı Türkçeye tercüme eden Senâil Özkan’ı da bu vesileyle tanıma fırsatı bulduk. Goethe’nin bu eserinin Türkçe’de tam bir tercümesi olmadığını, bu açıdan Senâil Özkan’ın da bu alandaki mühim bir boşluğu doldurmuş olduğunu Necip Fazıl Ödülleri sayesinde öğrendik…
Şöyle dışarıdan bir gözle baktığınızda, bir gazetenin belirlediği (jüri)nin belirleyeceği şahıslar hususunda kafalarının onları ters yönden tenkid edenler gibi biraz karışık olduğunu hemen anlayabiliyorsunuz. Şöyle ki, geçen sene (jüri)de olup ödül vereni bu sene çıkarmışlar ve geçen sene (jüri)de olmayıp ödül alan da bu sene (jüri) adına ödülü geçen senenin (jüri)sinden çıkanına vermiş. Bu durum biraz da Charles S. Pierce’ün (pragmatik) Doğruluk Teorisini andırıyor; yani bu hesaba göre, geçen senenin ödül alanından ödülünü alan eski (jüri), önümüzdeki sene (jüri) olacak ve geçtiğimiz iki senenin ödül alanlarından birisi bu senenin (jüri)sinden birisine öteki sene ödül verecek. “Alan razı veren razı!” diyorlar ya halk arasında, biraz onun gibi bir şey; bana Galatasaray’ın 2000’li yıllardaki oyun düzenini hatırlattı bu durum. Galatasaray’ın her maçında Arif 60. dakikadan sonra çıkar ve oyuna Hasan Şaş girerdi. Kimse bu duruma şaşırmaz, Fatih Terim Hasan Şaş’a ısınma işaretini verdiğinde herkes Arif’in oyundan çıkacağını bilirdi; alakalananlar varsa şimdiden söyleyelim, “Necip Fazıl Saygı Ödül”nün bir sonraki sene kime gideceğini de, sahnede kimin sırıttığına ve Pierce’in “pragmatik” teorisine bakarak anlayabilirsiniz. Bunları anlamak için tahsil hayatınızın pek uzun olmasına gerek yok. Herhangi birisi bile baksa hükmü yapıştırır: “Hanım koş Coca-Cola’nın ‘Türka’sını yapmışlar!”
 
 “Necip Fazıl Saygı Ödülü”nün Üstad Necip Fazıl’ın “hıyanet vesikası” diye isimlendirdiği ve tarihe (not) olarak bir kenara ayırdığı evraktaki bir isme verilmesi memleketimiz kültür-sanat (ekol)ünün bugünkü hükümet tarafından kimlere peşkeş çekildiğini de gösterdi.
 
Ödül konuşması için sahneye gelip Cumhurbaşkanı’na saçları (jöle)li ergenlerin (manita)larına laf atması gibi “yürüyüşüne hastayım” diyen ödül sahibinin, Yunus Emre’den aldığı ilhamla bu dili gergef gibi işleyen ve bugün “Türkçe” diye bir dil varsa “onun eseri” diyebilceğimiz nadir fikir adamlarından birisi olan Necip Fazıl’ın ismi altında yaptığı on dakikalık konuşmasındaki şu “ağız”a ne buyrulur:
 
“Uygarlık değerlerine sahip çıkma bilinci… Kuşak ardılı… Düşünsel çaba… Çarpılmaya uğramış bireylerini serimlemek…” Sel ve Sal ekleriyle dolu bir “düşünsel çaba” (performansı); sanki adama Tema Vakfı (sponsor) olmuş onu anlatmaya çalışıyor. “Çarpılmaya uğramış bireylerini serimlemek” ile “susamış davarlarını sulamaya götürmek” arasındaki ahengi fark ettiniz mi bilemem?
 
1980 yılında kendisine “Sultan-üş Şuara” ödülü verildiğinde hazır bulunanlara hitabında bakın Üstad Necip Fazıl ne diyor: “Kafamızdaki renk renk nisbet ve mânâ tonlarının ne türlü törpülendiğini ve silindiğini ve her şeyin nasıl bir gaga şangırtısına terk edildiğini lütfen görünüz!” 
 
Baran Dergisi 468. Sayı