Türkiye tarihî bir virajın eşiğine gelmiş bulunuyor ve bu eşikten geçmesi için hem içeride ve hem de dışarıda mutlaka ama mutlaka çözüme kavuşturması gereken birbirine sımsıkı bağlı meseleler var. Bunlardan birincisi, gündeme de artık gelmeye başladığı üzere anayasa ve liderlik meselesi. İkincisiyse yenilenecek anayasa ve liderlik sistemine göre yeniden tasarlanması ve geç kalınmışlığı da telâfi edecek şekilde süratle yürürlüğe konması gereken dış politika.
Anayasa
Anayasa bahsinden başlayacak olursak; anlaşılacağı üzere yeni bir devlet modeli, rejim ve liderlik tartışması söz konusu. Bundan doksan küsur sene evvel devleti, millete ait/milletin ait olduğu bir müessese olmaktan çıkartmak, iktidarı ise “milletin hâkimiyeti” adı altında el kaldırarak dışarıdan gelen direktifleri yerine getirmek ve bir kesim elitin menfaatini gözetmek maksadıyla kurulmuş –sözde- parlamenter sistem, istenmeyen seçilmişleri zapturapt altına almaya matuftu. Memleketin idaresini gizli işgalciler açısından en kolay yönetilebilir halde tutmayı gaye edindiğinden, ülkemizin hayrına olup olmamasının bir ehemmiyeti bulunmamaktaydı. Ülkemizde tek adam idaresinin lehlerine olduğunu düşünseler, başkanlık rejimini de getirirlerdi; buna hiçbir şüphemiz yok. Ama artık nüfusu 80 milyona dayanmış, ellerinden geleni artlarına koymasalar da kurutulmak istenen ruh kökleri yeşermiş ve bir de çevresiyle beraber tarihî misyonunu üstlenmek zorunluluğuyla baş başa kalmış Türkiye, mevcut parlamenter sistemin her türlü bağımsızlık çıkışını tedip için sopa gibi kullanılmasına ve zafiyet noktalarının sonuna kadar suiistimal edilmesine tahammülü kalmamıştır. Dolayısıyla artık milletin kendisine ait olduğuna inanacağı ve kendisini de ona ait göreceği bir rejime geçilmesi kaçınılmazdır. Böylesi bir değişimin sancılı olacağı, yüz yıldır bozulmuş ahengin yeniden sağlanmasının bir anda gerçekleşmeyeceği muhakkak... Esas olan, bunca senedir kemikleşmesi ve bir daha da değiştirilememesi için İstiklâl Mahkemeleriyle başlayıp Devlet Güvenlik Mahkemelerine kadar uzanan yargının rejim bekçiliğinin sona erdirilmesidir. Şimdi mademki siyasetin gündemi anayasa, rejim ve yönetim şeklinin değişimidir, öyleyse her kesim, ellerinde böyle bir taslakları var ise kendi dünya görüşlerine nisbetle fert ile toplum arasındaki meselelere çözüm getiren devlet modellerini ortaya koymalarının tam vaktidir. Yargı açısından da siyasî ve içtimâî gündemin zaten bizzat kendisi bu değişim olduğundan, fikir planında rejim bekçiliği yapma vazifesi ortadan kalkmıştır.
Devlet şekilleri bahsine girildiğinde ilk ölçü ahalinin özelliğine göre belirlenir. Mütecanis ve gayr-ı mütecanis devletler vardır. Mütecanis, yani ortak bir paydada buluşabilen... Bir kere Türkiye’deki rejimin kalbi niteliğinde benimsenmiş olan “lâiklik”, mütecanis olan bir Anadolu’da, gayr-ı mütecanis bir devletin teşekkül ettirilmesine vesile olmuş ve devletin bizzat kendisiyle beraber bütün alt müesseseleri ile millet arasındaki ayrılmaz bütünlüğü derinden sarsmıştır. Bir kere devlet ile millet arasında kara bir duvar gibi yükselen bu set yıkılmak zorundadır ki, milletimiz devletine baktığında “benim devletim” diyebilsin, “benim devletim” ahlâkı şekillenebilsin. En temelde yer alan bu mesele çözüme kavuşturulmadan gerçekleşecek değişimler ilk zamanlarda her ne kadar hoşnut edici olsa da, özü kurutulmamış olan çıbanın yeniden baş verme riski, ahalinin tam mânâsıyla devletine güvenmesine her daim engel teşkil edecektir. Devlet ile millet arasındaki ahenk sanki biraz mayonez işine de benzer ve zannedilenin aksine pek çoklarının bilmediği bir kıvam formülü vardır. Son derece nazik bu formül, muazzam bir hassasiyetle tatbik edilmezse, neticede elde edilen mayonez değil rezalet olur.
Liderlik
Devletler ve bilhassa şirketlerde meydana gelen büyüme, her ne kadar müesseseleşme yani uydurukçasıyla kurumsallaşma bahsinin ehemmiyetini arttırmış olsa da, birçok devlet ve şirket bu işe odaklanırken liderliğin ne denli önemli olduğunu göz ardı etti. Bunun neticesinde de kendi kendisini tekrar eden, bu tekrardan dolayı da bir süre sonra donma ve alışkanlıklara gark olunması neticesinde beşerî meselelerin bile endüstriyelleşmesinin önü açıldı. Bilhassa Batı âleminde, kendisi esasında birer vasıta olan ve hizmet ettiği istikâmete göre değer kazanan yahut kaybeden müesseseler gaye hâline dönüştü. Esasında bugün Batı’nın içinde bulunduğu açmazın yahut çıkmazın ardında yatan en önemli meselelerden biri de budur. Kurmuş oldukları müesseseler her ne kadar bir saat gibi tıkır tıkır işliyor olsa da, daha ötesine geçmek, ileri bir ideal ortaya koymak ve o istikâmete göre yeniden teşkilatlanabilmek gibi tüm esnekliklerini yitirmiş vaziyettedirler.
Türkiye’de kurulan parlamenter sistem ve kuvvetler ayrılığı da aynı bu amaca hizmet etmek üzere, yani tıkamak ve ayak bağı olmak üzere senelerce vazifesini ifâ etmiştir. Oysaki yukarıda da ifade ettiğimiz üzere, birbuçuk asırdır gayr-ı resmi ve son doksan küsur senedir resmen ve bilfiil içine tıkılmak istendiğimiz gömlek artık bu millete açıkça dar gelmektedir. Dolayısıyla böylesi bir değişimin kendisinin gerçekleşmesi için bile bunu düşünecek yahut düşünenlerin fikirlerine kıymet verip tatbik etmeyi hayal edecek ve bunun için organize olup organize edecek bir lidere ihtiyaç vardır. Bu arada liderlik denen şey, 30 sene devletle savaşıp, barış masası kurulduğunda “eşcinsellerin hakları” diyebilen çok başlı eş başkanlıklar demek de değildir. Devlet reisinin bir kişi olması, ister aristokrasi, ister meşrutiyet isterse en olmazından bir cumhuriyet olsun, kaçınılmaz ve son derece tabiî bir zarurettir. Bugünkü sistemde devlet bir arabaya benzetilecek olsa, hem birkaç direksiyondan ve hem de gaz, fren ve debriyaj pedallarıyla beraber rot başlarına kadar ayrı ayrı kişiler tarafından kontrol edilerek sürülmeye çalışılan bir arabadan bahsedebiliriz. Hâlbuki herkes bilir veya umarız ki biliyordur ki, bir otomobil tek kişi tarafından kullanılabilir.
Dış Politika
Türkiye’nin anayasa değişimiyle beraber devlet ile millet arasındaki güreşi nihayete erdirip, tek vücut hâlinde ve bir tek baş ile dışarıya dönüp güreşe girişmesi, artık şartların dayattığı kaçınılmaz bir zarurettir. Senelerdir Anadolu başta olmak üzere bütün bir İslâm âleminde istediği gibi at koşturan, en hayasız şekilde Müslüman milletimizin itikadına dahi musallat hainler devşiren, kanımızı akıtan, ırzımıza göz diken, paramızı pulumuzu çalan, bizi birbirimize kırdırmaya kalkan ve tüm bunları yaparken de, bütün bir dünyayı yangın yerine çevirmekten, bütün insanlığı kazığa oturtmaktan çekinmeyecek kadar alçalmış Neron ve Vlad’ın kan emici torunlarından önce kurtulmanın ve ardından da kurtarmanın derdiyle dertlenmek gerektir. Kurdukları dünya kamu düzeni ile adalet ve hukuk başlıkları altında senelerdir az evvel saydığımız cürümlerini aklamaktan başka bir işe yaramayan dünya düzeni iflâs etmiştir ve insanlık senelerdir hasretini duyduğu adaleti tesis edecek fikir ve aksiyon kahramanlarının yollarını gözlemektedir. Birçokları bunun aksini iddia etseler de, dünyanın bütün milletlerinin istikbâl kaygısından dolayı envaî çeşit sapkınlığa saptığı devrimizde, ancak kendilerini kandırırlar. Birçokları da mevcut olanın yerine bir yenisini teklif edecek çap ve liyakatte olmadığı, mevcut olanı istismar etmek suretiyle de nemalandığı için değişim karşısında statükocu, karamsar bir tavır takınmak suretiyle senelerdir milletimizi dizginlemeye kalkmışlardır ki, şu saatten sonra böylesi yollara tevessül edenlerin ve edeceklerin de hesab vereceklerinin şuurunda olmaları elzemdir. Yargı müessesesi rejim bekçiliği yapmak yerine, bundan sonrasında yetkilerini, milletimizin ufkunu daraltan, hayallerini kendi karanlık zihinlerinde boğmaya kalkan ve dediğimiz gibi berbat ötesi şartları bile sırf kendisi nemalandığı için müsbet her değişimin önüne dikilen statükoculara karşı işletilmelidir.
Yine iç meselelere daldık gittik; fakat iç meseleler hâl ve fasl edilmeden dış politikadan bahsedilmeyeceği de muhakkak.
***
Hâsılı kelâm, biz dün de kimi zamanlar dünyanın ne kadar da büyük olduğunu düşünür, birçok yerleri varılmaz görürdük; oysaki ceddimiz dünyayı bize bu kadar büyük gösterenin bizim küçüklüğümüz olduğunu, bir ömür olduğunu gördüler. Dünyayı küçültmenin yolunun ise bir mefkûre etrafında devlet ile cemiyet arasında tesis edilecek birlik olduğu anlaşıldı ve bu anlayış ile tesis edilen Ebed Müddet devlet ile İslâm âlemine sancaktarlık edip, Kelime-i Tevhid’i yedi iklimde dalgalandırmasını bildi.
Peki, bugün dünya daha mı büyük? Müesseselerin vasıta olmaktan çıkıp gaye hâline gelmesinin sakıncalarından bahsetmiştik hatırlarsanız. Oysa, müesseseler vasıta olarak kalıp asıl gaye yitirilmediği takdirde, işte o zaman, Ebed Müddet senfonyamız bu sefer devrinin enstrümanlarını da bünyeleştirmiş şekilde yeniden kaldığı yerden çalmaya devam edecek ve dünya, fikir ve aksiyon kahramanı bu müzisyenlerin avuçlarına kendisini yeniden bırakıverecek. Dünya menfaatperest beşten muhakkak ki büyüktür, bu doğru; fakat aynı dünya, ulvî bir idealden küçüktür ve dünya bizim idealimiz önünde küçücük olmaya dünden hazırken, biz küçülecek dünyayı avuçlarımızın arasına almaya hazır mıyız? Asıl mesele belki de artık bu istikâmete kıvrılmakta.
Bu şuurda bir gençliği yetiştirecek yetiştiricileri yetiştirme davasının ne denli elzem olduğunu uzun uzun anlatmaya lüzum yoktur herhâlde...

Baran Dergisi 487. Sayı