Avrupa ve Amerika, yaşadıkları “fildişi kule”nin emniyetinde, “nasılsa bize sıçramaz” inancıyla onlarca senedir tüm dünyayı, ama bilhassa İslâm âlemini zihnî, ruhî ve maddî bakımdan kundaklamakla yahut nasıl kundaklayabileceklerini planlamakla meşgul oldular. Afganistan, Eritre, Bangladeş, Sudan, Somali, Irak, Suriye, Mısır, Libya, Cezayir, Tunus, Nijerya, Yemen ve son yıllarda bizzat şahit olduğumuz üzere Türkiye içindekilerle beraber kundaklanıp yakılmaya çalışılan ülkelerden.
Resmî olarak Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin yıkılmasından sonra, iyiden iyiye gemi azıya alan Batı, geç kalmış olsa da, son birkaç aydır dişlediğinin zincir olduğuna uyanmakta.  Ne var ki, geç kaldı.
***
Kavimler Göçü, 350-800 yılları arasında Avrupa’ya yapılan şiddetli insan göçüdür. İlk dönem ve ikinci dönem olarak ikiye ayrılmaktadır. İkinci dönem kavimler göçü ilk dönem kavimler göçünün devamı niteliğindedir. İlk dönem kavimler göçü Roma İmparatorluğu ve Hunlar arasında yoğun sınır değişikliklerini kapsar. İlk gelen göçmenler Hunlar, Slavlar, Ön Bulgarlar, Alanlar tarafından Batı’ya doğru sürülen Gotlar, Angllar, Saksonlar, Vandallar ve Franklar gibi Cermen kabileleriydi. İkinci dönem göçleri de (Arap fetihleri, Türk, Macar, Viking göçleri ve Moğol istilaları) Kuzey Afrika, Anadolu ve Avrupa’da derin değişimlere sebep olmuştur.
Neticeleri bakımından kısaca Kavimler Göçlerini değerlendirecek olursak:
- Yıkılmaz zannedilen Roma İmparatorluğu’nun “batı” kanadı göçlere dayanamayarak yıkılmış, Doğu Roma İmparatorluğu ise İslâm orduları önünde dize gelerek teslim olmuştur.
- Roma bünyesinde birleşmiş olan Avrupa, bugün olduğu gibi çeşitli milletler hâlinde parçalanmıştır.
- Batı’nın sınıflandırmasına göre hareket edecek olursak, ilk çağ kapanmış ve Avrupa için zifiri karanlık olan “orta çağ” açılmıştır.
- Avrupa’nın demografik yapısı değişikliğe uğramıştır.
- Gelen ilk dalgalar Batı tarafından durdurulabilmiş olsa da, ardından gelen büyük dalga Türkler,  yüzyıllar boyunca Anadolu, Mezopotamya, Afrika, Kafkasya ve Avrupa’da hüküm sürmüştür.
***
Batı’nın Müslüman ülkeleri yeniden şekillendirmek ve Birinci Dünya Savaşı’nda tesis ettiği hâkimiyeti sürdürmek adına sahneye koyduğu Arab Baharı malûm. Her ne kadar konjonktür zaten böylesi bir değişime gebe olsa da, Batı müdahalesiyle malum düşük gerçekleşti. Arab ülkeleri bir bir iç savaşa sürüklendi ve neticesinde muhtemelen Batı’nın da böylesini beklemediği, hesab edemediği bir kaos ortamı meydana geldi. Kimi Arab ülkelerindeki dalgalanma şimdilik kaydıyla dinmiş gözükse de, bir kısım ülkelerde yaşanan iç savaş hız kesmeden devam ediyor.
2011 senesinde, Arab Baharı beklendiği üzere Suriye’ye de uğradı. Baştaki “Nusayrî” aileye karşı başlayan protesto gösterileri, kısa bir süre sonra rejimin katliamları ile mukabele gördü. Birçok insan zalimce katledildi. Bunlar vakıa. Peki, aslında ne oldu ve ne oluyor? Suriye, jeopolitik konumu itibariyle Mısır’dan sonra Arab ülkeleri içinde en stratejik önemdeki ülke. İran ve Rusya’nın Akdeniz’e kapısı, Türkiye, Irak ve İsrail’in de komşusu olan Suriye, bu konumu dolayısıyla, iç karışıklık çıktığından beri global güçlerin güreş minderi hâline gelmiş vaziyette.
Kendi isimleri, milletleri ve toprakları dünyanın geri kalan ülkeleri, milletleri ve topraklarından kıymetli olduğu için global güçler, aralarındaki savaşı senelerdir kendi topraklarından uzakta, onlar için en değersiz, başsız, dağınık milletlerin yaşadığı İslâm âleminde vermekteler. Böylelikle kendi canları tenleri incinmeden, aralarındaki güç dengesini kuruyor ve geri kalan ikinci ve hattâ üçüncü sınıf insan olarak gördükleri Müslümanları da hiç ama hiç umursamıyorlar/DI; ta ki Suriye’deki iç savaşla beraber Türkiye’ye gelen mülteciler, Avrupa kapılarına dayanıncaya dek.
Senelerce Müslümanları hor ve hakir gören, onlar üzerinde istediği gibi tasarruf hakkı olduğunu zanneden Batı rejimlerinin kendi vatandaşlarına sunduğu konformizm “rüşveti”, gelen göç dalgalarıyla beraber tehdit altına girmiş vaziyette.
Suriyeli, Bangladeşli, Somalili, Iraklı, Libyalı, Sudanlı, Mısırlı ve hattâ Orta Asya’dan kalkıp gelmiş olan mülteciler, Türkiye yolu üzerinden akın akın Avrupa içlerine doğru ilerliyorlar. Şimdilik binlerle ifâde edilen göç eğer ki menziline ulaşırsa, peşinden milyonların Avrupa’ya doğru yürümesinden korkuluyor.
Mekr-i İlâhî; senelerdir talan ettikleri, ırzına geçtikleri, katlettikleri, huzur vermedikleri insanlar bugün dalga dalga Avrupa’ya doğru yürümeye, Avrupa ve Avrupalı ile yüzleşmeye hazırlanıyorlar.
Geçmiş Kavimler göçlerinde görüldüğü üzere, dağda gelen bağdakini ya kovar, ya da boğar... Avrupalılar için şimdiden geçmiş (!) olsun...
“Biz bunlarla nasıl baş ederiz, bunlar bizi boğarlar” diyen korkak teyze kılıklı adamlar da, içinde bulunduğumuz zamanın nasıl hızlı bir şekilde akıp, önüne kattığı bütün dengeleri nasıl süratle süpürüp attığına şahit ve artık bir zahmet adam olsun!
***
 Gelelim Türkiye’ye... Öyle yahut böyle Suriye’de cereyan eden hadiselerden birinci derecede muztarip olan elbette ki Türkiye. Sınırında yaşanan çatışmalar, üç milyona yaklaşan mülteci, PKK ve metazori bir şekilde IŞİD ile mücadele derken, işler sarpa sarmak üzere. Batı’nın elinde benzin bidonu “aport” vaziyette beklediği Türkiye’de kuvvetle muhtemel kargaşa da meselenin ayrı bir buudu.
Bugün Suriye; Amerika, Rusya, İsrail, İran, İngiltere, Almanya, Suudî Arabistan, IŞİD, PYD, Sünnîler, Türkmenler, Şiîler, Nusayrîler ve Türkiye gibi çok bilinmeyenli bir denklem hâline gelmiş vaziyette. Bilhassa Batı, IŞİD’i müdahale argümanı olarak kullanmakta ve son bir senedir bu argümana yaslanarak Suriye’de operasyonlar gerçekleştirmekte. Esasında geçerliliği olmayan bu argüman ısrarlı telkinler neticesinde artık müdahale meşruiyeti vesilesi hâline geldi. Rusya, bu argümanı en iyi şekilde değerlendirerek, “ben de IŞİD’e karşı kurulan koalisyona dâhil oluyorum” deyip, bugüne kadar dengede olduğu gözlenen denklemi derinden sarstı. Lazkiye’ye yeni hava üssü kurmak için hazırlıklarını yapan Rusya, bugünkü denklem içinde, aslına bakılırsa, Suriye meselesinin çözüme kavuşturulması noktasında Türkiye’nin de tek muhatabı konumunda. Ne var ki gerek NATO üyeliği, gerekse ABD ile olan karşılıklı münasebetler ve içeride bulunan” iç işgalciler” dolayısıyla Türkiye’nin Rusya ile karşılıklı olarak sağlıklı bir diyalog içerisine girmesi zor görünüyor.
Türkiye’nin bundan sonrasında son derece incelikli bir dış siyaset ile yukarıda taraflarını saydığımız denklem içinde, diğerlerini ürkütmeden, özgül ağırlığı en büyük olan Rusya ile anlaşarak, Suriye’de yeniden bir düzen kurulmasını sağlaması gerekiyor. Bunun için Türkiye’nin muhtemelen tek şartı Esad’ın gitmesidir ve Rusya’nın anlaşma karşılığında kendisine uygun bir rejim tesis edilmesiyle beraber böylesi bir anlaşmaya yanaşması mümkün. Fakat, dediğimiz gibi, NATO üyeliği, ABD ve İsrail’in içeride ve dışarıdaki baskısı dolayısıyla son derece hassas olan bu siyasetin icrâı, artık teknikten öte bir sanata dönüyor.
***
Toparlamak gerekirse; Türkiye, Suriye ve diğer Arab Baharı yaşanan ülkelerde milletlerin artık ne istemedikleri açık bir şekilde ortada. Ne var ki içinde yaşadıkları düzenin yerine teklif edebilecekleri bir nizam yok. Buna mukabil Anadolu, bünyesinde yetişen Büyük Doğu-İbda ile beraber dünya görüşüne, fikre, nizama, insanca yaşamaya, şahsiyete, adalete, huzura, refaha, izzete ve haysiyete susamış olan İslâm âlemi için, İslâm’a Muhatab Anlayış’ın çağa tatbik fikrini susuzluktan kurumuş, çatlamış dimağlara ulaştırmaya namzet son ve tek pınar hüviyetinde, fışkırmaya hazır!
Çok az kaldı, deveranın süratine bakılacak olursa, sandığımızdan da az...
    
Baran Dergisi 454. Sayı